Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Meali Sayfa 191
27. Ey iman edenler! Allah'ın varlığına inansalar bile, gerek putlara taparak gerekse kutsal ilân edilen birtakım "yüce şahsiyetlerin" hüküm ve otoritesine kayıtsız şartsız boyun eğerek Allah'a ortak koşan o müşrikler, inanç ve ahlâk bakımından ancak birer pisliktirler. O hâlde, bu yıl yaptıkları haclarından sonra hicretin dokuzuncu yılından itibaren artık Mescid-i Haram'a, yani Kâbe'nin çevresindeki kutsal bölgeye —hac ve umre amacıyla bile olsa— yaklaşmasınlar!
Eğer hacdan alıkonulan müşriklerin öfkeye kapılıp kervanlarınıza saldırması veya hacca gelenlerin azalması sebebiyle geçim sıkıntısına düşmekten korkuyorsanız, şunu iyi bilin ki, Allah dilerse, kendi lütfundan vereceği özel nimetlerle sizi zengin edecektir. Öyle ya, Allah her şeyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.
Allah'a ve ahiret gününe inandığını iddia ettikleri hâlde Son Elçi'ye imandan yüz çeviren ve müminlerle barış içinde yaşamak istemeyen (8-Enfâl: 61) kimselere gelince:
28. Kendilerine kitap verilmiş Hristiyan ve Yahudilerden olup da Allah'a ve ahiret gününe gereğince inanmayan, Allah'ın ve son Elçisi'nin haram kıldığını haram kabul etmeyen ve Hak Dini din olarak benimsemeyen kimselerle, size hor ve hakir bir hâlde, kendi elleriyle cizye verinceye dek savaşın!
29. Kendilerine Tevrat, Zebur, İncil gibi kitap verilmiş Hristiyan ve Yahudilerden olup da Allah'ın birliğini reddetmek, O'na oğul isnat etmek yahut acziyet ifade eden sıfatlar yakıştırmak suretiyle Allah'a ve kıyamet, mahşer, mizan, hesap, cennet, cehennem gibi uhrevi hakikatlere, yani ahiret gününe gereğince inanmayan yahut ahirete genel anlamda inandığı halde mahşer günü özel muameleye tabi tutulacağını iddia ederek ilahi adaleti inkâr eden, Allah'ın ve son Elçisi'nin Kur'an ve Sünnet vasıtasıyla haram kıldığı içki, kumar, domuz eti, zina gibi şeyleri haram kabul etmeyen ve Kur'an'ın ortaya koyduğu tevhide dayalı Hak Dini din olarak benimsemeyen kimselerle, yani Müslümanları yok etmek amacıyla büyük bir ordu hazırlayan Bizans ve Gassânî ordularıyla, gururları kırılmış, yenilgi ve zilleti tatmış, hor, hakir ve alçalmış bir hâlde size kendi elleriyle peşin ve eksiksiz olarak cizye verinceye ve böylece sizin üstünlük ve egemenliğinizi kabul edinceye dek savaşın!
Cizye, İslâm ülkesinde zimmî (gayrimüslim vatandaş) statüsünde bulunan kişilerden, kendilerine inanç hürriyeti, can ve mal güvenliği sağlanması karşılığında alınan vergidir. Kimlerden ne kadar vergi alınacağına, o günkü İslami yönetim karar verir.
Bu ayet, Tebük seferi öncesinde, Müslümanları imha etmek üzere devasa bir ordu hazırlayan Bizanslılara karşı savaşı teşvik etmek üzere nazil olmuştur. Hristiyanlık dinine mensup olan, Allah'a ve ahiret gününe iman ediyor görünen Bizans ordusuyla savaşma hususunda Müslümanlarda oluşabilecek şüphe ve tereddüdü gidermek için, onların zaten gerçek anlamda mümin olmadıkları vurgulanarak müminler cihada teşvik edilmiştir. Dolayısıyla, bu ayetteki "cizye verinceye dek kendileriyle savaşılması" gerekenler, Müslümanlara saldıran yahut saldırı hazırlığı içinde olan Yahudi ve Hristiyanlardır. Müminlerle barış içinde yaşamak isteyen Yahudi, Hristiyan ve diğer din mensuplarına gelince, İslam onlarla savaşmayı yasaklamış, bilakis kendilerine iyi davranmayı emretmiştir. Hatta Ehli Kitap'tan kız almaya, onlarla akrabalık bağları kurmaya dahi izin vermiştir. İslam'ın bu temel prensibini ortaya koyan çok sayıda ayet vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Eğer (düşmanların) barışa yanaşırlarsa, onların bu teklifini kabul et ve (yapabilecekleri hile ve entrikalara karşı) Allah'a güven. Şüphesiz O (her şeyi) işitendir, bilendir. (8-Enfâl: 61)
Onlar (kâfirler) size karşı doğru davrandıkları (ve sözlerine bağlı kaldıkları) sürece, siz de onlara karşı doğru davranın (ve onlarla barış içinde yaşayın). Çünkü Allah, (düşmanlarına karşı bile adil davranan, zulüm ve haksızlık yapmaktan) sakınan kimseleri sever. (9-Tevbe: 7)
(Ey iman edenler!) Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere (kâfir bile olsalar) iyilik yapmanızı ve kendilerine adaletli davranmanızı yasaklamaz. (Tam tersine, adalete harfiyen uymanızı emreder.) Hiç kuşkusuz Allah, âdil davrananları sever. (Demek ki Allah, Müslümanlara bir kötülük yapmamış olan kâfirlere iyi davranmanızı ve onlarla beşeri dostluk ve arkadaşlık ilişkilerine girmenizi yasaklamıyor.)
Allah ancak, inancınızdan dolayı sizinle savaşan, sizi yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza destek veren kimseleri kendinize veli (yakın dost, yandaş ve müttefik) edinmenizi yasaklar. Her kim onları veli edinecek olursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridirler." (Mümtehine, 60/8-9)
Evet, Yahudi ve Hristiyanlar, Peygamberlerin emanet ettiği hak dini o kadar değiştirip tanınmaz hâle getirdiler ki:
30. Yahudiler, "Üzeyir Allah'ın oğludur!" dediler. Yahudilerden etkilenen Hristiyanlar da, İsa peygamberi ilâhlaştırarak, "Mesih Allah'ın oğludur!" dediler.
Kur'an'ın temel inanç konularında Yahudilere yönelttiği bu gibi eleştiriler, öncelikle Hicaz bölgesindeki yerel Yahudi grupları muhatap almaktadır. Bu bakımdan, Ortodoks Yahudi gruplarda bu tür inançlara rastlanmaması doğaldır. Üzeyir ile ilgili bu iddia, Medineli Yahudilerden bir kısmı tarafından dile getirilmiş, diğer Yahudiler buna itiraz etmeyip suskun kalarak aynı iddiayı zımnen onaylamış oldukları için, iddia, muhatap alınan bütün Medineli Yahudilere nisbet edilmiştir. Kur'an onların sözlerini naklederken aslı olmayan bir sözü kendilerine mal etmiş olsaydı, bu durum, Kur'an'ı yalanlamaları için ellerine büyük bir fırsat verirdi ve onlar da bu kozu en geniş çapta kullanmaktan geri kalmazlardı. Oysa bu ayet nazil olduğu zaman Yahudiler, "Biz böyle bir şey söylemeyiz, bunun aslı yoktur!" diye hiçbir itiraz ve inkârda bulunmamışlardır. Eğer böyle bir itirazları olsaydı, diğer bütün itirazları gibi bu da bize nakledilirdi.
