Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Meali Sayfa 16
102. Yahudiler, bir zamanlar Süleyman Peygamber'in egemenliği altında esaret hayatı yaşayan şeytanların Süleyman'ın peygamberlik ve hükümranlığı aleyhinde uydurdukları asılsız iddiaların ardına düştüler. Süleyman Peygamber, her türlü zulüm, azgınlık ve kötülüğü yapan ve bu yüzden "şeytan" diye nitelendirilen bu insan ve cin gruplarını sindirip egemenliği altında almıştı. Süleyman'ı can düşmanı gören bu şeytanlar, doğal olarak ona kim besliyor ve aleyhinde iftiralar uyduruyorlardı. Daha sonraki Yahudiler, bu "şeytanların" telkiniyle Süleyman Peygamber hakkında çirkin iddialar ortaya atmış ve bunların bir kısmını Tevrat'a da eklemişlerdi. Bu iddialara göre, Süleyman (as) güya putlar adına mabetler yaptırmış ve kendisi de o putlara taparak –hâşâ– kâfir olmuştur (Tevrat, 1. Krallar, 11/1-10). Onlara göre Süleyman bir peygamber değil, bütün kudret ve saltanatını sihir yoluyla elde eden ve hatta zaman zaman putlara tapan bir günahkârdı.
Oysa Süleyman asla kâfir olmamıştı. Çünkü o ne sihirle meşgul olmuş, ne de putlara tapmıştı. Fakat asıl o şeytanlar, Allah'a ve Peygamberlerine karşı gelerek kâfir olmuşlardı. Şöyle ki:
O şeytanlar, insanlara büyücülüğü ve Babil'de Hârût ile Mârût adındaki iki melek aracılığı ile indirilen vahye dayalı bilgi ve becerileri öğretiyorlardı. Süleyman Peygamberden sonra İsrailoğulları Babil şehrine sürgün edildiklerinde, Hârût ve Mârût adındaki iki melek aracılığıyla onlara birtakım bilgi ve beceriler öğretilmişti. Fakat peygamberlere karşı gizli örgütler halinde faaliyet gösteren ve gerek şeytana tapanların, gerek mason teşkilatlarının ilk nüvesini oluşturan bir grup Yahudi, kendilerini esaretten kurtarmak üzere gönderilen bu bilgileri sihir malzemesi hâline getirerek kötü emellerine alet ediyorlardı.
Oysa Hârût ve Mârût, onlara bu bilgileri aktarırken:
"Ey İsrailoğlu! Sana öğrettiğimiz bu bilgiler iki tarafı keskin kılıç gibidir; iyilikte de kullanılabilir kötülükte de. O hâlde dikkat et, biz ancak bir imtihan aracıyız, sakın öğrendiklerini sihir amacıyla kullanıp da kâfir olma!" demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. Öğrettiklerini de, ancak zalimlere karşı kendilerini savunmaları için onlara öğretiyorlardı.
Ama Yahudiler arasındaki o şeytanlar, bu iki melekten, erkekle karısının arasını ayıracak türden büyülere malzeme yapabilecekleri şeyleri öğreniyorlardı.
Gerçi Allah'ın izni olmadıkça, onlar öğrendikleri bu sihir ile hiç kimseye zarar verecek de değillerdi. Kara büyü denilen o yaptıkları sihir gerçekte insanlara tesir edecek, zarar verecek değildi. Fakat onlar bunu zarar vermek amacıyla yaptıkları için günahkâr oluyorlardı.
Nitekim onlar, meleklerin öğrettiği bu güzel bilgilerden kendilerine fayda verecek olanları değil, zarar verecek olanları öğreniyorlardı. Yani bu bilgileri iyilik amacıyla değil, kötülük amacıyla kullanıyorlardı.
Gerçek şu ki, böyle bir çıkar alışverişinde bulunarak imanlarını kaybetme pahasına sihirle uğraşanların, özellikle de, İslâm'a ve Müslümanlara karşı şeytani taktiklerle, yıkıcı propagandalarla savaş açanların, âhiretten yana bir nasiplerinin olmadığını pekâlâ biliyorlardı.
Vicdanlarını ne kötü bir şey karşılığında sattılar, neler kaybettiklerini bir bilselerdi. [27]
103. Gerek Süleyman'a başkaldıran önceki inkârcılar, gerekse Son Elçiye karşı amansız bir muhalefet yürüten Medineli Yahudiler, gerekse kıyamete kadar İslâm'a karşı mücadele bayrağı açacak olan kâfirler, şayet Allah'a, âhiret gününe ve Allah'ın gönderdiği âyetlere iman edip inkârcılıktan, zulümden, büyücülükten, cincilikten sakınmış olsalardı, Allah tarafından verilecek ödül, kendileri için bu dünyada kazandıklarından çok daha iyi olacaktı; bir bilselerdi!
Süleyman Peygambere en ağır iftiraları atmaktan çekinmeyen Yahudiler, Son Elçi'ye karşı da aynı inkârcı tutumu sergilediler. Şöyle ki, müminler Peygamber'e bir şey söylemek istediklerinde, ona "Râinâ" diye seslenirlerdi. "Bizi gözet" anlamına gelen bu kelime, günlük dilde "Lütfen bir dakika bakar mısın?" anlamında kullanılırdı. Peygamber'in yüzüne karşı görünüşte saygılı davranan, fakat ona gizlice zarar vermek için ellerinden geleni yapmaktan geri kalmayan Yahudiler, bu kelime ile hakaret anlamı kasdederek Rasulullah'a hitap etmeye başladılar. Şöyle ki, "Râinâ" kelimesi Arapçada "kibirli ve cahil insan" anlamına da geliyordu. Ayrıca İbranicede buna benzer "Dinle, dinlemez olasıca!" anlamına gelen bir kelime vardı. Yine bu kelime, ufak bir dil sürçmesi ile "Bizim çobanımız" anlamına gelen "Râînâ"ya da dönüştürülebiliyordu. İşte Yahudiler, kelimeyi bu tür hakaret anlamları içerecek tarzda telaffuz etmeye başladılar. Bunun üzerine, "Râinâ" kelimesi yerine, aynı anlama gelen ve hiçbir suistimale meydan vermeyen "Unzurnâ" (bize bak, bizi gözet) kelimesini kullanmaları hususunda müminleri uyaran ve bu tür kelime oyunlarıyla İslam'ı ve Peygamber'i alay konusu edinenlerin akıbetinin cehennem olduğunu bildiren aşağıdaki âyet nazil oldu:
104. Ey iman edenler! Peygambere seslenirken "Râinâ" demeyin, bunun yerine, aynı anlama gelen başka bir kelime kullanarak "Unzurnâ" deyin ve size emredileni doğru anlamak için iyi dinleyin. Allah'ın emrine başkaldıran veya Elçisi ile alay etmeye kalkışanlara gelince, inkârcılar için cehennemde elem verici, can yakıcı bir azap vardır.
O hâlde ey müminler! Kötü niyetli kimseler tarafından kirletilmiş, içi boşaltılmış kelime ve kavramları kullanmamalı, bunun yerine, meramınızı daha net ve güzel biçimde ifade edecek, hiçbir suistimale meydan vermeyecek kelime ve kavramlar kullanmalısınız. Esasen iyi bir anlama sahip olsa bile, kötü niyetli insanlar tarafından farklı anlamlara çekilebilen kaypak kelimelerden uzak durmalısınız. Örneğin, "iman ve inanç birliği" anlamına gelen "milliyetçilik" kelimesi zamanla yozlaştırılarak "belli bir ırkın menfaatlerini koruma" anlamında kullanılmaya başlamışsa, artık bu kelimede ısrar etmemeli, onun yerine, "ümmet birliği" veya "inanç birlikteliği" gibi yeni bir kavram oluşturmalısınız.
Bu inkârcılar niçin müminlere bu derece kin besliyorlar derseniz, bunun asıl sebebi şudur:
105. Ey müminler! Gerek Kitap Ehli gerek müşrikler olsun, hiçbir kâfir, size Rabb'inizden bir hayrın indirilmesini istemez. Gerek Allah'a ve ahiret gününe inandıklarını iddia eden Yahudi ve Hristiyanlar olsun, gerekse ölüm ötesi hayatı, peygamberliği ve kutsal kitapları kökten inkâr eden müşrikler olsun, kâfirlerden hiçbiri, Rabb'iniz tarafından size kitap ve vahiy gönderilmesini istemez. İlâhî emirlere boyun eğen bir toplumun Allah tarafından seçilip görevlendirilmesi onları rahatsız eder. Müminler kervanına katılıp bu onuru sizinle paylaşmak yerine, ahmakça bir haset duygusuna kapılarak sizin de onlar gibi haktan sapıp dalâlete düşmenizi isterler.
Oysa Allah, elçilik ve önderlik görevini yalnızca onu hak edenlere vererek lütuf ve rahmetini dilediğine bahşeder. Zira kimlerin bu nimetleri layık olduğunu en iyi bilen O'dur.Hiç kuşkusuz Allah, sonsuz lütuf sahibidir.
Kaldı ki, Son Elçi'nin getirdiği şeriat, zaten öncekilerin özü, esası ve zirvesidir:
Yahudiler, İslâm inancının özü hakkında müminlerin zihinlerinde şüphe uyandırmak amacıyla şöyle diyorlardı:
"Kur'an hem önceki kitapların Allah tarafından gönderildiğini söylüyor, hem de o kitaplarda bulunan bazı hükümleri değiştirip yeni hükümler ortaya koyuyor. Nasıl olur da aynı Allah, farklı zamanlarda farklı emirler verir? Allah'ın hükümlerinde iptal ve değiştirilme söz konusu olabilir mi? Allah hiç kendi yaptığını bozar, söylediğini geri alır mı? Verdiği hükümden, koyduğu kanundan vazgeçer mi? Elbette böyle bir şey olamaz. Şu halde, Yahudi şeriatinde yer alan her hüküm en ince ayrıntısına kadar ebediyen geçerlidir ve bunlara aykırı hükümler veren Kur'an, Allah'ın kelamı olamaz!"
İşte Yahudilerin bu itirazlarına cevaben, aşağıdaki âyetler nazil oldu: