Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Meali Sayfa 6
30. Hani bir zaman Rabb'in meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. Benden alacağı güç ve yetkiyle yeryüzünde benim adıma hüküm verecek, benim emirlerimi yaratılmışlar üzerinde uygulayacak insanı yaratacağım ve onu emirlerimi uygulayan bir halife, bir temsilci olarak yeryüzünde görevlendireceğim!" demişti.
Melekler, "Ey Rabb'imiz! Yeryüzünde bozgunculuk yapıp fesat çıkaracak ve menfaati için zulmedip kan dökecek varlığı mı yaratacaksın? Oysa biz seni her türlü kusurdan tenzih etmekte, daima övgüyle anıp yüceltmekteyiz. Tabiatımıza yerleştirdiğin bu saflık, bizi hilâfete daha lâyık kılmaz mı? Doğrusu, insan denen varlığı yaratıp halife tayin etmendeki hikmeti kavrayamadık." dediler. Melekler, insan denen varlığın hem irade hem de yeryüzünde halifelik yetkisi ile donatılmasının, bu yetkiyi kötüye kullanma riskini de beraberinde taşıdığını düşünüyorlardı. Ayrıca daha önce yaratılan ve insan gibi irade sahibi olan cinlerin yaptığı kötülükleri de biliyorlardı. İçyüzünü bilemedekileri bu meselenin hikmetini öğrenmek için Allah'a bu soruyu sordular.
Meleklerin bu sözüne karşılık Allah, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim. Halifelik görevinin insana verilmesinin pek çok sebep ve hikmetleri vardır, fakat bunu yalnızca ben bilirim, siz bilemezsiniz." dedi.
Evet, kimi zaman yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek olan insan, görünürdeki bu kısmî kötülüklerinin yanı sıra, onlardan çok daha büyük ve geniş kapsamlı iyilikler yapacaktı. Fakat melekler, Allah'ın yeryüzündeki halifesinin eliyle dünyayı inşa ve imar etme, oradaki hayatı geliştirip çeşitlendirme dileğinin hikmetinden habersizdiler. Allah bu hikmeti meleklere şöyle bildirdi:
31. Allah Âdem'e, halifelik yetki ve sorumluluğu ile ilgili bilmesi gereken her şeyi, tanıması gereken bütün varlıkların isimlerini,özelliklerini ve fonksiyonlarını öğretti. Yeryüzünde halife tayin ettiği insanı, hayatı boyunca karşı karşıya geleceği enerji, hammadde, doğa kanunları gibi yeryüzünün çeşitli güç kaynaklarına hükmedecek, onlara boyun eğdirecek gizli yetenek ve güçlerle donattı. Ona, varlıklar ile semboller arasında zihinsel bağ kurma yeteneği bağışladı. Varlıkların niteliklerini, işlevlerini araştırıp öğrenme, eşyayı kullanma, değiştirme, gizli olan yönlerini bulup ortaya çıkarma ve varlıklar üzerinde yaratıcı zekâ ile tasarruf etme yeteneğini verdi. İnsan bu bilgi ve yeteneği doğru yönde kullandığı takdirde, hem Allah'a kulluk ve hem de yeryüzünü ıslah konusunda meleklerden çok daha üstün işler başarabilecekti. Meleklere gelince, görevleri bunu gerektirmediği için onlara böyle bir güç ve yetenek verilmemişti.
Âdem'e isimlerin öğretilmesi, bu isimlerin gösterdiği manayı ve içerdiği hakikati öz gerçekliğiyle bildirmeyi ifade eder. Aksi halde öğretilen isimler soyut seslerden öte bir şey ifade etmez, bu da meleklerin dahi bilemediği bir "ilim" olarak nitelendirilmezdi.
Sonra Allah bunları, yani Âdem'e öğrettiği isimlerin karşılığı olan varlıkları meleklere göstererek, "Eğer az önce ima ettiğiniz ‘halifeliğe daha lâyık olma' iddianızdadoğru iseniz, o zaman bu varlıkların isimlerini ve özelliklerini bana Âdem'in söylediği gibisöyleyin!" dedi.
32. Kendi görev alanı dışındaki konularda bilgi sahibi olmayan melekler, "Hâşâ, seni her türlü eksiklikten, noksanlıktan tenzih ederiz! Biz senin bize öğrettiklerinden başkasını bilemeyiz. Her şeyi bilen, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan ancak sensin!" dediler
33. Bunun üzerine Allah, "Ey Âdem, şu varlıkların özelliklerini, fonksiyonlarını ve isimlerini meleklere bildir! Böylece halifelik görevine senin daha lâyık olduğunu iyice anlasınlar!" dedi.
Âdem o varlıkların isimlerini meleklere bildirince, Allah meleklere dedi ki: "Ben size, ‘Göklerin ve yerin gizliliklerini ancak ben bilirim ve dilediğime dilediğim kadar öğretirim; açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz şeyleri de yine ben bilirim!' dememiş miydim?"