Ayette adı geçen Üzeyir, müfessirlerin çoğuna göre Ezra'dır. Ezra bir peygamber değildir fakat Yahudilikte peygamberden öte bir konuma sahiptir. Hz. Süleyman'ın vefatından sonra İsrail Oğullarının Babil'deki esaretleri döneminde kaybolan Tevrat metinlerini yeniden keşfetmiş ve ilhama dayanarak onu yeniden ortaya çıkarmıştır. Bu hizmetlerinden dolayı Ezra, İsrailoğulları'nın aşırı takdir ve saygısını kazanmıştı. Bu saygı dolayısıyla hakkında kullanılan mübalağalı ifadeler, bazı Yahudi mezheplerinin onu "Allah'ın oğlu" sanacak kadar ölçüyü kaçırmalarına sebep olmuştur.
Ancak son dönem araştırmacıları, Üzeyir'in Ezra değil, Enoh olduğu görüşündedirler. Zira Yahudiler arasında bu derece saygı görmesine rağmen, Ezra'nın Allah'ın oğlu olarak yüceltildiğine dair Yahudi kaynaklarında herhangi bir bilgi yoktur. Geleneksel Yahudi inancında da böyle bir inancın işareti görülmemektedir. Fakat bir çeşit Yahudi tarikatı olan ve Ortodoks Yahudi inanç sisteminde genel kabul görmemekle birlikte, Hristiyanlıkta teslis inancının oluşmasında önemli etkileri olduğu bilinen Markabah (Kabbala) mistizminde Enoh Peygamber, "Allah'ın oğlu" olarak nitelendirilmektedir. (Zohar, Amsterdam Edition, I:126; II:115 ve III:227) Markabah mistisizminin temel figürü baş melek Metatron Enoh'tur. Metatron Enoh'un unvanlarından biri de Azaryahu'dur. Üzeyir kelimesi, İbranice bir unvan olan bu Azaryahu kelimesinin Arapçalaşmış sekli olmalıdır. Muhtemelen Hicaz Yahudileri, Tanrının yardımcısı anlamında Enoh'un bu unvanını kullanmış ve Üzeyir'i "Tanrı oğlu" olarak nitelemişlerdir.
Kabbala mistik geleneğinden etkilendiği bilinen ilk Hıristiyanlar ise, Enoh'a yüklenen nitelikleri daha da geliştirerek İsa'ya yüklemişler ve Enoh'un yerine onu koymuşlardır. Merkabah mistik geleneğindeki Metatron (Üzeyr) ile kilisenin tasvir ettiği İsa Mesih arasındaki hayret verici benzerlikler, bunu açıkça ortaya koymaktadır:
1. Her ikisi de Tanrı'nın oğlu ve onun sağ elidir. 2. Her ikisi de Tanrı'yla insanlar arasındaki tek aracıdır. 3. Her ikisinin de ilahi ve insani yönü vardır. 4. Her ikisi de yeryüzünden Tanrı'nın katına alınmıştır. 5. Her ikisi de dünyanın hükümranıdır. 6. Her ikisi de Tanrı olarak nitelendirilmektedir. [100]
Bu iddialar, kendilerinden önceki Yunanlılar, Mısırlılar, Persliler, Hintliler, Romalılar gibi putperest inkârcıları taklit ederek ağızlarında geveledikleri gerçek dışı sözlerdir. Allah kahretsin onları, nasıl da göz göre göre hakikatten yüz çevirip dönüyorlar!
Hind, eski Mısır ve eski Yunan putperestlerinin inançlarına ilişkin bilimsel bulgular ortaya çıktıktan sonra, bu ayetin manası daha net anlaşılmıştır. Söz konusu putperest inançlarda yer alan kimi saplantıların önce Aziz Pavlus eli ile, arkasından da sözde kutsal kilise konsülleri aracılığı ile Hristiyan doğmalarına sızdıkları belirlenmiştir.
Eski Mısır inancında Oziris, İzis ve Ouris'den oluşan üçlü ilâh (teslis) dogması Firavunlar dönemi putperestliğinin temelini meydana getiriyordu. Bu üçlü ilâh dogmasında Oziris Baba'yı ve Ouris' "Oğul"u temsil ediyordu.
Hz. İsa'dan yıllarca önce İskenderiye'de okutulan teoloji (ilâhiyat) derslerinde "kelimenin (sözün), ikinci ilâh" olduğu ve "Allah'ın ilk oğlu" unvanını taşıdığı öğretiliyordu.
Hind putperestleri de üç unsurdan ya da üç "durum"dan oluşmuş bir ilâh kavramına inanırlardı. Onlara göre asıl ilâh bu üç unsurda ya da üç halde tecelli ederdi. "Brahma" ilâhın yaratma ve yoktan var etme durumundaki, "Vişnu" koruma ve gözetme durumundaki, "Sifa" ise yok etme ve ortadan kaldırma durumundaki yansımaları (tecellileri) idi. Bu sapık inanca göre "Vişnu", "Brahma"da yoğunlaşan ilâhlıktan sızmış ve dönüşüme uğramış "oğul"du.
Asurlar da "kelime"nin (sözün) kutsallığına inanırlar, ona "Merduh" adını verirlerdi. İnançlarına göre bu merduh ilâhın ilk oğlu idi.
Eski Yunanlılar da üç unsurlu ilâh kavramına inanırlardı. Nitekim bu üçlü ilâh doğmasının belirtisi olarak kâhinleri ilâhlara kurban keserken kesilecek hayvanın üzerine üç kere kutsal su serperler, üç kere buhurdanlıktan buhur alıp etrafa saçarlar ve yine üç kere kesim yerinde toplanan halkın üzerine kutsal su serperlerdi. İşte kilise, bu putperest törenleri arka plânlarındaki inançlarla birlikte alarak Hristiyanlığa katmak suretiyle eski kâfirlerin görüşlerini taklit etmiş oluyordu.
Yahudi ve Hristiyanlar, sapkınlıkta o kadar ileri gittiler ki:
31. Yahudiler, aşırı bir saygıyla bağlanıp yücelttikleri din adamları olan hahamlarını ve Hristiyanlar da rahiplerini, verdikleri her hükmü —onun Allah'ın kitabına uyup uymadığını araştırmadan— doğru kabul ederek onları Allah'tan ayrı birer Rab konumuna getirdiler. Meryem oğlu İsa Mesih'i de Allah'ın oğlu ilân ederek açıkça ilâh edindiler. Oysa Kutsal kitapta onlara, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan tek bir Tanrıya kulluk etmeleri emredilmişti. Fakatonlar, "eşi ve ortağı olan, kulları arasında seçilmiş bir topluma ayrıcalıklı davranan, bilimi ve düşünceyi yasaklayan" bir tanrı inancı oluşturdular.
Hayır! Allah, onların tasavvurettiğinoksan sıfatlardan münezzehtir! Onların ilâhlık mertebesine yücelterek Allah'a ortak koştukları her şeyin üzerinde ve ötesindedir, çok ama çok yücedir!
Daha önce Hıristiyan olup bu ayetin indirilmesinden kısa bir süre önce İslâm'a giren Adiyy Bin Hatem, Peygamber'in (s) bu ayeti okuduğunu işitince:
— Ya Rasulallah, biz (ayette sözü edilen o rahiplerin ve din adamlarının önünde hiçbir zaman secdeye kapanmadık ve) onlara ibadet etmedik ki. (O halde, bu ayet ne anlatmak istiyor?) diye sordu. Buna karşılık Peygamber (s):
— Peki, onlar size helâl bir şeyi haram, haram bir şeyi helal kıldıkları zaman onlara itaat etmez miydiniz? diye sordu. Adiyy:
— Evet, itaat ederdik, diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (as):
— İşte (ayette ifade edilen dini ve siyasi önderleri ilah edinmek ve) onlara ibadet etmek budur, buyurdu. [101]