İşte burada, insanın ebedî düşmanı olan İblîs sahneye çıkıyor:
34. Hani meleklere ve melekler arasında bulunan İblis'e, "Âdem'e secde [20] edin! Onun üstünlüğünü kabul ederek önünde saygıyla eğilin!" demiştik de, İblîs hariç hepsi secde etmişti. Aslen cinlerden (Kehf, 18/50) olan, fakat birtakım meziyetleri sayesinde meleklerin arasında yaşayan İblîs ise emrimize karşı gelerek secde etmemekte diretmiş, kendisini Âdem'den üstün görerek kibre kapılmış ve bu nankörlüğü sonucunda, ilâhî emre başkaldıran kâfirlerden olmuştu.
35. Daha sonra dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleşin ve oradaki nimetlerden dilediğiniz kadar serbestçe yiyin için. Bundan böyle, sen ve eşin Havvâ cennette yaşayacaksınız. Orada dilediğiniz yerden dilediğiniz kadar yiyip içebilir, cennetin bütün nimetlerinden faydalanabilirsiniz. Ancak sınırsız bir özgürlüğe sahip olmadığınızı, size bu nimetleri bahşeden Allah'a muhtaç birer kul olduğunuzu asla unutmayın! Bunun için, iman ve itaatinizi sınamak üzere, cinsellik (A'râf, 7/19-22) meyvesini size şimdilik yasaklıyorum. Ben izin verinceye kadar, bu ağaca sakın yaklaşmayın; yoksa büyük bir günah işlemiş ve bizzat kendinize zulmetmiş olursunuz!"
36. Fakat cennetten kovulan ve Âdem ile Havvâ'nın da aynı akıbete uğramasını isteyen şeytan, onlara uzaktan vesvese vererek şu düşünceyi telkin etti: "Rabb'iniz size bu meyveyi, ilahi güçlere sahip birer melek veya sonsuz hayat sahibi olmayasınız diye yasaklamıştır. Allah şahittir ki, bunu sırf sizin iyiliğiniz için söylüyorum." (A'râf, 7/20-21) Âdem ve Havvâ, şeytanın vesvesesine aldanıp yasak meyveden yediler. Böylece İblîs, onları aldatarak içinde bulundukları cennet yurdundan çıkarmış oldu.
Biz de Âdem ve Havva'yı cennetten çıkardıktan sonra, insana ve şeytana seslenerek dedik ki: "Birbirinize ebedî düşmanlar olarak dünyaya inin! Artık yeryüzüne yerleşecek ve belli bir süreye kadar orada yaşayacaksınız. Bundan böyle orayı kendinize yurt edinecek; ölüm veya kıyamet vakti gelinceye kadar orada yaşayıp imtihan edileceksiniz."
37. Derken Âdem, işlediği günahtan dolayı pişmanlık duyarak tövbe etmenin yollarını aradı. Sonra nasıl tövbe edeceğini kendisine ilham eden Rabb'inden birtakım sözler aldı ve bu hikmetli sözlerle O'na şöyle yalvardı: "Ey Rabb'imiz, biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen mutlaka kaybedenlerden olacağız (A'râf, 7/23)." Bunun üzerine, Allah da onu bağışladı. Kuşkusuz O, pişmanlık duyup tövbe eden kullarına karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
Aslında İblîs de Âdem de aynı günahı işlemişler, ikisi de Allah'ın emrine isyân etmişlerdi. Fakat İblîs günahında diretti, tövbeye yanaşmadı. Âdem ise günahının ezikliğini yüreğinde hissederek Rabb'i karşısında boyun büküp suçunu itiraf etti. İblîs'in yaptığı gibi kibre kapılmadı, günahını bir başka günahla telafi yoluna da gitmedi. Aksine, içtenlikle tövbe ederek Rabb'inin sonsuz merhametine sığındı. Bu yüzden Âdem bağışlandı, İblîs ise ebedî lânete mahkûm edildi.
Âdem ile Havvâ, günahları bağışlandıktan sonra yeniden cennete döndüler. Yaşadıkları bu tecrübe, ebedî düşmanları olan şeytanı tanımalarını sağlamıştı. Yeryüzü halifesinin böyle bir eğitim ve ön hazırlık aşamasını geçmesi gerekiyordu. Daha sonra, asıl yaratılış gayeleri olan halifelik görevini yerine getirmek ve şeytanla yapacakları mücadele ile imtihan olunmak üzere cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderildiler. Nitekim Allah daha Âdem'i yaratmadan önce meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." diyerek insanın imtihan için dünyaya gönderileceğini bildirmişti.
Allah dileseydi, isyankârlığının cezasını derhâl vererek İblîs'i oracıkta yok edebilir yahut bir daha hiç kimseyi saptırmaması için onu cehenneme atabilirdi. Fakat ilâhî hikmet gereğince, insan nefsâni duygular ve şeytanî vesveseler ile imtihan olunacak ve bu mücadele sonucunda, insanın özünde gizlenmiş olan güç ve yetenekler ortaya çıkacaktı. Bunun için Allah, kıyamete kadar şeytana mühlet verdi ve ilâhî vahiy ile desteklediği insanı, iyi ile kötü arasında seçim yapması ve ebedî cennet nimetleri yahut ebedî cehennem azabı ile noktalanacak olan imtihan dünyasında mücadele etmesi için şeytanla birlikte yeryüzüne gönderdi: