Sureler
Mealler
No Meal                    
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
1 Elif, Lâm, Mîm. [12] Dinle, ey insanoğlu! Hem lafzı hem de manasıyla eşsiz bir mucize olan bu mesaja kulak ver. Senin gayet iyi tanıdığın ve şiirlerinde, yazılarında, hitabelerinde ustalıkla kullandığın şu harflere dikkatlice bak. İlâhî kudret bu basit harfleri nasıl mükemmel bir uyumla yan yana dizdi de, olağanüstü güzelliği karşısında en büyük ediplerin, âlimlerin, filozofların secdeye kapandığı; bir tek sûresinin dahî benzerini yapmakta beşeriyetin acze düştüğü eşsiz, mucizevî bir kitap ortaya koydu:
2 İçinde hiçbir yanlışlık, çelişki ve şüphe bulunmayan bu [13] kitap, günah ve kötülüklerden sakınıp korunanlara dünyada ve âhirette huzur, başarı ve kurtuluş yolunu gösteren mükemmel bir rehber, yol gösterici ve hidâyettir.

İnsanı dünyada ve âhirette kurtuluşa iletecek temel hayat prensiplerini ortaya koyan bu kitabın içinde, akıl ve sağduyu ile çelişen, insanı şüpheye düşürebilecek herhangi bir yanlışlık, çelişki, eğrilik ve tutarsızlık yoktur. Bu da onun Allah'tan gelen hak bir kitap olduğunun apaçık kanıtlarından biridir.

Ancak bu kitabın hidayetinden istifade edebilmenin birinci şartı, dürüst ve iyiniyetli olmaktır. Hakkı bâtılı gözetmeyen, bencil ihtiraslarının, arzu ve heveslerinin ardından giden kimseler Kur'an'da hidâyet bulamazlar. Bunun içindir ki, tüm insanlığa doğru yolu gösteren bu kitap,ancak iyiye ve doğruya ulaşmayı arzu eden kimseleri hedefe ulaştıracaktır. Böyle kimseler, Kur'ân'ın rehberliğinde iman ve ahlak eğitiminden geçerek şu üstün özellikleri elde ederler:
3 Onlar duyu organlarıyla algılanamayan, ancak ilâhî vahyin ışığında akıl ve tefekkür yoluyla kavranabilecek hakikat âlemi olan gayb'a [14] inanırlar. Hakikatin sadece gözle görülenlerden ibaret olmadığını bilir, bunun ötesinde Allah, cennet, cehennem, melek, kıyâmet, âhiret gibi gerçeklere iman ederler.Allah'ın bildirdiği bu gaybî hakikatleri gözleriyle göremeseler, onlara elleriyle dokunamasalar bile, görüp dokunabildikleri kanıt ve işaretlerden yola çıkarak bunların varlığına inanırlar. Kâinatın her zerresinde bulunan bu işaretler, her şeyi yoktan var eden sonsuz kudret, adalet ve merhamet sahibi bir Yaratıcının varlığını hiçbir şüpheye yer vermeyecek biçimde gözler önüne serer.

Ayrıca onlar, Müslümanlığın vazgeçilmez şartı olan namazı ona gereken dikkat ve özeni göstererek güzelce kılarlar.  Beş vakit namazı aksatmadan, ibadeti mekanik hareketlere dönüştürmeden, okuduklarını anlayıp özümsemeye çalışarak vaktinde ve huşu içinde kılarlar. Böylece, Yaratıcı ile aralarındaki irtibatı, günde en az beş defa huzurunda durmak sûretiyle sürekli canlı tutarlar. Bu ibadet onları daha bilinçli, daha duyarlı ve sorumluluk sahibi kılar.

Ve onlar, kendilerine bahşettiğimiz rızıktan bir kısmını fakir ve muhtaç kimseler için harcarlar. Sahip oldukları her türlü lütuf ve nimetin onlara Allah tarafından verilmiş bir emanet olduğunu bilir ve bunları Allah yolunda, O'nun emrettiği şekilde kullanırlar.
4 Yine onlar, sana indirilen bu son ilahi vahye ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara ve diğer bütün ilâhî vahiylere inanırlar. Bütün peygamberlerin ve ilâhî kitapların aynı kaynaktan neşet ettiğini, hepsinin aynı inanç ve ahlâk ilkelerini getirdiğini bilirler. Tevrat, Zebur ve İncil'in bazı bölümleri zamanla değiştirilmiş, tahrifata uğramış olsa bile, bu kitapların Kur'an'la örtüşen kısımlarının vahiy eseri olduğunu kabul ederler. Onların değiştirilmiş kısımlarını ise, kıyamete kadar korunacak [15] tek ilâhî kitap olan Kur'ân'ın hakemliğinde düzeltirler.

Onlar âhirete de yakînen inanırlar. Sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi olan Allah'ın, şaşmaz adaleti gereğince tüm insanları yeniden diriltip hesaba çekeceğine, sonra da iyileri cennet ile ödüllendirip kötüleri cehennem ile cezalandıracağına şeksiz şüphesiz iman eder ve bu inanca uygun davranışlar gösterirler.
5 İşte Rablerinin gösterdiği dosdoğru yolda yürüyenler onlardır, dünyada ve âhirette gerçek anlamda huzura, başarıya, kurtuluşa erecek olanlar da ancak onlardır.
6 Kur'ân'ın haber verdiği hakikatleri bile bile inkâr edenlere gelince, sen onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; imana gelmezler. İkna edici deliller, tatlı ve güzel öğütler onlar için bir şey ifade etmez. Çünkü kibir, ihtiras, bencillik, inatçılık gibi hastalıklar onları hakka yönelmekten alıkoymaktadır. O halde, iman etmiyorlar diye ümidini ve cesaretini kaybetme. Hikmet ve güzel öğüt ile insanları hakka çağırmaya devam et. Temiz yürekli, iyi niyetli olanlar bu çağrıya kulak vereceklerdir. Hak ve hakikati inatla reddedenlere gelince:
7 Allah, bilerek ve isteyerek haktan yüz çevirip inkârı tercih ettikleri için onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. [16] Gözlerinin üzerinde de,gerçeği görmelerine engel bir perde vardır. Doğuştan sahip oldukları ‘hakikati keşfetme' yeteneği zamanla körelmiş ve işlevini göremez hâle gelmiştir. İnadı bırakıp hakka yönelmedikleri sürece de kalpleri ve kulakları mühürlü, gözleri perdeli kalmaya devam edecektir.

İşte onların hakkı büyük bir azaptır. Kur'ân'ın rehberliğinden yüz çevirerek inkârda direten bu insanlar, âhirette ebedî azaba mahkûm edileceklerdir. Bunun yanı sıra, dünyada da ahlâkî çöküntüler, ruhsal bunalımlar, toplumsal çalkantılar yakalarını bırakmayacaktır.

6. ve 7. âyetlerde, Kur'ân'ı açıkça reddeden inkârcıların durumu anlatıldı. Bundan sonraki 13 âyette ise, onlardan çok daha tehlikeli olan grup ele alınıyor:
8 İnsanlardan öyleleri de vardır ki,gerçekte inanmadıkları hâlde, "Biz de Allah'a ve âhiret gününe iman ediyoruz!" derler.
9 Allah'a ve müminlerekarşı hilekârca davranırlar. Oysa yalan ve hilekârlıkla yalnızca kendilerini aldatırlar, fakat bunun farkında değiller. Basit dünyevi menfaatler uğruna imandan yüz çevirmekle kendilerini ne büyük bir felakete sürüklediklerinin bilincinde değiller.
10 Kalplerinde hastalık vardır. Kibir, inat, nankörlük, bencillik, ahlâksızlık gibi sebeplerle meydana gelen bu hastalık adeta gözlerini kör etmekte, hakkı kabul etmekten ve gerçek imana ulaşmaktan onları alıkoymaktadır. Allah da temiz ahlâk, doğru inanç ve güzel davranışlarla tedavi olmayı reddettikleri için hastalıklarını iyice artırmıştır.

Sürekli yalan söyledikleri ve insanları aldatmayı alışkanlık hâline getirdikleri için, onlara dünyada sıkıntılı bir hayat, âhirette can yakıcı bir azap vardır.

Münafıkları şu özelliklerinden tanıyabilirsiniz:
11 Onlara, "Yeryüzünde zulüm, haksızlık, bozgunculuk yapıp fesat çıkarmayın! Bireysel ve toplumsal hayatınızı menfaat ve kazanç ölçülerine göre değil; Kur'ân'ın belirlediği adalet, doğruluk ve erdemlilik esaslarına göre düzenleyin!" denildiği zaman, ellerindeki değer ölçüleri bozuk olduğundan, "Biz ancak ıslah edici kimseleriz! Aslında iyilikten, güzellikten başka bir amacımız yoktur!" derler. İlâhî vahyin yol göstericiliğinden yüz çevirdikleri için insanî ve ahlâkî değer yargıları tamamen tersyüz olmuş, alabildiğine yozlaşmıştır. Kötülüğü iyilik, zulmü adalet, fesadı ıslah, bâtılı hak olarak görür ve öylece göstermeye çalışırlar. Fakat siz münafıkların o süslü yalanlarına ve sahte propagandalarına değil, asıl yaptıkları işlere bakın:
12 Dikkat edin; onlar toplumsal yozlaşmayı, ahlâkî çürümeyi, haksızlık ve bozgunculuğu körükleyerek yeryüzünde fesat çıkaranların ta kendileridir; fakatböyle yapmakla dünyalarını da âhiretlerini de berbat ettiklerinin bilincinde değiller.
13 Onlara, "Madem Müslüman olduğunuzu söylüyorsunuz, o hâlde Allah'a ve gönderdiği kitaba samimiyetle inanan insanların inandığı gibi siz de insana yaraşır bir şekilde iman edin!" denildiği zaman, "Ne yani; doğruluk, erdemlilik, fedakârlık gibi safsatalara aldanıp birçok menfaatten mahrum kalan o akılsız insanların inandığı gibi mi inanalım?" [17] derler.

Dikkat edin; asıl akılsızlar kendileridir; fakat bunu idrak etmezler. Basit menfaatleri uğruna her türlü ahlâksızlığa, hayâsızlığa tevessül eden bu insanlar, insanları aldatmayı kendince akıllılık sayar; hatta bununla övünürler. Oysa bu, ahmaklığın ta kendisidir. Çünkü dünya hayatı gibi peşin ve basit bir menfaat uğruna, ileride kendisini bekleyen ebedî saadeti kaybetmektedirler.
14 Müminlerle uzaktan alay eden bu münafıklar, onlarla yüz yüze geldikleri zaman, "Biz de sizin inandığınız gibi inanıyoruz!" derler. Fakat onları perde arkasından yönlendiren liderleri ve akıl hocaları olan şeytanlarıyla [18] baş başa kalınca, "Bizim öyle Müslüman göründüğümüze bakmayın, aslında biz sizinle beraberiz, gerçek dostumuz ve müttefikimiz sizlersiniz. Müslüman olduğumuzu söylemekle onlarla sadece alay ediyoruz!" derler.
15 Hak ve hakikat karşısında takındıkları bu küstahça tavırlarından dolayı, asıl Allah onları alay edilecek duruma düşürmekte ve yüreklerindeki son iman kalıntılarını da yok ederek azgınlıkları içinde bocalar bir hâlde bırakmaktadır.
16 Onlar, hak ve adalet sistemine dayanan İslâm nizamını reddedip inkâr ve zulme dayalı bir hayat tarzını tercih etmek suretiyle hidâyet karşılığında dalâleti satın alan kimselerdir.

Fakat ticaretleri kâr getirmemiş, hidâyete de erememişlerdir.  Bu tercihleri onlara dünyevî bir kazanç sağlamadığı gibi, kalplerinin iyice katılaşmasına sebep olarak onları imana ermekten de büsbütün mahrum bırakmıştır. Böylece ikiyüzlülükleri onları ne bu dünyada zillet ve perişanlıktan ne de âhirette ebedî azaptan kurtarabilmiştir.Kur'ân ışığından yüz çeviren bu münafıkların durumunu, bakın şu iki misâl ne güzel anlatıyor:
17 Onların durumu, karanlık bir yerde ateş yakmaya çalışan bir adamın etrafında toplanan kimselerin hâline benzer. Bir adam düşünün ki, soğuk ve karanlık bir gecede etrafını aydınlatmak için bir ateş yakıyor. Adamın çevresinde, ateşin sıcaklığı ve aydınlığından faydalanmak isteyen bir grup insan vardır. Bu örnekte ateş yakan kişi Hz. Muhammed (s), yaktığı ateş Kur'ân, ateşin etrafında toplananlar Peygamber'in ümmeti, bu topluluğun içinde bulunup da ateşin ışığından istifade edemeyen insanlar ise münafıklardır.

Peygamber'in yaktığı ateş çevresini iman ve ilim nuruyla aydınlatmaya başlayınca, herkes gibi münafıklar da ışığın etrafında toplandılar. İlahî nurdan istifade etmemeleri için görünürde hiçbir sebep yoktu. Fakat kibir, inat, kıskançlık, çıkarcılık gibi sebeplerle Peygamber'e ve getirdiği mesaja karşı düşmanca tavır takındılar. Bunun üzerine, Allah'ın insan için belirlediği yaratılış kanunları devreye girdi: Allah, hakikati görme yeteneklerini ellerinden alarak nurlarını yok etti ve onları karanlıklar içinde hiçbir şey göremez bir hâlde bıraktı. Böylece münafıklar, ışık kaynağının hemen yanı başında kopkoyu inkâr karanlığına gömüldüler. Öyle ki:
18 Sağır, dilsiz ve kördürler. Sağırdırlar, çünkü gerçeğe kulak vermez, hakikati duymamak, anlamamak için adeta kulaklarını tıkarlar. Dilsizdirler, çünkü doğruyu itiraf edemez, hakkı dile getirmezler. Kördürler, çünkü her türlü şüpheyi izale edecek apaçık delilleri ve mucizeleri görmek, anlamak istemezler. Bu yüzden inkârcılık ve ikiyüzlülükten vazgeçmez, bir zamanlar terk ettikleri imana bir daha dönmezler.

17 ve 18. âyetlerde, inkâra tamamen saplanmış ikiyüzlüler anlatıldı. 19 ve 20. âyetlerde ise, henüz inkârda karar kılmayan, fakat birtakım çıkar kaygılarıyla inanç ile inançsızlık arasında gidip gelen bir başka münafık tipi ele alınmaktadır:
19 Yahut onlar; göklerin gürlediği, şimşeklerin çaktığı zifiri karanlık bir gecede, gökten boşanan şiddetli yağmura tutulmuş kimselere benzerler. Şöyle ki:

Ölüm korkusunun verdiği dehşetle, yıldırımlara karşı güya korunabilmek için parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa ne yaparlarsa nafile, çünkü Allah, sınırsız ilim ve kudretiyle inkârcıları çepeçevre sarıp kuşatmıştır.
20 Korkunç bir gürültüyle çakan şimşek, neredeyse gözlerini kör edecek. Önlerini her aydınlattığında onun ışığında yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde dikilip kalırlar.

Bu misâlde karanlık gece, münafıkların cehalet ve inkâr karanlıklarını simgelemektedir. Yağan yağmur tüm insanlığa rahmet olarak gelen ilâhî vahyi, gök gürültüsü ve çakan şimşekler ise hak uğrunda yapılan mücadelede karşılaşılan tehlike ve zorlukları yahut ilâhî uyarı ve tehditleri temsil eder. Bu tip münafık, bilgisizlik ve inkârcılık karanlığında bocalarken, İslâm davetiyle yüz yüze geliyor. İnsanlara adaleti ve mutluluğu sunan bu din, aynı zamanda birçok tehlikeye göğüs germeyi de emretmekte, dahası, bu emre uymayanları ilâhî azapla tehdit etmektedir. Münafık, yolunu aydınlatan bu uyarılardan yararlanmak yerine, güya kendini korumak için bunları duymazlıktan, görmezlikten gelir. Bu arada, İslâm'ın sunduğu güzellikleri gördükçe ona sempati ile bakmaktan da kendini alamaz. Fakat doğruluğun ve adaletin egemen olması için mücadele edip fedakârlık göstermek gerekince tekrar yüz çevirir. Parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak, ilâhî uyarıların sonuçlarından kurtulduğu konusunda kendisini bir müddet daha avutur. Fakat gerçekte kurtulması mümkün değildir; çünkü Allah, kudretiyle onları her yönden kuşatmıştır.

Allah dileseydi, bir önceki misâlde anlatılan azgın münafıklara yaptığı gibi, bunların da işitme ve görme yeteneklerini yok ederek hakkı görmelerini, duymalarını tamamen engelleyebilirdi. Öyleyse, henüz fırsat varken gaflet uykusundan uyansınlar; akıllarını ve gönüllerini Kur'ân nuruyla aydınlatıp apaçık hakikate iman etsinler. Aksi hâlde, ilahi yasalar gereğince, onların işitme ve görme yetenekleri de zamanla işlevini göremez hale gelecektir.

Hiç kuşku yok ki, Allah'ın her şeye gücü yeter.

İnkâr ve ikiyüzlülük başta olmak üzere, her türlü günah ve kötülükten kurtulmak için yapmanız gereken şudur:
21 Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk ve itaat edin ki, dünyada günahve kötülüklerden, âhirette cehennem azabından korunabilesiniz. Rabb'inizin bütün emir ve yasaklarına riayet eder, tek Rab ve İlâh olarak O'na boyun eğerseniz,dünyada kötülüklerden, fenalıklardan, adaletsizlikten, zulüm ve haksızlıklardan korunarak mutlu ve huzurlu bir toplum oluşturabilir; âhirette de cehennem azabından kurtularak cennette ebedî saadete nail olabilirsiniz.
22 O Allah ki, sizin için yeryüzünü bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Yeryüzünü, üzerinde rahatça yaşayabileceğiniz bir döşek gibi türlü nimetlerle donattı. Göğü de atmosfer tabakaları ile yeryüzünü meteorlardan, zararlı ışınlardan ve diğer tehlikelerden koruyan bir kalkan, bir kubbe yaptı.

Ayrıca gökten tertemiz su indirdi ve onunla, size rızık olmak üzere çeşitli ürünler çıkardı. Tuzlu okyanus ve denizlerden buharlaşarak tertemiz kar ve yağmur şeklinden yeryüzüne yağan tatlı suyu size gönderdi ve hayatın kaynağı olan o su ile sizin için rengârenk, çeşitli tat ve lezzetlerde ürünler yetiştirdi.

O hâlde, Allah'ın bunca lütuf ve nimetleri muhteşem birer yaratılış mucizesi olarak karşınızda dururken, bütün bunları bile bile sakın Allah'a ortak koşmayın! [19] Hiçbir varlığı O'na denk tutmayın! Sadece O'na kulluk edin, O'ndan başka hiç kimsenin hükmüne boyun eğmeyin!
23 Ey inkârcılar! Eğer kulumuz Muhammed aleyhisselâm'a indirdiğimiz bu Kur'ân hakkında bir şüpheniz varsa, haydi onun ayarında bir sûre meydana getirin. Dinî, felsefi ve bilimsel konularda hiçbir eğitim görmemiş, üstelik Peygamber olmadan önce okuma yazması bile olmayan kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz bu Kur'ân hakkında bir şüpheniz varsa, yani "Aslında inanmak istiyoruz, fakat içimizdeki kuşkulara da engel olamıyoruz!" diyorsanız, siz de onun ayarında bir tek sûre meydana getirin. Güzellik ve doğrulukta Kur'ân'a denk, onunla boy ölçüşebilecek bir tek sûre yazın!

"Buna tek başımıza güç yetiremeyiz." diyorsanız, Allah'tan başka bütün şahitlerinizi, yani dostlarınızı, destekçilerinizi yardıma çağırın. Becerisine güvendiğiniz bütün edebiyat ustalarını, ilim adamlarını, filozofları toplayın ve aranızda yardımlaşarak, Kur'ân'dakilere benzer bir tek sûre oluşturun; eğer sözünüzde doğru, iddianızda samimi iseniz! Öyle ya, madem Kur'ân'ın insan ürünü bir kitap olduğunu iddia ediyorsunuz, öyleyse siz de ona benzer bir kitap meydana getirsenize!
24 Şayet bu meydan okuma karşısında aciz kalır da Kur'ân ayarında bir kitap veya bir tek suresine benzer bir sure yapamazsanız –ki hiçbir zaman da yapamayacaksınız– o hâlde, yakıtı insanlar ve taşlar olan ve inkârcılar için hazırlanan o ateşten sakının!

Ey inkârcılar! Kur'ân ayarında bir kitap meydana getirmeye asla gücünüz yetmeyecek ve hem Kur'ân'ın meydan okuması hem de sizin bu meydan okuma karşısındaki acziyetiniz kıyamete kadar sürecektir. Bu kitabın bir insan ürünü olamayacağını, insanüstü bir kaynaktan geldiğini iyice anladıktan sonra yine de iman etmemekte diretirseniz, kendi ellerinizle kendinizi cehennem ateşine atmış olacaksınız. O cehennem ki, yakıtı insanlar ve taşlardır. Yani o ateşe sadece inkârcılar atılmayacak; aynı zamanda o taptıkları putlar da –taştan başka bir şey olmadıkları gösterilmek üzere– onlarla birlikte ateşin yakıtı olacaklardır. Zira cehennem, taşları ve kayaları dahî yakıp kavuracak derecede müthiş sıcaklığı olan bir ateştir.

İslâm davasını yok etmek için her yolu deneyen müşrikler, bu meydan okuma karşısında sessiz kaldılar, cevap veremediler. Kur'ân ayarında bir kitap, hiç değilse bir tek sûre yazabilselerdi, Peygamber'i susturup iddiasını çürütecek, böylece canlarını, mallarını ve evlâtlarını fedâ ettikleri uzun ve meşakkatli bir mücadeleye katlanmak zorunda kalmayacaklardı. Oysa aralarında meşhur şairler, hatipler, edîpler bulunuyordu. Buna rağmen Kur'ân'a nazîre yapmaya teşebbüs dahî edemediler. Çünkü onun insanüstü bir kaynaktan geldiğini biliyor, ama kibir ve inatları sebebiyle inkâr ediyorlardı. Eğer Kur'ân'ın benzerini meydana getirmeye güçleri yetseydi, elbette bunu yaparlardı. Fakat yapamadılar ve kıyamete kadar da asla yapamayacaklar! Kur'an-ı Kerim'in, onların böyle bir şey yapamayacaklarını açıkça belirtmesi ve geleceğe dair verdiği bu haberin aynen gerçekleşmiş olması da, hiç kuşkusuz başlı başına bir mucizedir.

Ey insanlar! Bu meydan okuma karşısındaki acizliğiniz, Kur'ân'ın bir insan veya topluluk tarafından uydurulmuş olduğuna dair şüphelerinizi gidermeli ve onun Allah'tan gelen hak bir kitap olduğuna iman etmelisiniz. Böylece, inkârcılar için hazırlanmış olan cehennem ateşinden kurtulmakla kalmayacak, şu ilâhî müjdeyi de hak etmiş olacaksınız:
25 Allah'a ve âyetlerine yürekten iman eden ve bu imana yaraşır güzel, uygun, yararlı işler yaparak salih amel işleyenleri müjdele:

Onlara ödül olarak,yemyeşil ağaçlarının altından ırmaklar akan muhteşem cennet bahçeleri vardır.

Onlara ne zaman rızık olarak oradan bir meyve sunulsa, "Biz bunu daha önce de tatmıştık!" derler. Müminler cennette kendilerine bahşedilen nimetleri her tattıklarında, dünyada tattıkları ya da cennette kendilerine daha önce sunulan nimetleri hatırlayacaklardır.

Çünkü onlara, birbirine benzer nimetler verilmiştir. Cennetliklere, dünya hayatında tattıklarına benzer yiyecek ve içecekler verilecektir. Her tadıldığında bambaşka bir tat ve lezzet veren bu nimetler öncekilere benzeyecek, ama her defasında daha tatlı, daha lezzetli olacaktır.

Ayrıca, onlar için orada tertemiz eşler vardır ve onlar son­suza dek orada kalacaklardır. Müminlere cennette tertemiz, pampak eşler verilecektir. Onların hiç bi­rinde dünyadaki pisliklerden eser olmayacaktır. Cennetteki mümin hanımlar hem kir, hayız, nifâs gibi maddî; hem de ahlâksızlık, geçimsizlik, çirkinlik, uyumsuzluk gibi mânevî kirlerden arınmışlardır. Kocaları da öyle pampak, tertemizdirler. Dünyadaki eşler, birbirlerine lâyık oldukları ve birbirlerini istedikleri takdirde âhirette de birlikte olacaklardır. Dünyada birden fazla evlilik yaşamış olan kadın veya erkek, önceki eşleri arasından hangisine lâyık ise cennette onunla evli olacaktır.

Allah, hak ve hakikati bildirmek üzere Kur'ân'da çeşitli misâller verir. Gerektiğinde sivrisinekten, karıncadan, örümcekten, arıdan söz eder. Fakat inkârcılar, bu misâllerin özünde yatan gerçekler üzerinde kafa yoracakları yerde, sırf itiraz etmiş olmak için, Allah'ın böyle ‘basit ve değersiz' varlıklardan bahsetmesini bir eksiklik ve ayıp olarak niteliyorlar. Dahası, içinde böyle örnekler bulunan bir kitabın ilâhî kaynaklı olamayacağını öne sürüyorlar:
26 Allah kullarına doğru yolu göstermek üzere bir sivrisineği de, küçüklük ve basitlik bakımından onun üzerinde olan bir şeyi de örnek vermekten çekinmez. Bunu bir ayıp, yüceliğine yakışmayan abes bir iş olarak görmez. Çünkü Allah küçüğün de büyüğün de; sivrisineğin de filin de yaratıcısıdır. Bu tür örneklerde önemli olan örneğin büyüklüğü ya da şekli değil, verdiği mesaj ve anlattığı hakikattir.

Allah'a ve gönderdiği mesaja iman edenler, bu misâllerin Rablerinden gelen gerçeğin ta kendisi olduğunu, yerli yerinde verilen bu hikmetli misâllerin hak ve hakikati ortaya koyduğunu bilirler.

Hak ve hakikati inatla inkâr eden kimseler ise, bu örnekleri alay konusu yaparak, "Allah bu misâl ile ne demek istedi? Böyle sinek, örümcek, karınca, arı gibi değersiz şeyleri örnek olarak anlatmak Allah'ın hikmetine ve şânına yaraşır mı? O bizim dünyamızdaki bu kadar basit ayrıntılarla uğraşır mı? Hayır, Allah bizi yaratmış ve serbest bırakmıştır; dilediğimizi yapar, dilediğimiz gibi yaşarız. O ne kitap ve elçi gönderir, ne de haram helâl sınırları çizerek hayatımıza karışır!" derler.

Allah bu tür örneklerle size hak ve hakikati anlatırken, aynı zamanda bunlarla birçok kimseyi doğru yoldan saptırarak dalâlete düşürür; birçoğunu da hidayete iletir. Fakat Allah bu misallerle, bile bile kötülük ve çirkinliği tercih ederek yoldan çıkan fâsıklardan başkasını saptırmaz.

İnsanın hidayete veya dalâlete düşmesi, ilahi mesaj karşısında alacağı tavra bağlıdır: Dürüst ve iyi niyetli kimseler, bu hikmet dolu âyetleri düşünüp ibret alarak doğru yolu bulurlar. Önyargılı ve kötü niyetli olanlar ise, sırf itiraz edebilmek için bu misâllere takılıp kalırlar. Küçük ve önemsiz gördükleri bu örneklerde nice dersler ve ibretler olduğunu kavrayamazlar.

Kur'ân'ın hidâyetinden nasiplenemeyecek olan fâsıklar, şu özelliklere sahiptirler:
27 Onlar, kabul edip onayladıktan sonra Allah'ın ahdini bozarlar. Yani o fâsıklar; 1- İnsanlara Allah'ın adıyla yemin ederek söz verirler, fakat verdikleri sözlerden cayar, hiçbir ahit ve antlaşma tanımazlar. 2- Allah'ın kitap ve elçi göndererek kullarıyla yaptığı ilâhî sözleşmeyi, onu yeminlerle kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar. 3- Allah her insanın fıtratına, O'na kulluk etme ve iyilik yapma duygusunu vererek (A'râf, 7/172-173) ondan ahit almıştır. Ancak fâsıklar, vicdanlarında tüm derinliğiyle hissettikleri bu ahdi bile bile çiğneyerek zulüm ve inkârı tercih ederler.

Ayrıca, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri keserler. O fâsıkların bir diğer özelliği de, Allah'ın geliştirilmesini emrettiği ilişkileri kesip atmalarıdır. Onlar akraba, komşu, yoksul, yetim ve yardıma muhtaç kimselere gereken ilgi ve yakınlığı göstermezler. Gerek aile içi bağlılıkları, gerek toplumsal barış ve dayanışmayı sağlamaya yönelik bağlantıları, ilişkileri koparmaya çalışırlar. Ayrıca, insan ile vahiy arasındaki ilgiyi, bağı ve bütünlüğü keserek insanı köksüz, temelsiz, başıbozuk bir varlık hâline getirmeye çalışırlar.

Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İnsanı ve tabiatı fesada uğratarak yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İnsanın sağlıklı düşünme yeteneğini körelten, amaçsız ve hedefsiz bir neslin yetişmesine sebep olan, ekonomik ve toplumsal ilişkilerin yozlaşmasına, çürümesine yol açan bir düzen kurarlar.

Onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir. İşte buraya kadar vasıfları sayılan o fâsıklar, dünyada da âhirette de kaybetmeye, zarara ve ziyana uğramaya mahkûm olan kimselerdir.
28 Ey gâfiller! Nasıl olur da Allah'ı ve gönderdiği mesajını inkâr edersiniz? Bahşettiği bunca lütuf ve nimetlerine rağmen, hangi yüzle Rabb'inize karşı nankörlük eder, O'nun emir ve yasaklarını hiçe sayarsınız? Oysa siz bir zamanlar cansız, ruhsuz bir toprak hâlinde ölü idiniz de, Allah o topraktan insanı yaratarak size hayat verdi.

Sonra sizi öldürür, sonra diriltir ve sonra O'na döndürülürsünüz. Sizi ölü topraktan yaratan Allah, vakti gelince öldürüp yeniden toprağa döndürecektir. Diriliş Günü gelip çatınca da, toprağa karışmış ölü bedenlerini yeniden diriltecek ve böylece, yapıp ettiklerinizin hesabını vermek üzere O'nun huzuruna getirileceksiniz.

Evet, nasıl olur da Allah'ı inkâr edersiniz?
29 O Allah ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.Hayvanları, bitkileri, havayı, suyu, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını hep sizin ihtiyaçlarınıza uygun olarak yarattı ve hepsini sizin hizmetinize sundu.

Sonra emir ve iradesiyle göğe yöneldi ve onları, iç içe yedi atmosfer tabakasından oluşan yedi katlı gök kubbe yahut iç içe yedi katmanlı, çok boyutlu evrenlerden oluşan yedi gök hâlinde mükemmel bir ölçüyle düzenledi.

Hiç kuşku yok ki, O her şeyi bilendir.Her şeyi en iyi bilen Allah, sizin dünyada ve âhirette huzur içinde yaşamanız için neleri yapıp nelerden sakınmanız gerektiğini de gayet iyi bilmektedir.

Yeryüzünün hayata elverişli kılınmasından sonra, insanlığın yaratılışına gelince:
30 Hani bir zaman Rabb'in meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. Benden alacağı güç ve yetkiyle yeryüzünde benim adıma hüküm verecek, benim emirlerimi yaratılmışlar üzerinde uygulayacak insanı yaratacağım ve onu emirlerimi uygulayan bir halife, bir temsilci olarak yeryüzünde görevlendireceğim!" demişti.

Melekler, "Ey Rabb'imiz! Yeryüzünde bozgunculuk yapıp fesat çıkaracak ve menfaati için zulmedip kan dökecek varlığı mı yaratacaksın? Oysa biz seni her türlü kusurdan tenzih etmekte, daima övgüyle anıp yüceltmekteyiz. Tabiatımıza yerleştirdiğin bu saflık, bizi hilâfete daha lâyık kılmaz mı? Doğrusu, insan denen varlığı yaratıp halife tayin etmendeki hikmeti kavrayamadık." dediler. Melekler, insan denen varlığın hem irade hem de yeryüzünde halifelik yetkisi ile donatılmasının, bu yetkiyi kötüye kullanma riskini de beraberinde taşıdığını düşünüyorlardı. Ayrıca daha önce yaratılan ve insan gibi irade sahibi olan cinlerin yaptığı kötülükleri de biliyorlardı. İçyüzünü bilemedekileri bu meselenin hikmetini öğrenmek için Allah'a bu soruyu sordular.

Meleklerin bu sözüne karşılık Allah, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim. Halifelik görevinin insana verilmesinin pek çok sebep ve hikmetleri vardır, fakat bunu yalnızca ben bilirim, siz bilemezsiniz." dedi.

Evet, kimi zaman yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek olan insan, görünürdeki bu kısmî kötülüklerinin yanı sıra, onlardan çok daha büyük ve geniş kapsamlı iyilikler yapacaktı. Fakat melekler, Allah'ın yeryüzündeki halifesinin eliyle dünyayı inşa ve imar etme, oradaki hayatı geliştirip çeşitlendirme dileğinin hikmetinden habersizdiler. Allah bu hikmeti meleklere şöyle bildirdi:
31 Allah Âdem'e, halifelik yetki ve sorumluluğu ile ilgili bilmesi gereken her şeyi, tanıması gereken bütün varlıkların isimlerini,özelliklerini ve fonksiyonlarını öğretti. Yeryüzünde halife tayin ettiği insanı, hayatı boyunca karşı karşıya geleceği enerji, hammadde, doğa kanunları gibi yeryüzünün çeşitli güç kaynaklarına hükmedecek, onlara boyun eğdirecek gizli yetenek ve güçlerle donattı. Ona, varlıklar ile semboller arasında zihinsel bağ kurma yeteneği bağışladı. Varlıkların niteliklerini, işlevlerini araştırıp öğrenme, eşyayı kullanma, değiştirme, gizli olan yönlerini bulup ortaya çıkarma ve varlıklar üzerinde yaratıcı zekâ ile tasarruf etme yeteneğini verdi. İnsan bu bilgi ve yeteneği doğru yönde kullandığı takdirde, hem Allah'a kulluk ve hem de yeryüzünü ıslah konusunda meleklerden çok daha üstün işler başarabilecekti. Meleklere gelince, görevleri bunu gerektirmediği için onlara böyle bir güç ve yetenek verilmemişti.

Âdem'e isimlerin öğretilmesi, bu isimlerin gösterdiği manayı ve içerdiği hakikati öz gerçekliğiyle bildirmeyi ifade eder. Aksi halde öğretilen isimler soyut seslerden öte bir şey ifade etmez, bu da meleklerin dahi bilemediği bir "ilim" olarak nitelendirilmezdi.

Sonra Allah bunları, yani Âdem'e öğrettiği isimlerin karşılığı olan varlıkları meleklere göstererek, "Eğer az önce ima ettiğiniz ‘halifeliğe daha lâyık olma' iddianızdadoğru iseniz, o zaman bu varlıkların isimlerini ve özelliklerini bana Âdem'in söylediği gibisöyleyin!" dedi.
32 Kendi görev alanı dışındaki konularda bilgi sahibi olmayan melekler, "Hâşâ, seni her türlü eksiklikten, noksanlıktan tenzih ederiz! Biz senin bize öğrettiklerinden başkasını bilemeyiz. Her şeyi bilen, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan ancak sensin!" dediler
33 Bunun üzerine Allah, "Ey Âdem, şu varlıkların özelliklerini, fonksiyonlarını ve isimlerini meleklere bildir! Böylece halifelik görevine senin daha lâyık olduğunu iyice anlasınlar!" dedi.

Âdem o varlıkların isimlerini meleklere bildirince, Allah meleklere dedi ki: "Ben size, ‘Göklerin ve yerin gizliliklerini ancak ben bilirim ve dilediğime dilediğim kadar öğretirim; açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz şeyleri de yine ben bilirim!' dememiş miydim?"

İşte burada, insanın ebedî düşmanı olan İblîs sahneye çıkıyor:
34 Hani meleklere ve melekler arasında bulunan İblis'e, "Âdem'e secde [20] edin! Onun üstünlüğünü kabul ederek önünde saygıyla eğilin!" demiştik de, İblîs hariç hepsi secde etmişti. Aslen cinlerden (Kehf, 18/50) olan, fakat birtakım meziyetleri sayesinde meleklerin arasında yaşayan İblîs ise emrimize karşı gelerek secde etmemekte diretmiş, kendisini Âdem'den üstün görerek kibre kapılmış ve bu nankörlüğü sonucunda, ilâhî emre başkaldıran kâfirlerden olmuştu.
35 Daha sonra dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleşin ve oradaki nimetlerden dilediğiniz kadar serbestçe yiyin için. Bundan böyle, sen ve eşin Havvâ cennette yaşayacaksınız. Orada dilediğiniz yerden dilediğiniz kadar yiyip içebilir, cennetin bütün nimetlerinden faydalanabilirsiniz. Ancak sınırsız bir özgürlüğe sahip olmadığınızı, size bu nimetleri bahşeden Allah'a muhtaç birer kul olduğunuzu asla unutmayın! Bunun için, iman ve itaatinizi sınamak üzere, cinsellik (A'râf, 7/19-22) meyvesini size şimdilik yasaklıyorum. Ben izin verinceye kadar, bu ağaca sakın yaklaşmayın; yoksa büyük bir günah işlemiş ve bizzat kendinize zulmetmiş olursunuz!"
36 Fakat cennetten kovulan ve Âdem ile Havvâ'nın da aynı akıbete uğramasını isteyen şeytan, onlara uzaktan vesvese vererek şu düşünceyi telkin etti: "Rabb'iniz size bu meyveyi, ilahi güçlere sahip birer melek veya sonsuz hayat sahibi olmayasınız diye yasaklamıştır. Allah şahittir ki, bunu sırf sizin iyiliğiniz için söylüyorum." (A'râf, 7/20-21) Âdem ve Havvâ, şeytanın vesvesesine aldanıp yasak meyveden yediler. Böylece İblîs, onları aldatarak içinde bulundukları cennet yurdundan çıkarmış oldu.

Biz de Âdem ve Havva'yı cennetten çıkardıktan sonra, insana ve şeytana seslenerek dedik ki: "Birbirinize ebedî düşmanlar olarak dünyaya inin! Artık yeryüzüne yerleşecek ve belli bir süreye kadar orada yaşayacaksınız. Bundan böyle orayı kendinize yurt edinecek; ölüm veya kıyamet vakti gelinceye kadar orada yaşayıp imtihan edileceksiniz."
37 Derken Âdem, işlediği günahtan dolayı pişmanlık duyarak tövbe etmenin yollarını aradı. Sonra nasıl tövbe edeceğini kendisine ilham eden Rabb'inden birtakım sözler aldı ve bu hikmetli sözlerle O'na şöyle yalvardı: "Ey Rabb'imiz, biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen mutlaka kaybedenlerden olacağız (A'râf, 7/23)." Bunun üzerine, Allah da onu bağışladı. Kuşkusuz O, pişmanlık duyup tövbe eden kullarına karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

Aslında İblîs de Âdem de aynı günahı işlemişler, ikisi de Allah'ın emrine isyân etmişlerdi. Fakat İblîs günahında diretti, tövbeye yanaşmadı. Âdem ise günahının ezikliğini yüreğinde hissederek Rabb'i karşısında boyun büküp suçunu itiraf etti. İblîs'in yaptığı gibi kibre kapılmadı, günahını bir başka günahla telafi yoluna da gitmedi. Aksine, içtenlikle tövbe ederek Rabb'inin sonsuz merhametine sığındı. Bu yüzden Âdem bağışlandı, İblîs ise ebedî lânete mahkûm edildi.

Âdem ile Havvâ, günahları bağışlandıktan sonra yeniden cennete döndüler. Yaşadıkları bu tecrübe, ebedî düşmanları olan şeytanı tanımalarını sağlamıştı. Yeryüzü halifesinin böyle bir eğitim ve ön hazırlık aşamasını geçmesi gerekiyordu. Daha sonra, asıl yaratılış gayeleri olan halifelik görevini yerine getirmek ve şeytanla yapacakları mücadele ile imtihan olunmak üzere cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderildiler. Nitekim Allah daha Âdem'i yaratmadan önce meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." diyerek insanın imtihan için dünyaya gönderileceğini bildirmişti.

Allah dileseydi, isyankârlığının cezasını derhâl vererek İblîs'i oracıkta yok edebilir yahut bir daha hiç kimseyi saptırmaması için onu cehenneme atabilirdi. Fakat ilâhî hikmet gereğince, insan nefsâni duygular ve şeytanî vesveseler ile imtihan olunacak ve bu mücadele sonucunda, insanın özünde gizlenmiş olan güç ve yetenekler ortaya çıkacaktı. Bunun için Allah, kıyamete kadar şeytana mühlet verdi ve ilâhî vahiy ile desteklediği insanı, iyi ile kötü arasında seçim yapması ve ebedî cennet nimetleri yahut ebedî cehennem azabı ile noktalanacak olan imtihan dünyasında mücadele etmesi için şeytanla birlikte yeryüzüne gönderdi:
38 Böylece Âdem, Havvâ ve İblîs'e seslenerek şöyle dedik: "Hepiniz oradan yeryüzüne inin! Bundan böyle, peygamberler ve kitaplar göndererek size ve sizden sonraki nesillere doğru yolu göstereceğim. Artık benden size bir elçi, bir kitap, bir yol gösterici gelince, kimler benim gösterdiğim yolda yürüyerek hidâyetime tâbi olursa, onlara Hesap Günü'nde korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."
39 "İlâhî hidayetten yüz çevirerek hakikati inkâr eden ve insanlığın dünyada ve âhirette yegâne kurtuluş reçetesi olan âyetlerimizive yol gösterici mesajlarımızı yalanlayanlara gelince, onlar da ateş halkıdırlar ve orada ebedî kalacaklardır."

Âdem (as)'dan bu yana, bu mesajı insanlığa tebliğ eden birçok elçi ve kitap geldi. İlâhî davetin son temsilcisi olarak da, son Peygamber Muhammed (sav) ve Kur'ân-ı Kerîm gönderildi. Bu mesaj sadece Araplara değil, Allah'ın iradesine boyun eğdiğini öne süren İsrailoğulları başta olmak üzere, tüm insanlığa seslenmektedir:

Buraya kadar bütün insanlık hak dine davet edildikten sonra, ilâhî mesajdan yüz çevirmenin ne gibi sonuçlar doğurduğunu gösteren bir örnek olarak İsrailoğulları [21] kıssasını ele alınıyor. Âyetlerde hitap Yahudilere yönelik olmakla birlikte, müminler de aynı duruma düşmemeleri için dolaylı olarak uyarılmaktadır:
40 Ey İsrailoğulları! Size bahşettiğim peygamberlik, kitap, ilim, liderlik, ilâhî yardım gibi nimetlerimi ve emirlerime itaat ettiğiniz sürece, sizi nasıl bütün insanlığa üstün kıldığımı hatırlayın.

Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım. Size vadettiğim zafer ve başarıyı elde etmek ve âhirette ebedî saadete nail olmak istiyorsanız, Son Peygamber de dâhil olmak üzere, gönderdiğim tüm elçilere ve kitaplara iman edin. Ve başkasından değil, yalnızca benden korkun! Bu dünyanın gelip geçici çıkar endişeleri sizi inkâra ve zulme sürüklemesin. Sizi hak dine inanmaktan alıkoymak isteyenlerin tehditlerine de aldırmayın. Asıl benim azabıma uğramaktan ve benim sevgimi kaybetmekten korkun.
41 Yanınızda bulunan Tevrat'ın tahrif edilmemiş kısımlarını onaylayıcı olarak indirdiğimiz bu son vahye iman edin; onu inkâr edenlerin ilki ve öncüleri siz olmayın! [22] Elinizdeki Tevrat'ı size gönderen Allah, şimdi de Kur'ân-ı Kerîm'i göndermiştir. Kur'ân'ı inkâr ettiğiniz takdirde, Tevrat'a iman iddianızın hiçbir anlamı kalmayacak ve sizden etkilenerek inkâra sürüklenecek toplumların vebâli de sizin omuzlarınızda olacaktır.

Benim âyetlerimi ve bu âyetlerin içerdiği hükümleri servet, makam, şan, şöhret gibi basit menfaatlerle değişmeyin ve başkasından değil, sadece benden sakının! İnsanların övgü ve kınamalarını değil, benim rıza ve hoşnutluğumu dikkate alın.
42 Hakkı bâtıl ile bulandırmayın ve bile bile gerçeği gizlemeyin! Bâtıl yorum ve iddialarınızı Tevrat'a karıştırarak hakikati çarpıtmayın!  Ahmed adındaki Son Peygamber'in geleceğini müjdeleyen (Saff Sûresi, 61/6) Tevrat âyetlerini ve kitapta yer alan diğer gerçekleri gizlemeyin.
43 Namazı kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin! Siz de Müslümanlar gibi beş vakit namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'ın hükmüne boyun eğen müminlerle birlikte, Kur'ân'ın ve Son Elçi'nin emirlerine boyun eğin! Unutmayın ki, bedenî ibadetlerin sembolü olan namaz ve mâlî ibadetlerin sembolü olan zekât, bütün peygamberlere ve ümmetlerine emredilen evrensel ibadetlerdendir.

Yahudi din bilginleri, halka kutsal kitaba inanıp onunla amel etmelerini ve Allah'ın rızasına uygun şe­kilde yaşamalarını öğütlüyor, fakat kendileri tam aksi davranışlar sergiliyorlardı. Ayrıca İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet edildiğine göre, Medine'deki Yahudi bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip "Muhammed hakkında ne dersin?" diye soranlara, "Doğrudur, haktır." diyerek Peygamber'e uymalarını tavsiye ediyor fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan gelecek hediye ve vergilerden mahrum kalma endişesiyle Müslüman olmaya yanaşmıyorlardı.

İşte bu Yahudi bilginlerini çelişkili tu­tumları ve samimiyetsizlikleri sebebiyle eleştirmek ve aynı zamanda Müslümanları, özellikle ümmetin önderleri konumunda bulunan âlimleri ve yöneticileri böyle bir duruma düşmemeleri konusunda uyarmak üzere aşağıdaki âyet nazil oldu:
44 Ey Yahudi din adamları! Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Oysa kitabı okuyorsunuz, hiç akletmez misiniz?

Siz başkalarına güzel şeyleri öğütlerken, kendinizi neden ihmal ediyorsunuz? Sırrınızı ifşa etmeyeceğine güvendiğiniz kimselere gizlice Müslüman olmalarını tavsiye ederken, neden kendiniz hak dinden yüz çeviriyorsunuz? Oysa içerisinde birtakım tahrifatlar olsa bile, bütün peygamberlere imanı emreden; dürüst, tutarlı ve ahlâklı olmayı öğütleyen Tevrat'ı okuyup duruyorsunuz. Siz hiç aklınızı kullanmaz, yaptığınız işin neticesini düşünmez misiniz? [23]
45 Sabır ve namazla Allah'tan yardım dileyin. Doğrusu bu, Allah'a saygıyla bağlananlardan başkasına ağır gelir. Ey Yahudiler! Son kitaba iman etmenizi engellemeye çalışan şer güçlere boyun eğmeyin! Onlara karşı sabırla göğüs gerip direnin ve namazla, duayla Rabb'inizden yardım dileyin. Eğer dürüstlük ve samimiyetten ayrılmaz, zorluklar karşısında yılmayıp direnirseniz, Allah size elbette yardım edecektir. Gerçi bu ağır ve zor bir görevdir, ama Allah'a saygıyla bağlananlar için; binlerce yıllık geleneklerin ürettiği toplumsal baskıları, çıkar kaygılarını ve önyargıları aşıp hak dine iman etmek hiç de zor değildir.
46 O saygılı kimseler ki, bir gün mutlaka Rablerine kavuşacaklarını, eninde sonunda O'na döneceklerini bilirler. Allah'a saygıyla bağlanan insanlar, hangi ırktan ve hangi dinden olurlarsa olsunlar, bir gün mutlaka Allah'ın huzuruna çıkacaklarını ve bu dünyada yapıp ettikleri her şeyin hesabını vereceklerini bilirler. Bu bilinç, onları hakkı kabul etmeye ve doğru davranışlar göstermeye sevk eder.
47 Ey İsrailoğulları! Size bahşettiğim nimetlerimi ve ilâhî yasalara itaat ettiğiniz sürece sizi âlemlere, yanikendi döneminizdeki toplumlaranasıl üstün kıldığımı hatırlayın. Size daha önceki peygamberler döneminde bahşettiğim nimetlerimi hatırlayın. O vakitler elçilerime iman ve itaat ettiğiniz sürece, sizi insanlığın önderleri ve efendileri kılmıştım. Bugün de bu nimete nail olmak ve müminlere vaad ettiğim zafer ve başarıyı elde edip âhirette ebedî saadeti kazanmak istiyorsanız, gönderdiğim Son Elçi'ye ve Kur'ân'a iman edin.
48 Ve öyle bir günden sakının ki; o gün hiç kimse başkası adına bedel ödeyemeyecek yahut başkasının cezasını çekmeyecek, hiç kimsenin cezayı hak eden kişinin kurtuluşu için iltimas, aracılık ve şefaat etmesine izin verilmeyecek, hiç kimseden kurtuluş fidyesi kabul edilmeyecek ve ilâhî yardımı hak etmeyen hiç kimseye yardım edilmeyecektir.

Ey Yahudiler! Mahşer günü gelip çattığı zaman, mensubu olmakla övündüğünüz ırkınız, meşrebiniz, toplumuz, cemaatiniz size fayda vermeyecek, ilâhî adalet karşısında hiçbir kişi veya toplum özel ve ayrıcalıklı muamele görmeyecektir. Bugün ilâhî mesajdan yüz çevirdiğiniz takdirde, "Peygamber torunları" veya "Şanlı bir tarihin evlatları" olmanız sizi azaptan kurtaramayacaktır. Mahşer günü kişiye ancak imanı ve salih amelleri fayda verecektir. Sözde aracıların, şefaatçilerin hiç kimseye faydası dokunmayacaktır.

Şefaat, yetkili kimse nezdinde aracılık ederek bir kimsenin bağışlanmasına veya bir nimete kavuşmasına vesile olmak demektir. Dinî bir terim olarak ise, günahkâr bir kimsenin, Allah katında mertebesi yüksek olan bir zatın Allah'a dua etmesi sonucunda affedilmesi anlamına gelmektedir. Kur'ân, ancak Allah'ın dilediği kimselerin (Yûnus, 10/3; Tâhâ, 20/109; Sebe, 34/23; Necm, 53/26) yine ancak O'nun tayin ettiği kimselere (Enbiyâ, 21/28) şefaat edebileceğini bildirmiştir. Yani kimlerin şefaate lâyık olduğunu ve bu kimselere kimlerin şefaat edeceğini Allah belirlemektedir. Buna göre, şefaat yetkisi verilecek olanlar, diledikleri kişilere değil, ancak şefaati hak ettiği bildirilen kişilere şefaat edeceklerdir. Demek ki asıl ikram şefaat edilene değil, şefaat edene yapılmaktadır. Yani Allah, rızasını kazanmış olan bir kulunu onurlandırmak için, affa layık gördüğü günahkâr bir kulunu azaptan kurtarması için ona şefaat yetkisi vermektedir. Bunun benzeri dünyada da yaşanmaktadır. Örneğin Allah, herhangi bir şekilde hidâyeti hak eden bir kimseyi, razı olduğu bir kulu aracılığıyla hidâyete ulaştırır. Böylece hidâyeti hak eden bir kulunu inkârdan kurtarırken, aynı zamanda o kişinin hidâyetine vesile olan kimseye de ikramda bulunmuş olur.

Şu da unutulmamalıdır ki, şefaat yetkisi tamamen ve yalnızca Allah'ın elindedir (Zümer, 39/43) ve Allah'ın izni olmadan hiç kimse şefaat edemeyecektir. Şu hâlde, şefaat kullardan değil Allah'tan istenmeli ve aracıları memnun etmek için değil, Allah'ın rızasını kazanmak için çaba gösterilmelidir.
49 Ey İsrailoğulları! Sizi Firavun ve ordusundan nasıl kurtardığımızı da hatırlayın: Hani Mısırlılar size en acı işkenceleri çektiriyorlardı. Nüfusunuzun artmasını engellemek ve gücünüzü kırmak için oğullarınızı boğazlıyor, kız çocuklarınızı ve kadınlarınızı ise hizmetçi ve cariye olarak kullanmak üzere sağ bırakıyorlardı.

İşte bütün bunlarla, Rabb'iniz sizi eğitip olgunlaştırmak ve insanlığı doğru yola ileten örnek ve öncü bir toplum yapmak üzere çetin bir sınavdan geçirmekteydi.
50 Hani sizin için denizi yarıp sizleri kurtarmış, Firavun ve ordusunu da Kızıldeniz'e batırıp boğmuştuk; siz de bunu gözlerinizle görüyordunuz.

Firavunun zulmü altında yaşayan İsrailoğulları, bu zulümden kurtulmak için Hz. Musa önderliğinde Mısır'dan çıktılar. Fakat Firavun, onları yakalayıp cezalandırmak üzere büyük bir orduyla peşlerine düştü. Hz. Musa bu takipten kurtulmak için Cenab-ı Hakk'ın izniyle Kızıldeniz kıyısına kadar geldi. Önlerinde deniz, arkalarında Firavun'un ordusu vardı. İşte o anda, ilahi bir mucize olarak deniz yarıldı ve İsrailoğulları açılan yoldan geçerek karşı kıyıya ulaştılar. Firavun ve askerleri, denizin ayrılmış olan sularını dehşetle gördüler; fakat bir anlık tereddütten sonra, kin ve düşmanlıklarından dolayı onlar da denizden açılan yola girerek takibe koyuldular. Ancak denizin açılan suları tekrar birleşmeye başladı ve sonunda Firavun ve ordusu, tek bir kişi bile kurtulamadan sulara gömüldüler. İşte Allah, bu tarihi kıssayı İsrailoğulları'na hatırlatmakta ve Elçisine itaat etmeleri gerektiğini, aksi hâlde Firavun'la aynı akıbeti paylaşacaklarını bildirerek onları uyarmaktadır.
51 Ey İsrailoğulları! Hani ilk ilâhî emirleri almak üzere huzurumuza gelmeden önce, bu büyük buluşmaya ruhen hazırlanması içinMusa'ya kırk gün 40 gece mühlet vermiştik. Musa Tevrat'ın on emir olarak bilinen ilk kısmını almak üzere, kavminin yetmiş önderiyle birlikte Sina Dağı'na gelmişti. Orada ona aracısız vahyedecektik. Bu işe ruhen hazırlanması için, ona 40 gün boyunca oradaki bir mağarada tek başına ibadet ve tefekkürle meşgul olarak beklemesini emrettik. Fakat siz onunyanınızdan ayrılmasından hemen sonra, kendi ellerinizle yaptığınız altından bir buzağıya tapınmaya başladınız. İşte siz böyle zalim kimselersiniz. İsyankârlık ve serkeşlik toplumsal genlerinize öylesine nüfuz etmiş ki, bugün de Kur'an'ı ve Son Peygamber'i inkâr ederek aynı isyankârca tavrı göstermekten çekinmiyorsunuz.Nitekim Musa zamanında da o Sina'dan dönünceye kadar buzağı heykeline tapınmıştınız.
52 Derken buzağıya tapma günahından sonra tövbe ettiniz de, lütuf ve ihsanlarıma şükredesiniz diye sizi bağışladık.Bu tövbe hadisesi aşağıdaki 54. âyette izah edilecektir.
53 Ey İsrailoğulları! Hani dosdoğru yolda yürümeniz için, Musa'ya daha sonraki çağlarda Tevrat adıyla anılacak olan Kitabı ve ilâhî hükümleri doğru anlama, hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü, doğru ile eğriyi birbirinden ayırt etme ölçü ve yeteneği olan Furkan'ı [24] vermiştik.
54 Ve hani Musa kavmine, "Ey kavmim! Siz o buzağıya tapınmakla kendinize gerçekten zulmettiniz! O hâlde, yaratıcınıza yönelerek tövbe edin ve kalbinizdeki kötü eğilimleri, bencil duyguları dizginleyerek yahut aranızdan puta tapanları yakalayıp ölüm cezasıyla cezalandırarak nefislerinizi öldürün! [25] Bu, yaratıcınız katında sizin için en hayırlısıdır." demişti.

Bunun üzerine tövbe edip yeniden hakka yöneldiniz de,Rabb'iniz sizleri bağışladı. Şüphesiz O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
55 Ey İsrailoğulları! Yine bir zamanlar siz, birçok mucizeye bizzat şahit olduğunuz hâlde, "Ey Musa; biz Allah'ı apaçık karşımızda görmedikçe sana asla inanmayacağız!" demiştiniz. Yani kendilerine bağlı olmakla övündüğünüz atalarınız böyle demişlerdi ve siz de bugün onların izinden giderek aynı günaha ortak oluyorsunuz. Tevrat'ta da zikredilen bu olay şöyle gerçekleşmişti: Allah Musa'ya, İsrailoğulları'ndan yetmiş kabile reisini de yanına alıp Sina Dağı'na gelmesini emretmişti. Musa Allah'ın huzuruna çıkıp O'ndan ilâhî emirleri alınca, bu emirlerin yazılı olduğu taş levhaları getirip reislere sundu. Fakat onlar, "Sadece senin sözünle Allah'ın sana bunları vahyettiğine nasıl inanırız? Allah'ı bizzat kendi gözlerimizle görmedikçe sana asla inanmayacağız!" dediler.

Bunun üzerine, siz öylece bakınıp dururken, o anda gökten düşen ve içinizdeki isyankârları oracıkta yakıp küle çeviren bir yıldırım sizi çarpıvermişti. Bu dehşet verici olay, orada bulunan herkesin gözleri önünde cereyan etmişti. İnatçı ve küstahça davranışlarından dolayı Allah onları böyle cezalandırmıştı.Zira onlar bundan önce Musa'nın hak Peygamber olduğunu gösteren onlarca mucizeye bizzat şahit olmuşlardı.
56 Mucizevî bir şekilde cereyan eden bu yıldırım çarpmasından sonra, bahşettiğim nimetlere şükredip kulluk görevinizi hakkıyla yerine getiresiniz diye sizi ölümünüzün ardından yine mucizevî bir şekilde diriltmiştik. Ölümün ve hayatın yalnızca Allah'ın elinde olduğunu gözler önüne seren bu mucize, aynı zamanda, ahlâkî değerler ve toplumsal dinamikler bakımından ölen bir toplumun, ancak ilâhî vahyin yol göstericiliği sayesinde yeniden hayata dönebileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olmuştu.
57 Ey İsrailoğulları! Siz Mısır'dan çıkıp Sina Yarımadası'na girdiğiniz sırada, sizi çölün kavurucu ikliminden ve güneşin yakıcı sıcağından korumak için serinletici bulutları üzerinize gölgelik yapmıştık. Ayrıca bu verimsiz arazide size, bala benzer tatlı bir gıda olan ve çalılıkların üzerine çiğ damlası gibi yağan, yerden mantar gibi biten kudret helvası ve sürüler hâlinde gelip kolayca yakalayabileceğiniz şekilde ayaklarınızın dibine düşen bıldırcınlar göndermiştik.

Size sunduğum nimetler o denli boldu ki, kırk yıl boyunca ıssız çöllerde açlık ve sıkıntı çekmeksizin bu nimetlerle beslendiniz. Sonra size buyurmuştuk ki: "Size bahşetmiş olduğumuz bu tertemiz ve helâl nimetlerden yiyin için; sakın nankörlük ve isyankârlık etmeyin!" Ama onlar, bunca nimetler karşısında zulmü, inkârı ve nankörlüğü tercih ettiler.

Fakatböyle davranmakla bize değil, ancak kendilerine kötülük ediyorlardı. Zira nankörlüklerinin neticesinde hüsrana uğrayacak olan kendilerinden başkası değildi.
58 Hani İsrailoğulları'na Kudüs'ü ele geçirmelerini emrederek demiştik ki: "Yöneticileri zalim olan şu şehre girin ve orada dilediğiniz yerden bol bol yiyin için. Fakat şehri ele geçirdiğiniz zaman kapısından kibir ve çalımla değil, ‘Bağışla bizi ya Rab!' diyerek alçakgönüllülük ve saygıyla eğilerek girin ve şehir halkına karşı merhametli, bağışlayıcı olun ki, biz de sizin günahlarınızı bağışlayalım. Günahlarınızın bağışlanmasını istiyorsanız, siz de başkalarını affetmelisiniz. Şunu iyi bilin ki, emrimize uyup iyilik yapanları hak ettiklerinden çok daha fazlasıyla ödüllendireceğiz."

Allah İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkardıktan sonra onlara Kudüs'e girmelerini ve orada yaşayan Amalikler'i şehirden çıkarmalarını emretmişti. Fakat İsrailoğulları, Allah'ın bu emrine karşı gelerek demişlerdi ki:

"Ya Musa, orada zorba ve acımasız bir millet yaşıyor. Onlar oradan çıkmadıkça, biz kesinlikle o şehre girmeyiz. Eğer kendiliklerinden çıkıp giderlerse, ancak o zaman oraya gireriz (Mâide, 5/22). Sen ve Rabb'in gidin ve onlarla kendiniz savaşın; biz burada oturup bekleyeceğiz!" (Mâide, 5/24)

Bunun üzerine Allah, İsrailoğulları'nı kırk yıl boyunca çölde perişan bir hâlde dolaşmaya mahkûm etti. Bu dönemin sonunda yetişen yeni nesil, Yuşa Peygamber'in liderliği altında bu kasabayı fethederek şehre girdiler. Allah onlara şehrin kapısından kibirlenmeden, taşkınlık göstermeden alçakgönüllü ve saygılı bir şekilde girmelerini, günahlarının affedilmesi için O'na dua etmelerini emretmiş ve böyle davrandıkları takdirde günahlarını bağışlayacağını; adaleti, dürüstlüğü ve güzel ahlâkı karakter edinen kimselere bunun da ötesinde üstün nimetler ve imtiyazlar bağışlayacağını vaad etmişti. Fakat onlar bütün bu emirleri çiğneyip tersine çevirdiler ve şehre barbar, acımasız despotlar gibi girdiler.

Kur'ân'ın eğitimi altında ahlâkî olgunluğun zirvesine ulaşan Hz. Muhammed (sav), Mekke'ye zafer kazanmış bir komutan olarak girerken, âyette istenen güzel davranışın en mükemmel örneğini göstermişti. Fethettiği şehre mağrûr ve muzaffer bir kumandan edasıyla değil, son derece mütevâzı bir hâlde, mübarek sakalları devesinin semerine değecek kadar tevazuundan eğilmiş, adeta secde eder bir vaziyette ve Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lütuflarına şükrederek girmişti (Heysemî, VI/169).

Âyette geçen "Hıtta" (affet, bağışla) kelimesi iki şekilde anlaşılabilir ki, ikisi de doğrudur: 1- Allah'tan günahlarınızın bağışlanmasını dileyerek şehre girin. 2- Şehir halkının bağışlanma talebini geri çevirmeyin. Genel af ilân edin ve halkı öldürmekten, şehri talan etmekten kaçının.
59 Fakat o zalimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler.  İsrailoğulları içindeki isyankârlar, Allah'ın emrini hiçe sayarak kibir, çalım ve taşkınlık gösterileri içinde şehre girdiler. Tövbe istiğfar etmek şöyle dursun, iyice günaha ve zulme daldılar. Üstelik "hıtta" kelimesini, "buğday" anlamına gelen "hınta" ile değiştirerek Allah'ın emrini alaya aldılar.Böylece ilâhî yasaları ya açıkça reddettiler ya da keyiflerince yorumlayarak kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalıştılar.

Biz de yaptıkları kötülüklerden dolayı, o zalimlerin üzerine gökten korkunç bir azap indirdik. Yaptıkları kötülüklerden dolayı onlara gökten, yani doğrudan doğruya kendi katımızdan bela ve musibetler gönderdik. Bulaşıcı hastalıklar, kıtlık, yenilgi, iç savaş ve benzeri toplumsal felaketlerle onları cezalandırdık.
60 Ey İsrailoğulları! Hani Musa, çölde susuz kalan halkı için Allah'a dua edip su istemişti. Biz de ona, "Asanla şu kayaya vur!" demiştik. Dileseydik, Musa'nın kayaya vurmasına gerek kalmadan da onlara su verebilirdik. Fakat ilâhî hikmet uyarınca, bahşettiğim lütuf ve nimetlerin elde edilebilmesi için kullarımın da istekte bulunmasını ve bu yönde çaba göstermesini gerekli kıldık.

Musa asasıyla kayaya vurur vurmaz, derhâl oradan on iki pınar fışkırmış ve İsrailoğulları'nı meydana getiren on iki boydan her biri, diğerinin hakkına saldırmaksızın kendi su içeceği yeri kolayca öğrenmişti. Musa, "Kayaya vurmayla suyun ne alâkası var? Kupkuru kayadan böyle suyun çıktığı nerede görülmüş?" demedi. Rabb'ine tam bir güven ve bağlılıkla, hiç tereddüt etmeden emri yerine getirdi. Demek ki, bir toplum Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ettiği takdirde Allah onları asla yalnız ve yardımsız bırakmayacak; gerektiğinde çöldeki kayadan sular çıkararak imkânsız zannedileni mümkün kılacak, olmazı olur yapacaktır.

İşte o vakitler ilâhî vahye itaat eden İsrailoğulları'na Allah şöyle buyurmuştu: "Allah'ın nimetlerinden yiyin için. Bu nimetlerin devamını istiyorsanız, sakın yeryüzünde bozgunculuk yapıp fitne ve kargaşa çıkarmayın!"
61 Eyİsrailoğulları! Hani siz, "Ey Musa!" demiştiniz, "Biz tek bir çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Her gün aynı yemeği yemekten bıkıp usandık. Artık o gökten gelen ilâhî nimetleri de istemiyoruz. Bizim için Rabb'ine dua et de, bize Mısır'da olduğu gibi toprakta yetişen yeşillik, kabak, sarımsak, mercimek, soğan gibi çeşitli yiyecekler çıkarsın. Böylece biraz da keyfimize göre lüks ve refah içerisinde yaşayalım!"

Bunun üzerine Musa dedi ki: "Siz bu üstün nimeti değersiz bir şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Allah yolunda özgürce mücadele edip cenneti kazanmak yerine, Mısır'da köleyken elde ettiğiniz o lüks, fakat onursuzca hayatı mı tercih edeceksiniz? Allah sizi burada eğiterek dünyanın önderleri yapmak istiyor; fakat siz arzu ve heveslerinizin tatmini peşinde koşuyor, yerleşik hayatın getireceği lüks ve sefahati bir müddet olsun terk etmeye yanaşmıyorsunuz. O hâlde, bir zamanlar kölelik hayatı yaşadığınız Mısır'a hor ve hakir bir hâlde geri dönün; istedikleriniz orada var. Öyle yerlerdezalim diktatörlerin egemenliği altında nisbî bir güvenliğe kavuşur, bol bol sebze meyve yersiniz; fakat yeniden zillet ve esaret altında ezilerek belanızı da bulursunuz!"

Böylece o isyankâr Yahudiler, Allah'ın gazabına uğrayarak aşağılık ve perişanlığa mahkûm edildiler. Musa döneminden birkaç kuşak sonra da çöküş sürecine girdiler. Devletleri yıkıldı, cemiyetleri dağılıp perişan hâle düştüler ve Fâtiha sûresinde ifade edildiği gibi, "gazaba uğrayan" bir toplum oldular.

Çünkü söz ve davranışlarıyla Allah'ın âyetlerini inkâr ediyor, haksız yere Peygamberleri öldürüyorlardı. Kendilerini ilâhî hükümlere çağıran Peygamberlere ve onların izinden giden davetçilere hayat hakkı tanımıyor, onların toplumdaki saygınlık ve etkinliklerini yok etmeye çalışıyorlardı.

Bunun da sebebi, emrimize isyan etmeleri ve hak hukuk tanımayıp azgınlık ederek sınırı aşmalarıydı.

Bütün bu kötülüklerden korunup dünya ve âhirette kurtuluşa ermenin yolu şudur:
62 Gerçek şu ki, dış görünüşleri itibariyle Kur'ân'a iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve bu üç semavi şeriatın mensupları gibi Allah'a, ilahi vahye ve nübüvvete iman eden Sâbiîler var ya;

Bu gibi Kitap Ehli olup da şirki ve putperestliği reddeden din mensuplarından her kim Allah'ın varlığına, birliğine; her türlü kusur, eksiklik ve acziyetten beri olduğuna ve yapılan her iyilik ve kötülüğün hesabının görülüp karşılığının verileceği âhiret gününe hakkıyla iman eder ve İslâm'ın ortaya koyduğu prensipler doğrultusunda güzel ve yararlı işler yaparsa,

İşte Rablerinin katında onlara iman ve amellerinin karşılığı olarak muhteşem mükâfatlar vardır; Hesap Gününde onlar ne korku duyacak ne de üzüleceklerdir.

Âyette geçen "iman edenler", İslâm toplumuna mensup olup dış görünüş itibariyle kelime-i şehadeti kabul eden kimselerdir. İman ve amel derecesi ne olursa olsun, kendisini Müslüman olarak tanımlayan, İslam toplumunun bir üyesi olan ve zahiren Müslüman görünen herkes "iman edenler" kapsamına girer.

Yahudiler, bilindiği gibi Tevrat ve Zebur'u kutsal kitap kabul edip Hz. İsa'dan önceki peygamberlere iman eden kimselerdir.

Hristiyanlar, Tevrat ve Zebur'un yanı sıra İncil'i de kutsal kitap kabul eden ve Hz. Muhammed'den önceki peygamberlere iman eden kimselerdir.

Sâbiîlere gelince, "Sâbiî" kelimesi, "ortaya çıkmak, zuhur etmek" anlamında "sabee" fiilinden türetilmiş olup, "yeni ortaya çıkan, türedi" anlamına gelmektedir. Arap müşrikleri, puta tapmayı reddeden ve bilinen semavi dinlerden ayrı olarak yeni bir tevhid inancıyla ortaya çıkan kimselere Sâbiî derlerdi. Nitekim İslam öncesi dönemde hanîf inancına mensup olanlara Sâbiî ismini verdikleri gibi, Peygamber'i ve ona tabii olan Müslümanları da bu isimle anmışlardır. Buna göre Sâbiîler, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi yerleşik semavi dinlerden ayrı olarak ortaya çıkan ve Allah'ın varlığına, birliğine, ilahi vahye ve nübüvvete iman edip putlara tapmayı reddeden inanç gruplarına verilen ortak bir isimdir. İslam öncesi dönemdeki hanîfler, Yahya Peygamber'in takipçileri olup bir yönüyle Yahudiliğe bir yönüyle Hristiyanlığa benzeyen ve halen Irak'ta yaşayan Mandenler ve Nasuralar Sâbiî gruplardandır. Şirk inancına sahip oldukları halde, tek tanrılı din mensuplarına tanınan ayrıcalıklardan faydalanmak için kendilerini Sâbiî olarak adlandıran Irak'taki Harranîler, ayette sözü edilen Sâbiîlerle karıştırılmamalıdır.

Âyette sayılan bu dört grubun ortak özelliği, genel olarak Allah'ın birliğine, ilâhî vahye ve peygamberliğe iman etmeleri ve puta tapmayı reddetmeleridir. Bunlar, âyette ifade edilen ve Kur'an'ın başka yerlerinde ayrıntılarıyla açıklanan bu üç şartı yerine getirdikleri takdirde, ebedî kurtuluşu kazanıp cennete girebileceklerdir.

Ayetin muhatabı, ebedî kurtuluş konusunda iddia sahibi olan semavi din mensuplarıdır. Bu yüzden burada müşrik, putperest, mecusi gibi din mensuplarına ve hiçbir ilâhî kaynağa dayanmayan satanist, ateist, agnostik gibi gruplara değinilmemiştir. Zira onların kurtuluşa ermeleri için, her şeyden önce putperestlik ve şirk inancından vaz geçip Allah'ın varlığına, birliğine, O'nun kitap ve elçi gönderdiği gerçeğine iman etmeleri gerekmektedir. Onlar ancak bu şartları yerine getirdikleri takdirde Ehl-i Kitap olarak kabul edilip bu ayetin muhatabı olmaya hak kazanabilirler.

Bu âyet, aynı zamanda, ebedî kurtuluşun kendi tekellerinde olduğunu iddia eden Yahudilere cevap mahiyetinde gelmiştir. Zira Yahudiler, Allah katında özel ve ayrıcalıklı bir toplum olduklarına inanıyorlardı. Bu yüzden iman ve amelleri ne olursa olsun, sadece İsrailoğulları'ndan oldukları için doğruca cennete gideceklerini, diğer insanların ise her hâlükârda cehennemlik olduğunu iddia ediyorlardı. Âyette Yahudilerin bu bâtıl iddiası reddedilerek ebedî kurtuluşun gerçek ölçüsü ortaya konmuştur. Buna göre hiç kimse, şu veya bu dine inandığını öne sürmekle veya herhangi bir ırka, sınıfa, cemaate mensup olmakla kurtuluşa eremez. Çünkü Allah katında özel ve ayrıcalıklı bir sınıf veya toplum yoktur. Cennete girebilmenin tek yolu, Allah'a ve âhiret gününe gereğince inanmak, O'nun gönderdiği emir ve yasaklara riayet etmek ve ilâhî prensiplerin öngördüğü biçimde yararlı ve güzel davranışlar ortaya koymaktır. Âyetin asıl konusu bâtıl bir iddiayı reddetmek olduğundan, Allah'ın rızasını kazanıp cennete girebilmenin temel şartları ana hatlarıyla ortaya konmuş; ancak ayrıntıya girilmemiştir. Ebedî kurtuluş için gereken diğer inanç esasları ve sözü edilen salih amellerin neler olduğu, Kur'ân'ın diğer âyetlerinde yeri geldikçe ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

Bu konuyla ilgili diğer âyetleri yok sayıp yalnızca bu âyetin yüzeysel anlamını esas alarak Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapan Yahudi ve Hristiyanların, Hz. Muhammed'e ve Kur'ân'a iman etmeseler dahi mümin sayıldıklarını ve cennete girilebileceklerini söylemek doğru değildir. Zira Allah, Yahudi ve Hristiyanları defalarca ve ısrarla Son Elçi'ye ve Kur'ân'a imana davet etmekte, bu çağrıyı bilerek reddedenleri ise açıkça lanetlemektedir (Bakara, 2/41, 89-91; Nisa, 4/47, 150).  Gaflet veya bilgi eksikliği gibi sebeplerle bu daveti reddeden halk kesiminin Allah katında belli şartlarda mazur görülebileceği söylense bile, Hz. Muhammed'i kendi evladını tanıdığı gibi tanıyan (Bakara, 146; En'âm, 20) ve Kur'ân'ın Allah kelamı olduğunu pekâlâ bilen, fakat gerek kibir ve inadından, gerek makam ve itibarını koruma adına bile bile hakkı red ve inkâr eden hahamların, rahiplerin, din âlimlerinin ve önderlerin ilâhî azaba ve lanete müstahak olduklarında şüphe yoktur (Bakara, 2/41, 89-91). Ancak İslam tebliği kendilerine tam olarak ulaşmamış olan Yahudi ve Hristiyanlar şirke ve putperestliğe bulaşmadan Allah'a ve hesap gününe iman ettikleri, hem kutsal kitaplarının hem de akıl ve vicdanın gösterdiği erdemli davranışları yapıp kötülüklerden uzak durdukları takdirde, ilahi rahmete nail olup cennete girebilirler. Burada sözü edilen "Allah'a ve âhiret gününe iman"ın gerçek ve sahih bir iman olması gerektiği açıktır. Mesela, İsa Peygamber'i "Allah" yahut "Allah'ın oğlu" olarak nitelendiren bir kimse Allah'a gerçek anlamda iman etmiş sayılamaz. Aynı şekilde, herhangi bir toplumun âhirette özel ve ayrıcalıklı muameleye tabi tutulacağını, orada iltimas ve kayırma olacağını iddia eden kimse de gerçekte âhirete iman etmiyor demektir.
63 Ey İsrailoğulları! Geçmiş tarihlerde atalarınızın yaşadığı ve kitaplarınızda size nakledilen [26] şu mucizevî olayı hatırlayın: Hani Allah'a verdiğiniz sözün önemini iyice idrak etmeniz ve bu antlaşmayı bozduğunuz takdirde doğabilecek vahim sonuçları zihninizde hep canlı tutabilmeniz için, Sina Dağı'nı yerinden sökmüş ve tıpkı bir bulut gölgesi üzerinize yıkılacakmış gibi kaldırarak sizden şöyle söz almıştık:

"Size verdiğimize sımsıkı sarılın ve içindekileri aklınızda tutun ki, kötülüklerden sakınıp korunabilesiniz. Size bahşetmiş olduğum bu kitaba tüm gücünüzle, ciddiyetle ve karalılıkla sarılın. Kitapta yer alan temel hayat prensiplerini, emir ve yasakları sürekli aklınızda ve gündeminizde tutun ki, yeryüzünde adalet, barış ve huzuru sağlayarak kötülüklerden sakınıp korunabilesiniz ve böylece âhirette ebedî saadete nail olasınız."
64 Ama bütün bunlardan sonra, yine sözünüzden cayıp yüz çevirdiniz.

Allah'ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olurdunuz. Lütuf ve merhameti sayesinde Allah sizi hemen cezalandırmadı; tövbe etmeniz için size mühlet verdi. Siz de tövbe ettiniz de, büsbütün hüsrana uğramaktan kurtuldunuz. Şimdi de ilahî lütuf ve merhamete lâyık olmak istiyorsanız, Allah'a vermiş olduğunuz sözü yerine getirmeli ve Son Elçiye iman etmelisiniz.

Yahudilerin dönekliğini gösteren çarpıcı bir örnek daha:

Bir zamanlar İsrailoğulları'na, cumartesi günü hiçbir işle meşgul olmayıp dinlenmeleri ve o günü Allah'a adayıp ibadetle geçirmeleri emredilmişti (Tevrat, Çıkış, 31: 12-17). Fakat içlerinden pek çoğu, açgözlülükler ederek çeşitli hilelerle bu yasağı çiğnediler (A'râf, 7/163). Bu yüzden de, –fiziksel veya ahlâkî yönden– maymuna dönüştüler:
65 Ey Yahudiler! Sizden cumartesi yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Biz de açgözlülüklerinin cezası olarak onlara, "Aşağılık maymunlara dönüşün! Yani ihtirasları uğruna tüm insanî değerleri ayaklar altına alan onursuz ve kişiliksiz varlıklar olun!" demiştik.
66 İşte bu cezayı, hem o çağda yaşayanlara hem de sonradan geleceklere ibret verici bir ders ve kötülükten sakınanlar için öğüt alınacak bir örnek kıldık.

Dört asırdan fazla Mısır'da kalan Yahudiler, Mısırlıların bazı inançlarından etkilenmişlerdi. Mısır'da sığır mukaddes bir hayvan kabul ediliyordu. Kesilip eti yenmez, çifte koşulmaz, toprak sürmezdi. Bu inanç kısmen Yahudilere de sirayet etmişti. Allah, bu inançlarını kırmak için bir inek kurban etmelerini onlara emretti. Eğer gerçekten Allah'a ve Elçisine iman ediyorlarsa, daha önceden taptıkları putu kendi elleriyle kırmalıydılar. Fakat bir tek Allah'a iman kalplerinde henüz tam olarak yerleşmemişti. Bu yüzden, emri yerine getirmemek için bahaneler öne sürerek işi savsaklamaya çalıştılar. Ayrıntı üzerine ayrıntı sordular, fakat soru sordukça daha da köşeye sıkıştılar. O kadar ki, sonunda onlara açıkça, o dönemde özellikle tapmak için seçilen altın renkli ineği kurban etmeleri emredildi.
67 Bir zamanlar Musa, İsrailoğulları arasında iyice yaygınlaşan batıl inançları yıkmak ve aynı zamanda bir cinayet olayını aydınlatmak üzere kavmine, "Allah size, bir zamanlar "efendileriniz" olan Mısırlıların inançlarına göre kutsal sayılan bir inek kurban etmenizi emrediyor!" demişti.

Onlar da, "Nasıl olur, insanların yüzyıllarca kutsal kabul ettiği bir ineği nasıl kesebiliriz? Hem kurban kesmenin cinayeti çözmeyle ne ilgisi var? Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler.

Bu küstahça tavır karşısında Musa, "İlâhî buyruklar konusunda gayriciddî davranıp cahillik etmekten Allah'a sığınırım!" dedi.
68 Onlar emri yerine getirmemek için işi yokuşa sürerek, "Bizim için Rabb'ine dua et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın!" dediler. Fakat her itiraz edişlerinde iş biraz daha zorlaşıyor, yükümlülükleri her seferinde biraz daha artıyordu:

Musa, "Allah onun ne tamamen kocamış ne de çok genç; ikisi arasında orta yaşta bir inek olduğunu söylüyor, haydi size verilen emri yerine getirin!" dedi.
69 Onlar yine, "Bizim için Rabb'ine dua et de, bize onun rengini bildirsin!" dediler.

Musa, "Allah onun, görenlere hayranlık veren sapsarı, parlak renkli bir inek olduğunu söylüyor!" dedi.
70 Onlar yine, "Bizim için Rabb'ine dua et de, onun özelliklerini bize iyice açıklasın. Çünkü bu inek kurban etme meselesi kafamızı karıştırdı. Bu nitelikleri taşıyan pek çok inek var ve hepsi de birbirine benziyor.Ama Allah dilerse, herhâlde doğru olanı yaparız!" dediler.
71 Musa: "Allah onun, boyunduruk altına alınmamış, toprak sürmeyen, ekin sulamayan, her yerde serbestçe dolaşan, alacasız ve beneksiz; kısacası tam da Mısırlılarca kutsal sayılan bir inek olduğunu söylüyor!" dedi.

İsrailoğulları, daha fazla itirazın kendilerini helake sürükleyeceğini anladılar. Böylece, "İşte şimdi gerçeği söyledin!" dediler ve istemeyerek de olsa ineği boğazladılar; fakat az kalsın bunu yapmayacaklardı.

Aslında bu iş için herhangi bir ineği kesmeleri yeterli olacaktı. Fakat onlar basit bir inek kesme emrini bile o kadar kurcaladılar ki, sonunda kendileri de işin içinden çıkamaz hâle geldiler. Öyleyse, müminler kendilerine emredileni itiraz etmeden ve güçleri yettiğince yapmalı, olmadık yorumlara dalıp gereksiz yükümlülükler icat ederek dini karmakarışık hükümler yumağı hâline getirmekten kaçınmalıdırlar.

Bu ineğin kurban edilişinin asıl sebebine gelince:
72 Ey İsrailoğulları! Hani siz bir cana kıymıştınız da, onun kim tarafından öldürüldüğü hakkında anlaşmazlığa düşmüştünüz. İçinizden bazıları bir cinayet işlemiş ve suçu başkalarının üzerine atarak büyük bir kargaşaya sebep olmuşlardı. Ortada şahit de olmadığı için cinayet aydınlatılamamıştı. Oysa Allah, gizlediklerinizi ortaya çıkaracaktı. Şöyle ki:
73 Bunun üzerine, "Onun bir parçasıyla buna vurun! Yani kurban edilen ineğin bir parçasını alıp öldürülen kişinin cesedine değdirin!" dedik. Musa aleyhisselâm kurban edilen inekten bir parça aldı ve onu, öldürülen kişinin cesedine dokundurdu. Bunun üzerine, ceset mucizevî bir şekilde dirilerek kendisini kimlerin öldürdüğünü söyledi, sonra tekrar eski hâline döndü.

İşte Allah, ölüleri böyle kolayca diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size mucizelerini böyle gösterir. Mahşer gününde de sizleri böyle yeniden diriltecek ve hesaba çekecektir.
74 Ey Yahudiler! Ama bunca mucizeleri gördükten sonra, kalpleriniz yine kaskatı kesilip taş gibi oldu; hatta daha da sert! Taşlar, kayalar bile, sizin şu duyarsız kalplerinizin yanında yumuşacık kalır. Nitekim Allah Sina Dağı'na tecelli ettiği zaman dağ dehşetten paramparça olmuştu.

Çünkü öyle kayalar vardır ki, içerisinden ırmaklar kaynar. Öyleleri de var ki, çatlayıp yarılır da bağrından pınarlar fışkırır. Yine öyle kayalar vardır ki, Allah korkusuyla dağlardan yuvarlanıp aşağıya düşer. Yani tabiattaki kayalar, ağaçlar, hayvanlar bile Allah'ın takdir ettiği fiziksel yasalara harfiyen itaat ederler. O hâlde, ey inkârcılar! Akılsız ve şuursuz dediğiniz şu taşlar, ağaçlar, kuşlar bile yüce yaratıcının kanunlarına kayıtsız şartsız boyun eğerken, akıl ve irade sahibi olan sizler, sonsuz merhamet ve şefkatiyle sizi yoktan var eden ve yaratılmışlar içinde en şerefli makama yücelten Rabb'inize karşı nasıl olur da nankörlük eder, emirlerine başkaldırırsınız?Unutmayın ki, Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
75 Şimdi ey Müslümanlar! Yahudilerin bu isyankâr, inatçı ve nankörce tutumları ortada iken, hâlâ onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onların içinde din âlimi ve lider mevkiinde bulunan öyle kimseler vardı ki, Allah'ın sözlerini bizzat peygamberin ağzından dinler ve bu sözlerin Allah'tan gelen hak olduğuna iyice kanaat getirdikten sonra, sırf dünyevî menfaatler elde edebilmek amacıyla onu bile bile değiştirirlerdi. Şimdi Son Elçi'yi ve Kur'ân'ı inkâr eden Yahudi din âlimleri de aynı tavrı göstermektedirler. Şöyle ki:
76 İnananlarla karşılaştıkları zaman, "Biz de inanıyoruz. Çünkü Hz. Muhammed'in taşıdığı niteliklere sahip bir peygamberin geleceği bize Tevrat'ta zaten müjdelenmişti!" derler.

Fakat birbirleriyle baş başa kalınca, liderleri ve akıl hocaları, bu sözü söyleyenleri kınayarak:

"Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Muhammed'in peygamberliğine dair Allah'ın size Tevrat'ta bildirdiği şeyleri, Rabb'inizin huzurunda yapacağınız tartışmada size karşı delil olarak kullansınlar da böylece insanların gerçeği öğrenmesini sağlasınlar diye mi onlara anlatıyorsunuz? Neden Müslümanların ellerine koz veriyorsunuz? Böyle yapmakla, sahip olduğunuz makamın, servetin ve itibarın elinizden gideceğini hiç düşünmüyor musunuz?" derler.
77 Peki onlar, gizledikleri ve açıkladıkları her şeyi Allah'ın zaten bildiğini ve bunları her hâlükârda Elçisine, inananlara ve tüm insanlığa bildireceğini bilmiyorlar mı?
78 İçlerinden bir de bilgiden yoksun, kara cahil ümmiler var ki, bunlar kitabı bilmezler. Dini temel kaynaklarından araştırıp öğrenmezler. Tüm bildikleri, kulaktan duyma hurafe ve kuruntulardan ibaret olup, sadece zanna dayanırlar. Böyle kimselere hakikati anlatmak neredeyse imkânsız gibidir. Onları asıl yönlendirenler ise, hakikati pekâlâ bildikleri hâlde, basit çıkarlar uğruna Allah'ın kitabındaki bazı hükümleri gizleyen veya değiştiren sözde din âlimleridir:
79 O hâlde, kitabı kendi elleriyle yazıp da, onunla servet, makam, şöhret gibi basit çıkarlar elde etmek için, "Bunlar Allah katındandır!" diyen kimselerin vay hâline!

Evet; ellerinin yazdığı şeylerden dolayı vay hâline onların; bütün o kazandıklarından ötürü vay hâline onların!

Allah'ın dinini tahrif eden bu insanların uydurduğu bâtıl düşüncelerden biri de şudur:
80 Yahudiler, "İşlediğimiz günahların karşılığında cehennemde geçireceğimiz sayılı birkaç gün dışında, bize asla ateş dokunmayacaktır! Çünkü biz Allah'ın seçkin ve ayrıcalıklı kullarıyız; her türlü günahı işlemiş olsak bile, İsrailoğulları ırkından olduğumuz için sonunda mutlaka cennete gireceğiz!" dediler.

Ey Muhammed! Onlara de ki: "Bu hususta Allah'tan bir güvence mi aldınız —ki O asla sözünden caymaz— yoksa Allah adına bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz? Allah'ın adil olmadığını, size özel muamele edip işlediğiniz zulüm ve haksızlıkları cezasız bırakacağını mı iddia ediyorsunuz?"
81 Hayır; Allah mutlak adalet sahibidir ve O'nun katında ayrıcalıklı bir sınıf veya millet yoktur! Hangi ırka, hangi dine, hangi toplumsal statüye mensup olursa olsun, her kim kötülük yapar da işlediği günahlar kendisini çepeçevre sarıp kuşatır ve böylece zulmü, haksızlığı, isyankârlığı bir yaşam biçimine dönüştürür ise, işte onlar cehennem halkıdırlar ve sonsuza dek orada kalacaklardır.
82 Allah'a, ahiret gününe ve gönderdiği bütün kitaplara iman eden ve bu imana yaraşır güzel ve yararlı işler yapanlara gelince, onlar da cennet halkıdırlar ve sonsuza dek orada kalacaklardır.

Biz bu hakikati, Yahudilere daha önce defalarca bildirmiştik:
83 Hani gönderdiğimiz kitaplar ve peygamberler aracılığıyla, İsrailoğulları'ndan şöyle söz almıştık:

"Sadece Allah'a kulluk ve itaat edin. Ana babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyi davranın. İnsanlara güzel söz söyleyin. Bütün insanlara karşı dürüst, adil, nazik ve güleryüzlü davranın. Namazı güzelce kılın, zekâtı verin."

Fakat bu sözleşmeyi kabul edip onayladıktan sonra, içinizden pek azınız hariç, aksini yaparak sözünüzden caydınız. Şimdi de Kur'ân'ı inkâr ederek hâlâ yüz çevirmektesiniz. Bu da, daha önce isyankârlık eden atalarınızla aynı karakteri taşıdığınızı gösteriyor.

İslam'dan önce, Medineli putperest Evs ile Hazrec kabileleri arasında yüzyıllardır süren bir düşmanlık vardı. Medine çevresindeki Yahudi kabilelerinden Kureyzaoğulları ve Kaynukaoğulları Evs ile; Nadiroğulları ise Hazrec ile askeri ittifak hâlindeydi. Bu iki Arap kabilesi savaşa girince, onların Yahudi müttefikleri de birbirleriyle savaşıyordu. Böylece Tevrat'ta yazılı olan emre bilerek çiğnemiş oluyorlardı. Zira Tevrat'a göre Yahudilerin birbirlerini öldürmeleri yasaktı. Bununla birlikte, bir Yahudi kabilesi diğer Yahudi kabilesinden savaş esiri alınca, onları fidye karşılığında serbest bırakıyordu. Tevrat'ın apaçık hükmünü çiğneyerek birbirlerini katleden Yahudiler, bu esirleri Tevrat'ın hükmünün gereğini yerine getirmek için serbest bıraktıklarını söylüyorlardı. Allah, Yahudilerin bu çelişkili tutumlarına dikkat çekerek buyuruyor ki:
84 Yine bir zamanlar, "Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, kardeşlerinizi yurtlarından çıkarmayacaksınız!" diye sizden kesin bir söz almıştık. Siz de bizzat şahitlik ederek bunları onaylamıştınız.
85 Ama işte siz yine birbirinizi öldürüyor, kendi halkınızdan bir kısmını haksız yere yurtlarından sürüp çıkarıyorsunuz. Üstelik onlara karşı günah ve düşmanlıkta inkârcılarla yardımlaşıyorsunuz. Kâfirlerle askeri ve siyasi ittifaklar kuruyor, onlarla aynı cephede mümin kardeşlerinize karşı savaşıyorsunuz.

Hem Tevrat'ı hiçe sayıp mümin kardeşlerinizi sürgün ediyorsunuz, hem de esir olarak elinize düştüklerinde, güya Tevrat'ın hükümlerini uyguluyor ve size ödeyecekleri fidye karşılığında onları serbest bırakıyorsunuz. Oysa aynı Tevrat'a göre, onları yurtlarınızdan çıkarmanız ta işin başında size yasaklanmıştı.

Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını işinize gelmediği için görmezlikten gelerek inkâr mı ediyorsunuz?

İçinizden bunu yapanların cezası, dünya hayatında aşağılanma, yenilgi, esaret ve perişanlıktan başka nedir ki? Diriliş Günü'nde ise onlar, cehennem azabına mahkûm edilerek azabın en şiddetlisine sürüleceklerdir. Unutmayın, Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
86 Onlar, şu gelip geçici dünya hayatını, âhiretin ebedî nimetlerine tercih eden ve dünyada basit menfaatler elde etme uğruna, öte dünyadaki ebedî saadetten ve sonsuz cennet nimetlerinden mahrum olan kimselerdir. Artık onların cehennemdeki azapları hafifletilmeyecek ve azaptan kurtulmaları için kendilerine yardım da edilmeyecektir.

Son Elçi'yi inkâr eden Yahudiler, aslında önceki peygamberlere de pek farklı davranmamışlardı:
87 Doğrusu biz Musa'ya, bugünkü Tevrat'ın ilk bölümlerini oluşturan kitabı verdik ve ardından, insanlığı doğru yola iletmek üzere peş peşe peygamberler gönderdik.

Meryem oğlu İsa'ya da ölüleri diriltme, hastalıkları tedavi etme, çamurdan yapılmış şekillere hayat verme gibi apaçık mucizeler bahşettik ve onu Kutsal Ruh Cebrail'in vahiy ve ilham gücü ile destekledik.

Ama ey Yahudiler, ne zaman size bir peygamber hoşunuza gitmeyecek bir emir getirdiyse, her defasında büyüklük taslayıp kafa tutmadınız mı? Sonra da o peygamberlerden bazılarını yalanlayıp bazılarını öldürmediniz mi?
88 Yahudiler, kendilerini hak dine davet edenSon Elçiye, "Boşuna nefesini tüketme, sana ve söylediklerine karşı kalplerimiz kapalıdır. Biz imanımızda öylesine sabit ve kararlıyız ki, aksine söylenecek hiçbir söz, ortaya konacak hiçbir delil bizi etkileyemez." dediler. Bilakis, apaçık hakikati inkâr etmeleri sebebiyle Allah onları lânetlemiştir; bu yüzden ne kadar zayıf bir imana sahiptirler!
89 Onlara Allah tarafından, yanlarındaki Tevrat'ın değiştirilmemiş bölümlerini onaylayan bir kitap gelince —ki öteden beri putperest kâfirlere karşı onun sayesinde zafer kazanacakları ümidiyle Son Elçi'nin gelmesini bekleyip duruyorlardı— işte o tanıdıkları ve bekledikleri (Tesniye, 18: 15,18) Son Elçi onlara gelince, kendi ırklarından değil diye onu inkâr ettiler.

O hâlde, Allah'ın lâneti inkârcıların üzerine olsun!

Son Peygamber'e ve Kur'ân'a iman etmedikleri için Yahudileri lanetleyen bu ayet-i kerime, Ehl-i Kitab'ın, yalnızca kendilerine gönderilen kitap ve peygamberlere inanmakla kurtuluşa eremeyeceğini açıkça göstermektedir (Bakara, 2/62).
90 Allah'ın, kullarından lâyık gördüğüne sonsuz lütfundan bahşetmesini, yani Araplardan bir yetime kitap ve peygamberlik vermesini çekemeyerek O'nun indirdiği Kur'ân âyetlerini inkâr etmekle kendi canlarını, öz benliklerini ve dolayısıyla âhiretteki ebedî kurtuluşlarını ne kötü bir şeyle değiştiler de, gazap üstüne gazaba uğradılar!

Allah'ı ve âyetlerini inkâr eden bütün kâfirler için, dünyada ve âhirette hor ve hakir kılıcı, alçaltıcı bir azap vardır.

Peygamber (s)'in zevcelerinden Hz. Safiye'nin anlattığı şu olay, Yahudilerin nasıl bile bile inkâra saplandıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Yahudi liderlerinden Huyeyy bin Ahtab'ın kızı olan ve bilahare İslam'ı kabul eden Safiyye (ra) diyor ki:

"Peygamber (as) hicret edip Medine'ye gelince, Yahudilerin önde gelen liderlerinden ve âlimlerinden olan babam ile amcam onu görmeye gittiler. Eve döndüklerinde, Amcam Ebu Yâsir, babama, "Bu o mudur? Sence Muhammed Tevrat'ta geleceği müjdelenen o Peygamber midir?" diye sordu. Babam, "Evet vallahi; beklediğimiz Peygamber'in ta kendisidir." diye cevap verdi. Amcam, "Bundan emin misin?" diye sorunca, babam, "Evet, eminim." dedi. Amcam, "O hâlde ne yapmak niyetindesin?" diye sordu. Babam da, "Allah'a yemin ederim ki, yaşadığım sürece ona düşmanlık edeceğim ve başarısız olması için elimden geleni yapacağım!" diye cevap verdi." (Sîreti İbn-i Hişâm, Safiyye'den Bir Tanıklık)

İşte Yahudilerin bu inatçı ve inkârcı tavırlarından dolayıdır ki;
91 Onlara, "Allah'ın gönderdiği mesajların tümüne iman edin!" denilince, "Biz ancak bize indirilene inanırız!" der, ötesini inkâr ederler. Son Peygamberi ve Kur'ân'ı reddederler.

Oysa gayet iyi bilirler ki, bu Kur'ân, yanlarındaki Tevrat'ın tahrif edilmemiş bölümlerini onaylayan ve mutlak gerçeği, doğruyu ortaya koyan hak bir kitaptır.

Ey Muhammed! Gerçek iman ehli olduklarını iddia eden bu inkârcılara de ki: "Madem bu kadar inançlıydınız da, daha önce Allah'ın Peygamberlerini neden öldürüyordunuz? Son Elçiye karşı gösterdiğiniz küstahça tavrı, bir zamanlar Zekeriya'ya, Yahya'ya, İsa'ya ve daha önceki nice Peygamberlere de göstermediniz mi? O peygamberlerden nicelerini öldürüp nicelerini inkâr etmediniz mi? Aslında siz kendi kitabınıza da inanmıyorsunuz. Aksi hâlde, size Tevrat'ta müjdelenen Son Peygamberi yalanlamaz, böylece geçmişte bazı Peygamberleri öldüren atalarınızın işlediği suça ortak olmazdınız."
92 Ey İsrailoğulları! Andolsun Musa da size apaçık deliller ve mucizeler getirmişti. Fakat onunSina Dağı'na çıkmak için aranızdan ayrılmasından hemen sonra, buzağı heykeline tapınmaya başladınız. İşte siz, böyle nankör ve zalim kimselersiniz!
93 Hani bir zamanlar, Allah'a verdiğiniz sözün önemini iyice idrak etmeniz ve antlaşmayı bozduğunuz takdirde doğabilecek vahim sonuçları zihninizde hep canlı tutabilmeniz için, Sina Dağı'nı yerinden sökmüş ve tıpkı bir bulut gölgesi gibi üzerinize yıkılacakmış gibi kaldırarak, sizden şöyle bir söz almıştık:

"Size bahşettiğimiz ilâhî prensiplere bütün gücünüzle, sımsıkı sarılın ve ondaki emir ve tavsiyelere içtenlikle kulak verin!"

Ama onlar, "İşittik ve isyan ettik!" dediler. Dilleriyle "İşittik!" derlerken, tavır ve davranışlarıyla "İsyan ettik!" diyorlardı. Dilleriyle inandıklarını iddia ettiği şeyleri, hayatları ile inkâr ediyorlardı.

Bunun neticesinde, inkâr etmeleri sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi içirildi. Azgınlıklarının doğal sonucu olarak, altın buzağı heykeli ile sembolize edilen isyankârlık, inkârcılık ve dünyevî arzuları ilâh edinme tutkusu iliklerine kadar işledi. Bunun neticesinde Allah'a isyan ettiler, peygamberle­ri öldürdüler ve yeryüzünde daima fesat çıkardılar.

Ey Peygamber! Kendi peygamberlerine dahi isyan eden ve bunca günahları işledikleri hâlde, gerçek iman ehli olduklarını iddia eden o Yahudilere de ki: "Eğer siz inanan kimseler iseniz, şu sözde imanınız size ne kötü şeyler emrediyor! Bu ne tuhaf bir imandır ki, sahibini günaha, isyankârlığa ve Allah'ın âyetlerini inkâra sevk ediyor!"
94 Ey Peygamber! Allah katında özel ve imtiyazlı bir millet olduklarını, en büyük günahları işleseler dahi mutlaka cennete gideceklerini ve kendilerinden başka hiç kimsenin cennetlik olamayacağını iddia eden o Yahudilere de ki:

"Eğer Allah katında ahiret yurdu ve cennet nimetleri, iddia ettiğiniz gibi başka hiç kimseye değil de sadece size ait ise ve bu iddianızda gerçekten samimi iseniz, o zaman ölümü arzu etsenize! Mademki Allah katında ayrıcalıklı bir yere sahipsiniz ve ölümden sonra sizleri ebedî cennet nimetleri bekliyor, o hâlde neden ölüm denilince ödünüz kopuyor? Ölümden sonra ebedî mutluluğun yalnız size ait olduğuna gerçekten inanmış olsaydınız, elem ve kederlerle dolu şu üç beş günlük dünya hayatına böyle sımsıkı sarılmazdınız. Allah katında bu kadar değerli oldukları iddiasında bulunan insanların dünya hayatına böylesine bir tutkuyla bağlanmaları ve ölümden bu derece ürkmeleri olacak şey midir?"
95 Fakat Yahudiler, elleriyle yaptıkları kötü işlerden dolayı âhirette azap çekeceklerini çok iyi bildiklerinden, ölümü asla arzu etmezler. Allah da zalimleri çok iyi bilmektedir. Oysa gerçek müminler Allah adına söz söyleme cüretinde bulunmaz, ilâhî nimetlerin sırf kendilerine özgü olduğu iddia etmezler. Evet, cennete girmeyi kuvvetle ümit ederler, fakat bunun gereği olan dürüstlük, samimiyet ve fedakârlığı ortaya koymaktan da geri kalmazlar. İntihar etme anlamında ölümü elbette arzu etmezler; fakat gerektiğinde seve seve ölüme koşmasını da bilirler. Yahudilere gelince:
96 Sen onların ölümü arzu etmek şöyle dursun, insanlar arasında hayata en düşkün, hatta âhirete inanmayan şu müşriklerden bile daha tutkun olduklarını göreceksin.

Onlardan her biri, kendisine binlerce yıl ömür verilmesini ister. Oysa ömürlerinin uzatılması, onları azaptan kurtaracak değildir. Hiç kuşkusuz Allah, yaptıkları her şeyi görmektedir ve cezasını da mutlaka verecektir.

Yahudiler, İsrail soyundan gelmeyen birine vahiy getirdiği için Cebrail'e düşmanlık beslediklerini ve bu yüzden Peygamber'e iman etmeyeceklerini söylüyorlardı. Cebrail'in, vahyi kendi istediği kimseye değil, Allah'ın emriyle ve ancak O'nun dilediği kimseye indirdiğini gayet iyi bildikleri hâlde, kibir, inat ve ırkçılık taassupları yüzünden bu sözü söylemişlerdi. Bunun üzerine, Cebrail'e düşmanlığın Allah'a düşmanlık anlamına geldiğini, bunun da ilâhî gazaba sebep olduğunu bildiren aşağıdaki âyetler nazil oldu:
97 Ey Muhammed! Son ilâhî vahyi kendi ırklarından olmayan birine indirdi diye vahiy meleği hakkında kötü sözler söyleyen Yahudilere de ki: "Her kim, kendisinden önceki ilâhî vahiyleri onaylayan, inananlara yol gösterici ve müjde olan Kur'ân'ı Allah'ın izniyle senin kalbine indirdi diye Cebrail'e düşmanlık beslerse, aslında doğrudan ve bizzat Allah'a düşmanlık beslemiş olur.
98 "Şu hâlde, her kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, özellikle de iki seçkin melek olan Cebrail'e ve Mikail'e düşmanlık beslerse, şunu iyi bilsin ki, bu açıkça inkârcılıktır ve Allah da inkârcıların düşmanıdır!"
99 Ey şanlı Elçi! Gerçek şu ki, biz sana Cebrail aracılığıyla, insanlığı dünyada ve âhirette kurtuluşa ileten apaçık âyetler indirdik. O âyetleri, ahlaksızlık ve inkârcılık bataklığına saplanmış olan fâsıklardan başkası inkâr etmez.

Zaten Yahudiler, öteden beri azgınlık, nankörlük ve isyankârlığı âdet edinmişlerdir. Nitekim:
100 Onlar ne zaman Allah ile veya insanlar ile bir antlaşma yaptılarsa, içlerinden bir grup her defasında antlaşmaya ihanet edip onu bir kenara atmadı mı? Aslında onların çoğu, kendi kitaplarına dahî inanmıyorlar. Şöyle ki:
101 Allah tarafından onlara, ellerindeki Tevrat'ın tahrif edilmemiş bölümlerini onaylayan bir Peygamber gelince, kendilerine daha önce Kitap verilmiş olan bu insanlardan bazıları, sanki hakikati hiç bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını kaldırıp arkalarına atıverdiler. Tevrat'ta geleceği müjdelenen Son Peygamberi inkâr etmek suretiyle hem Tevrat'ı hem de Kur'ân'ı hiçe saymış oldular.Allah'ın kitabını atınca da, onun yerini hurafe ve masallarla doldurdular:
102 Yahudiler, bir zamanlar Süleyman Peygamber'in egemenliği altında esaret hayatı yaşayan şeytanların Süleyman'ın peygamberlik ve hükümranlığı aleyhinde uydurdukları asılsız iddiaların ardına düştüler. Süleyman Peygamber, her türlü zulüm, azgınlık ve kötülüğü yapan ve bu yüzden "şeytan" diye nitelendirilen bu insan ve cin gruplarını sindirip egemenliği altında almıştı. Süleyman'ı can düşmanı gören bu şeytanlar, doğal olarak ona kim besliyor ve aleyhinde iftiralar uyduruyorlardı. Daha sonraki Yahudiler, bu "şeytanların" telkiniyle Süleyman Peygamber hakkında çirkin iddialar ortaya atmış ve bunların bir kısmını Tevrat'a da eklemişlerdi. Bu iddialara göre, Süleyman (as) güya putlar adına mabetler yaptırmış ve kendisi de o putlara taparak –hâşâ– kâfir olmuştur (Tevrat, 1. Krallar, 11/1-10). Onlara göre Süleyman bir peygamber değil, bütün kudret ve saltanatını sihir yoluyla elde eden ve hatta zaman zaman putlara tapan bir günahkârdı.

Oysa Süleyman asla kâfir olmamıştı. Çünkü o ne sihirle meşgul olmuş, ne de putlara tapmıştı. Fakat asıl o şeytanlar, Allah'a ve Peygamberlerine karşı gelerek kâfir olmuşlardı. Şöyle ki:

O şeytanlar, insanlara büyücülüğü ve Babil'de Hârût ile Mârût adındaki iki melek aracılığı ile indirilen vahye dayalı bilgi ve becerileri öğretiyorlardı. Süleyman Peygamberden sonra İsrailoğulları Babil şehrine sürgün edildiklerinde, Hârût ve Mârût adındaki iki melek aracılığıyla onlara birtakım bilgi ve beceriler öğretilmişti. Fakat peygamberlere karşı gizli örgütler halinde faaliyet gösteren ve gerek şeytana tapanların, gerek mason teşkilatlarının ilk nüvesini oluşturan bir grup Yahudi, kendilerini esaretten kurtarmak üzere gönderilen bu bilgileri sihir malzemesi hâline getirerek kötü emellerine alet ediyorlardı.

Oysa Hârût ve Mârût, onlara bu bilgileri aktarırken:

"Ey İsrailoğlu! Sana öğrettiğimiz bu bilgiler iki tarafı keskin kılıç gibidir; iyilikte de kullanılabilir kötülükte de. O hâlde dikkat et, biz ancak bir imtihan aracıyız, sakın öğrendiklerini sihir amacıyla kullanıp da kâfir olma!" demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. Öğrettiklerini de, ancak zalimlere karşı kendilerini savunmaları için onlara öğretiyorlardı.

Ama Yahudiler arasındaki o şeytanlar, bu iki melekten, erkekle karısının arasını ayıracak türden büyülere malzeme yapabilecekleri şeyleri öğreniyorlardı.

Gerçi Allah'ın izni olmadıkça, onlar öğrendikleri bu sihir ile hiç kimseye zarar verecek de değillerdi. Kara büyü denilen o yaptıkları sihir gerçekte insanlara tesir edecek, zarar verecek değildi. Fakat onlar bunu zarar vermek amacıyla yaptıkları için günahkâr oluyorlardı.

Nitekim onlar, meleklerin öğrettiği bu güzel bilgilerden kendilerine fayda verecek olanları değil, zarar verecek olanları öğreniyorlardı. Yani bu bilgileri iyilik amacıyla değil, kötülük amacıyla kullanıyorlardı.

Gerçek şu ki, böyle bir çıkar alışverişinde bulunarak imanlarını kaybetme pahasına sihirle uğraşanların, özellikle de, İslâm'a ve Müslümanlara karşı şeytani taktiklerle, yıkıcı propagandalarla savaş açanların, âhiretten yana bir nasiplerinin olmadığını pekâlâ biliyorlardı.

Vicdanlarını ne kötü bir şey karşılığında sattılar, neler kaybettiklerini bir bilselerdi. [27]
103 Gerek Süleyman'a başkaldıran önceki inkârcılar, gerekse Son Elçiye karşı amansız bir muhalefet yürüten Medineli Yahudiler, gerekse kıyamete kadar İslâm'a karşı mücadele bayrağı açacak olan kâfirler, şayet Allah'a, âhiret gününe ve Allah'ın gönderdiği âyetlere iman edip inkârcılıktan, zulümden, büyücülükten, cincilikten sakınmış olsalardı, Allah tarafından verilecek ödül, kendileri için bu dünyada kazandıklarından çok daha iyi olacaktı; bir bilselerdi!

Süleyman Peygambere en ağır iftiraları atmaktan çekinmeyen Yahudiler, Son Elçi'ye karşı da aynı inkârcı tutumu sergilediler. Şöyle ki, müminler Peygamber'e bir şey söylemek istediklerinde, ona "Râinâ" diye seslenirlerdi. "Bizi gözet" anlamına gelen bu kelime, günlük dilde "Lütfen bir dakika bakar mısın?" anlamında kullanılırdı.  Peygamber'in yüzüne karşı görünüşte saygılı davranan, fakat ona gizlice zarar vermek için ellerinden geleni yapmaktan geri kalmayan Yahudiler, bu kelime ile hakaret anlamı kasdederek Rasulullah'a hitap etmeye başladılar. Şöyle ki, "Râinâ" kelimesi Arapçada "kibirli ve cahil insan" anlamına da geliyordu. Ayrıca İbranicede buna benzer "Dinle, dinlemez olasıca!" anlamına gelen bir kelime vardı. Yine bu kelime, ufak bir dil sürçmesi ile "Bizim çobanımız" anlamına gelen "Râînâ"ya da dönüştürülebiliyordu. İşte Yahudiler, kelimeyi bu tür hakaret anlamları içerecek tarzda telaffuz etmeye başladılar. Bunun üzerine, "Râinâ" kelimesi yerine, aynı anlama gelen ve hiçbir suistimale meydan vermeyen "Unzurnâ" (bize bak, bizi gözet) kelimesini kullanmaları hususunda müminleri uyaran ve bu tür kelime oyunlarıyla İslam'ı ve Peygamber'i alay konusu edinenlerin akıbetinin cehennem olduğunu bildiren aşağıdaki âyet nazil oldu:
104 Ey iman edenler! Peygambere seslenirken "Râinâ" demeyin, bunun yerine, aynı anlama gelen başka bir kelime kullanarak "Unzurnâ" deyin ve size emredileni doğru anlamak için iyi dinleyin. Allah'ın emrine başkaldıran veya Elçisi ile alay etmeye kalkışanlara gelince, inkârcılar için cehennemde elem verici, can yakıcı bir azap vardır.

O hâlde ey müminler! Kötü niyetli kimseler tarafından kirletilmiş, içi boşaltılmış kelime ve kavramları kullanmamalı, bunun yerine, meramınızı daha net ve güzel biçimde ifade edecek, hiçbir suistimale meydan vermeyecek kelime ve kavramlar kullanmalısınız. Esasen iyi bir anlama sahip olsa bile, kötü niyetli insanlar tarafından farklı anlamlara çekilebilen kaypak kelimelerden uzak durmalısınız. Örneğin, "iman ve inanç birliği" anlamına gelen "milliyetçilik" kelimesi zamanla yozlaştırılarak "belli bir ırkın menfaatlerini koruma" anlamında kullanılmaya başlamışsa, artık bu kelimede ısrar etmemeli, onun yerine, "ümmet birliği" veya "inanç birlikteliği" gibi yeni bir kavram oluşturmalısınız.

Bu inkârcılar niçin müminlere bu derece kin besliyorlar derseniz, bunun asıl sebebi şudur:
105 Ey müminler! Gerek Kitap Ehli gerek müşrikler olsun, hiçbir kâfir, size Rabb'inizden bir hayrın indirilmesini istemez. Gerek Allah'a ve ahiret gününe inandıklarını iddia eden Yahudi ve Hristiyanlar olsun, gerekse ölüm ötesi hayatı, peygamberliği ve kutsal kitapları kökten inkâr eden müşrikler olsun, kâfirlerden hiçbiri, Rabb'iniz tarafından size kitap ve vahiy gönderilmesini istemez. İlâhî emirlere boyun eğen bir toplumun Allah tarafından seçilip görevlendirilmesi onları rahatsız eder. Müminler kervanına katılıp bu onuru sizinle paylaşmak yerine, ahmakça bir haset duygusuna kapılarak sizin de onlar gibi haktan sapıp dalâlete düşmenizi isterler.

Oysa Allah, elçilik ve önderlik görevini yalnızca onu hak edenlere vererek lütuf ve rahmetini dilediğine bahşeder. Zira kimlerin bu nimetleri layık olduğunu en iyi bilen O'dur.Hiç kuşkusuz Allah, sonsuz lütuf sahibidir.

Kaldı ki, Son Elçi'nin getirdiği şeriat, zaten öncekilerin özü, esası ve zirvesidir:

Yahudiler, İslâm inancının özü hakkında müminlerin zihinlerinde şüphe uyandırmak amacıyla şöyle diyorlardı:

"Kur'an hem önceki kitapların Allah tarafından gönderildiğini söylüyor, hem de o kitaplarda bulunan bazı hükümleri değiştirip yeni hükümler ortaya koyuyor. Nasıl olur da aynı Allah, farklı zamanlarda farklı emirler verir? Allah'ın hükümlerinde iptal ve değiştirilme söz konusu olabilir mi? Allah hiç kendi yaptığını bozar, söylediğini geri alır mı? Verdiği hükümden, koyduğu kanundan vazgeçer mi? Elbette böyle bir şey olamaz. Şu halde, Yahudi şeriatinde yer alan her hüküm en ince ayrıntısına kadar ebediyen geçerlidir ve bunlara aykırı hükümler veren Kur'an, Allah'ın kelamı olamaz!"

İşte Yahudilerin bu itirazlarına cevaben, aşağıdaki âyetler nazil oldu:
106 Biz önceki ümmetlere gönderdiğimiz kutsal kitaplardaki bazı geçici toplumsal–hukukî düzenlemeleri içeren herhangi bir âyeti, değişen şartlara uygun olarak yürürlükten kaldırır veya zamanın çarkları arasında yok ederek unutturur isek, mutlaka ondan daha iyisini veya en azından onun bir benzerini göndeririz.

Öyle ya, Allah kendi mesajını korumayacak mı sanıyordun? Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?
107 Yine bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı sadece Allah'ındır? Böyle bir Allah nelere kadir olamaz, nelere güç yetiremez ki? Ve yine bilmez misin ki, sizin bu âlemde Allah'tan başka dostunuz, Allah'tan başka koruyucunuz ve yardımcınız yoktur. Yoksa siz, bu göklerde ve yerde başka bir yöneticinin, başka bir kural koyucunun hükümran olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır; mülk (mutlak hükümranlık ve egemenlik) O'nun, hüküm O'nundur. Kâinat O'nun, söz O'nundur. Mülk Allah'ın olduğu için yasayı koymak veya yürürlükten kaldırmak, yani mülkünde dilediği gibi tasarruf etmek de O'nun hakkıdır.

Cenab-ı Allah'ın, varlık âleminde bugün yarattığını yarın yok etmesi veya farklı bir varlığa dönüştürmesi nasıl yadırganmıyor ve "Madem Allah bunu yarattı, o halde neden yok ediyor?" denmiyorsa, şeriate ait âlemde de farklı zaman ve zeminler için farklı hükümler vermesi garipsenmemelidir. Bu Allah'ın ilim ve iradesinde haşa bir noksanlık değil, tam tersine, ilâhî hikmet ve rahmetin en parlak tecellisidir.

Baksana bu muhteşem hükümranlığa, bu nihayetsiz mülk ve saltanata! Bu âlemde her an neler yapılıyor, neler yıkılıyor; ne oluşumlar, ne yok oluşlar yaşanıyor; ne kudretler ortaya çıkarılıyor görmez misin? Allah'ın kâinata egemen kıldığı ilâhî yasalar uyarınca, yıkılanların yerine peyderpey yenilerinin geldiğini, tekamül ve seleksiyon (doğal ayıklanma) kurallarıyla daha iyilerinin ortaya konduğunu görmez misin? Böyle bir sonsuz kudretin sahibi olan Allah, şeriat ve hukuk âleminde niçin bir hükmü yürürlükten kaldırıp onun yerine daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun bir dengini koymasın? Niçin daha önce gönderdiği Tevrat ve İncil'in bazı hükümlerini değiştiren yeni bir kitap, yeni bir şeriat göndermesin? Bilakis, her zamanın, her mekânın, her ortamın durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde hem kalıcılık ve hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan hükümler koymak bizatihi ilim, hikmet ve adaletin ta kendisidir.

Nitekim önceki kutsal kitapları genel anlamda onaylayan bu Kur'ân, hem bu kitaplarda yapılan tahrifatı düzelterek hem de insanlığın gelişim sürecine ve sosyal şartlarının değişimine uygun olarak bazı emirleri, hükümleri ve yükümlülükleri değiştirerek kıyamete kadar geçerli olacak en son ve en mükemmel hayat sistemini ortaya koymuştur. Örneğin Yahudi şeriatında yer alan Cumartesi yasağını kaldırmış, onlara haram kılınan bazı yiyecekleri helal kılmış, kıblenin yönünü Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a çevirmiş, önceki ümmetlere yasaklanan ganimeti helal kılmış ve daha önceki şerîatlerde bulunmayan birçok yeni hüküm getirmiştir. Nitekim Musa ve Yakup Peygamberler zamanında şekillenmeye başlayan Yahudi şeriati de önceki şeriatı yürürlükten kaldırarak yeni hükümler getirmişti.
108 Yoksa ey insanlar, vaktiyle Yahudilerin Musa'yı sorguya çektikleri gibi, siz de Peygamberinizi olur olmaz isteklerde bulunarak sorguya mı çekeceksiniz?

Yahudiler, neredeyse verdiği her emirde Musa'ya itiraz etmiş, ancak uzun tartışmalardan sonra bu emirleri yerine getirmişlerdi. Hatta "Ey Musa, bize Allah'ı açıkça göstermedikçe sana asla inanmayacağız!" (Nisa, 4/153) diyecek kadar ileri gitmişlerdi. İnek kurban etme meselesinde de sonuna kadar ayak diretmiş, nihayet helak olacaklarını anlayınca emri zoraki yerine getirmişlerdi (Bakara, 2/67-73). O halde ey Ümmet-i Muhammed! Sakın siz de bugün nesh (önceki şeriatlerin değiştirilmesi) ve benzeri hususlarda Yahudilerin aldatıcı propagandalarına kanıp da, onların Musa Peygambere gösterdikleri küstahça tavrı Son Elçi'ye göstermeye kalkmayın. Şunu iyi bilin ki:

Hak ve hakikat apaçık ortadayken, her kim Peygamber'e karşı böyle küstahça ve ahmakça itirazları yüzünden imanı inkâr ile değiştirirse, yani imandan yüz çevirip inkâra yönelirse, dümdüz yolda sapmış demektir.

Sanmayın ki Yahudi ve Hristiyanlar, yeterince ikna olamadıkları için hakkı inkâr ediyorlar. Tam aksine:
109 . Ey müminler! Kitap Ehli'nden birçokları, kendilerine hak ve hakikat apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kin ve haset yüzünden, iman etmenizden sonra sizi yeniden inkâra döndürmek isterler.

Buna karşılık siz,içinde bulunduğunuz şartlar değişip de Allah size yeni çıkış yolları açarak bir sonraki emrini gönderinceye kadar onları bağışlayın, densizliklerine sabredin, çirkin ve incitici sözlerine aldırmayın. Onların size karşı düşmanlıkları ve taşkınlıkları, dengenizi kaybedip onlarla tartışmanıza, kavga ve münakaşalara dalmanıza sebep olmasın. Hiç kuşku yok ki, Allah'ın her şeye gücü yeter.
110 Siz üzerinize düşeni hakkıyla yerine getirmeye çalışın. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için yapıp gönderdiğiniz her iyiliği, Mahşer Günü Allah'ın huzurunda mutlaka göreceksiniz. Unutmayın ki, Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.
111 Önceki kutsal kitaplara inandıklarını öne sürenler, "Yahudi veya Hristiyan olanlardan başkası cennete giremeyecektir!" dediler. Yani Yahudiler de Hristiyanlar da, din adına uydurdukları bâtıl iddiaları kabul etmeyen ve gelenek hâline getirdikleri birtakım dinî formaliteleri yerine getirmeyen kimselerin —iman ve erdem sahibi olsalar bile— Allah'ın hoşnutluğunu kazanamayacağını, ebedî saadete ulaşamayacağını söylüyorlar.

Bu, onların kendi kuruntularıdır. Bu iddia, hem Yahudilerin hem Hristiyanların kendi kuruntularından, boş hayallerinden ve delilsiz, ispatsız iddialarından başka şey değildir.Onlara de ki: "Eğer doğru söylüyorsanız, kutsal kitaptan delilinizi getirin!"
112 Hayır, cennet ne Yahudilere mahsustur ne de Hristiyanlara! Zira Allah hiçbir topluma özel ve ayrıcalıklı muamele etmez. O'nun rızasını kazanıp ebedî kurtuluşa ulaşmanın bir tek ölçüsü vardır, o da şudur: Her kim ihlas ve samimiyetle yüzünü Allah'a teslim ederse, yani tüm ruhu ve benliğiyle yalnızca Allah'ın buyruklarına teslim olur ve bu teslimiyetin canlı şahidi olarak doğru, güzel ve yararlı davranışlar ortaya koyarsa, işte ona Rabb'inin katında hak ettiği mükâfatı mutlaka verilecektir. Böylelerine Hesap Gününde korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İşte bu vasıflara sahip olan kimselere Müslüman, bu dine de İslam denir. Bu dinden yüz çevirenlere gelince:
113 Yahudiler, "Hristiyanlar bir esas üzere değildirler. Onların iddia ettiği dini hiçbir temel dayanakları yoktur!" dediler.

Buna karşılık, onlara kızan bazı Hristiyanlar da, "Yahudiler bir esas üzere değildirler. Asıl onların hiçbir temel dayanakları yoktur!" dediler. Üstelik onlar, Yahudiliğin ve Hristiyanlığın iki ayrı din olamayacağını, her ikisinin de aynı kaynağa dayandığını anlatan Tevrat adındaki kitabı okuyorlar. Yahudilerin ve Hristiyanların kutsal kitap kabul ettikleri Tevrat, her iki grubun da bu iddialarının hakikate aykırı olduğuna şahittir. Zira birçok tahrifat, çarpıtma ve hatta şirk unsuru ile iç içe geçmiş olmasına rağmen, her iki inanç sistemi de aslen vahiy kaynaklıdır ve içerisinde, Müslümanların da kabul edeceği doğru hükümler bulunmaktadır.

İlâhî vahiy ve peygamberlik hakkında bilgi sahibi olmayan müşrik Araplar da onların dediklerine benzer sözler söylediler. Vahiy bilgisinden yoksun olan müşrik Araplar ve Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Konfüçyüsçülük, Taoizm gibi yeryüzündeki diğer dinlere mensup olanlar da Yahudi ve Hristiyanların bu iddialarına benzer iddialarda bulunmuşlardı. Onlar da hiçbir kanıta dayanmadan, kendilerinin mensup olduğu din dışındaki dinlerin temelden bâtıl olduğunu ve hiçbir asla dayanmadığını söylüyorlardı.

İşte Müslümanlar böyle olmamalı, öbür dinleri kökünden inkâr etmemelidirler. Bâtıl dinlerde dahi hak unsurların bulunabileceğini hesaba katmalı, bu hak unsurları kabul ve tasdik etmekten asla çekinmemelidirler. Söylediklerini akıl süzgecinden geçirerek söylemeli ve iddialarını daima aklî ve naklî delillere dayandırmalı, belgelerle isbat etmelidirler.

Şunu da unutmamalıdırlar ki, en açık ve ikna edici deliller karşısında bile inatla direten, bâtıl önyargıların ve asılsız iddiaların peşinden körü körüne sürüklenen, fakat buna rağmen kendi tuttuğu yolun hak, diğerlerinin bâtıl ve cehennemlik olduğunu iddia eden gruplar, cemaatler ve din mensupları her zaman olacaktır.

Fakat hak ehli ile bâtıl ehli arasındaki anlaşmazlıklar ebediyete kadar sürüp gidecek değildir. Mahşer Günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri her hususta aralarında hükmünü verecektir. O gün, bu dünyada yalan ve şarlatanlıkla, baskı ve zorbalıkla ve daha akla hayale gelmez yollarla ortaya koydukları ve artık kesinlik kazanmış, hiç bozulmaz zannedilen haksız hükümleri Allah iptal edecek ve bütün bu anlaşmazlıkları nihaî hükme bağlayacaktır. Onun için müminler, inandıkları hak yolda sabır ve kararlılıkla yürümeye devam etmeli, fakat hak dini kabul etme hususunda hiç kimseyi zorlamamalı, şiddet ve baskı uygulamamalıdırlar. Başkalarının hakkına tecavüz etmedikleri sürece, her insanın kendi inanç ve kanaatini özgürce ifade etme ve ibadetlerini ifa etme hakkına saygı duymalıdırlar.

İnanç özgürlüğünün en önemli göstergelerinden biri, insanların Allah'a kulluk ettikleri ibadet yerleridir:

Miladi 70 yılında Romalılar, Hristiyanlarla birlikte Kudüs'e saldırarak Yahudileri kılıçtan geçirmişlerdi. Ayrıca Hz. Süleyman tarafından inşa edilen Beyt-i Makdis'i (Mescid-i Aksâ) tahrip etmiş, içine hayvan leşi atmışlardı. Aşağıdaki âyetler bu tarihi olaya atıfta bulunarak, ibadet yerlerinin böyle günahkâr kimselerin elinde değil, Allah'tan korkanların yönetimi altında olması gerektiğini bildirmektedir:
114 Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve içki, kumar, fuhuş gibi türlü ahlâksızlıkları yaygınlaştırarak camiye giden yolları tıkayan, böylece mescitlerin toplumsal etkinlikten yoksun, cemaatsiz ve işlevsiz kalmasına sebep olarak buraların harap olması için çaba harcayan kimselerden daha zalim kim olabilir? Mescitleri harap eden bu zalimler, müminleri kandırmak için zaman zaman mescitlere gidip orada boy gösteriyorlar.

Oysa onların bu mescitlere, ancak müminlerin egemenliği altında ve korku içerisinde girmeleri gerekir.  İbadet yerlerinde fesat çıkaran, mescitlerde Allah'ın adının anılmasını yasaklayan ve insanları ibadetten alıkoyan zalimler, yıkmaya çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler.

Onlara bu dünyada zillet ve perişanlık vardır; âhirette ise onların hakkı çetin bir azaptır.

Beyt-i Makdis'i tahrip eden Romalılar hakkında nazil olan bu âyet, ibadet yerlerini tahrip eden, insanların özgürce ibadet etmesine engel olan bütün şer güçleri kapsamaktadır. Bu bakımdan, Peygamber (sav)'i ve Ashabı'nı Kâbe'yi ziyaretten alıkoyan Arap müşrikleri ve kıble değişikliğini hazmedemeyip Müslümanları Kâbe'ye yönelmekten engellemeye çalışan Hicaz Yahudileri de bu âyetin kapsamına girer. Ayrıca, İslam beldelerini talan edip mescitleri yakıp yıkan Haçlı Orduları ve bugün Irak'ta, Afganistan'da, Filistin'de ve dünyanın daha pek çok yerinde Müslümanları katleden, mescitleri tahrip eden kâfirler de bu âyetin kapsamı dâhilindedir.

Kâfirler mescitleri yakıp yıksalar da, o mescitlerden alıkonulan ve Allah'a cidden ibadet etmek isteyen müminler asla ümitsizliğe kapılmamalı, gerçekte hiçbir engelin Müslüman'ı namazdan alıkoyamayacağını, çünkü yeryüzünün tümüyle mescit olduğunu unutmamalıdırlar:
115 Doğu da Allah'ındır, batı da. Sadece mescitler değil, doğusu ve batısı ile yeryüzü bütün yönleri ve istikametleriyle Allah'ındır. Bu bakımdan, Müslüman için yeryüzü bütünüyle mescittir. İbadete elverişli her yerde ve her durumda namazını kılabilir. Şu hâlde, namazda hangi tarafa yönelirseniz yönelin, Allah'ın yüzü, yani hoşnutluğu ve sevgisi oradadır. Kıble yönünü tespit edemediğiniz durumlarda, tahminî bir yöne yönelerek namazınızı kılabilirsiniz. Hiç kuşku yok ki, Allah'ınkudret ve şefkati sınırsızdır, O her şeyi bilendir. Kullarının kendisini nerede, ne zaman ve hangi niyetle zikrettiğini çok iyi bilir.
116 İnkârcılardan bazıları, "Allah çocuk edinmiştir." dediler. "Melekler Allah'ın kızlarıdır." diyen Arap müşrikleri, "Hürmüz ve Ehrimen Allah'ın oğullarıdır." diyen Mecusiler ve özellikle de "İsa Mesih, Allah'ın oğludur." diyen Hıristiyanlar, Allah'a çocuk isnat ederek derin bir sapıklığa düşmüşlerdir. Çocuk edinmek eksiklikten, acizlikten kaynaklanır. Zaten bütün sapık inanç ve ideolojiler, Allah'ın herhangi bir konuda yetersiz, âciz, muhtaç ve zayıf olduğu varsayımından yola çıkarlar. Oysa O, her türlü kusur ve noksanlıktan uzaktır, yücedir. Öyle ki, göklerde ve yerde var olan her şey O'nundur ve hepsi O'na boyun eğmektedir.
117 O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bütün mevcudatı yoktan var eden O'dur. Bir şeyi yaratmak isteyince, mesela bir çocuğun babasız doğmasını takdir edince, ona sadece "Ol!" der, o da hemen oluverir. İşte İsa Peygamber de böyle babasız yaratılmıştır. Nitekim Allah ilk insanı da babasız ve annesiz yaratmıştı.
118 Müşrikler arasından, ilâhî hikmet ve imtihan gerçeğini kavrayamamış bazı cahiller, "Allah mademki inanmamızı istiyor, öyleyse peygamber ve kitap göndereceğine bizimle bizzat kendisi konuşsa veya bize hiçbir şekilde itiraz edemeyeceğimiz bir mucize gönderse ya! Neden her birimize tek tek vahiy göndermiyor da, emir ve yasaklarını elçileri aracılığıyla bize iletiyor?" dediler.

Kendilerinden önceki çağlarda yaşamış kâfirler de tıpkı onların dediklerine benzer sözler söylemişlerdi. Kalpleri inkâr ve inatçılıkta ne kadar da birbirine benzemiş!

Aslında biz, yersiz önyargılardan ve bencillik, haset, kibir gibi saplantılardan arınarak içtenlikle inanmak isteyenler için, onlara fazlasıyla yetecek mucizeleri açıkça ortaya koymuşuzdur. Evet, aklını kullananlar için tüm evren, yüce Yaratıcı'nın ilim, kudret ve merhametini gözler önüne seren sayısız mucizelerle doludur. Bunların da ötesinde:
119 Ey Muhammed! Gerçekten biz seni, iman edenleri cennet ile müjdeleyen ve inkârcıları cehennem ile uyaran hak Peygamber olarak gönderdik. Tüm uyarılara rağmen haktan yüz çevirecek olurlarsa, üzülme. Çünkü sen, kendi arzu ve iradesiyle cehennemlik olanlardan sorumlu değilsin. Öyleyse, kâfirleri ‘kazanma' uğruna bile olsa onlara yaranmaya çalışmamalısın. Unutma ki:
120 Yahudiler de Hristiyanlar da, kendi dinlerine uymadığın sürece senden asla razı olmayacaklardır. Siz ne kadar dürüst ve merhametli olursanız olun, İslâm'ı terk edip de onların sahip olduğu inancı ve hayat tarzını benimsemediğiniz sürece onlar sizi hiçbir zaman sevmeyecek, asla gerçek bir dost ve müttefik olarak görmeyeceklerdir. Kutsal kitapları tahrif eden ve uydurdukları hurafelerle Allah'ın dinini tanınmaz hâle getiren bu insanlar, sizi de bu hurafelere uymaya çağıracaklardır.

Onlara de ki: "Allah'ın gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Allah tarafından gönderilen inanç sistemi ve hayat tarzı, insanı dünyada ve âhirette kurtuluşa iletecek yegâne inanç sistemidir. İşte Kur'an, bu hidayet yolunu apaçık ortaya koymak üzere gönderilmiştir."

Ey Peygamber! Sana Kur'ân ile gelen bunca ilimden sonra, şayet onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, yemin olsun ki, Allah tarafından kendine ne bir dost bulabilirsin, ne de bir yardımcı. O halde, Yahudi ve Hristiyanların iman etmelerini sağlamak, onların dostluğunu ve sevgisini kazanmak gibi endişe ve arzular seni Allah'ın hidayetinden saptırmasın.

Bununla birlikte, Yahudi ve Hristiyanlardan Kur'ân'a iman edenler de olacaktır:
121 Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkıyla okurlar. Yahudi ve Hristiyanlardan dürüst ve samimi olanlar, Tevrat ve İncil'i saygıyla, manasını çarpıtmadan, açık yüreklilikle üzerinde düşünerek ve manasını anlayıp idrak ederek okurlar. Okudukları bu kitap, onları doğal olarak Kur'ân'a ve Son Peygamber'e imana sevk eder. İşte onlar, ellerindeki kutsal kitaba değer veren ve ona gerçek anlamda iman eden kimselerdir.

Kitab-ı Mukaddes'i tahrif ederek, manasını çarpıtarak yahut içindeki hakikatleri gizleyerek onu ve dolayısıyla Kur'ân'ı inkâr edenlere gelince, bunlar da dünyada ve âhirette en büyük kayba, en büyük hüsrana uğrayanlardır.

İşte bu feci âkıbete uğramamak için:
122 Ey İsrailoğulları! Size bahşettiğim nimetleri ve emirlerime uyduğunuz sürece sizi tüm insanlara nasıl üstün kıldığımı hatırlayın.
123 Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse başkası adına bedel ödeyemeyecek yahut başkasının cezasını çekmeyecek, hiç kimseden kurtuluş fidyesi kabul edilmeyecek, affa lâyık olmayan hiç kimseye şefaat fayda vermeyecek ve ilâhî yardımı hak etmeyen hiç kimseye yardım edilmeyecektir.

Demek ki, Allah'ın kitabına uymadığınız takdirde, şu veya bu soydan gelmiş olmanız hiçbir şey ifade etmeyecektir. Nitekim Allah, atanız İbrahim'e şöyle söz vermişti:
124 Hani bir zamanlar Rabb'i, İbrahim'i birtakım emir ve yasaklar içeren sözlerle imtihan etmiş ve İbrahim, tam bir teslimiyetle Allah'ın emirlerini yerine getirerek hepsini başarıyla tamamlamıştı. Bunun üzerine Allah, "Seni insanlara önder yapacağım!" buyurdu. İbrahim, "Soyumdan da önderler çıkar, ya Rab!" dedi. Allah, "Hayır! Ahdim zalimlere erişmez. Verdiğim söz sadece önderliğe lâyık olanlar içindir. Zulüm ve haksızlık yapanlara gelince, onlar senin soyundan dahi olsalar önderlik makamına geçemezler. Zira önderlik, liyakat ve ehliyet gerektiren bir iştir; herhangi bir ırkın veya sınıfın imtiyazı altında olamaz." buyurdu. O hâlde, İbrahim'in takipçisi olduğunu iddia edenler şunu hatırlasınlar:
125 Hani biz, İbrahim'den bu yana inananların kıblesi ve Kâbe'si olan bu kutsal evi, insanlar için her yıl toplanacakları bir buluşma yeri ve savaşları, düşmanlıkları, cinayetleri sona erdiren bir barış, huzur ve emniyet vesilesi ve mazlumlar için güvenli bir sığınak kılmıştık. Yalnızca Allah'a kulluk esasına dayanan inanç sistemini tebliğ ve tatbik edeceği uluslararası bir merkez olmak üzere, İbrahim'e Kâbe'yi inşa etmesini emretmiştik. Öyleyse, ey müminler! Siz de İbrahim'intakipçileri olduğunuzun göstergesi olarak, onun Kâbe'de namaza durduğu yer olan Makam-ı İbrahim'den kendinize bir namazgâh edinin! Onun Rabb'ine bağlılığını, tevhid mücadelesini ve üstün ahlaki özelliklerini kendinize örnek edinin ve size emanet etmiş olduğu tevhid inancından asla sapmayın. Bunun sembolik bir ifadesi olarak da, Kâbe'yi tavaf ettiğiniz zaman, İbrahim'in Kâbe'yi inşa ederken üzerine çıktığı kayanın bulunduğu yer olan Makam-ı İbrahim'de tavaf namazı kılın.

Hani biz İbrahim'e ve İsmail'e, "Kâbe'yi tavaf edenler, orada ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Beyt'imi maddî ve manevî kirlerden arındırarak tertemiz tutun!" diye emretmiştik. Zira dünyanın her yerinden gelen müminler, Allah'a kulluk görevlerini yerine getirmek, tanışıp aralarındaki bağları güçlendirmek ve sorunlarını görüşmek üzere her yıl Kâbe'de bir araya geleceklerdi.
126 O vakit İbrahim, "Ey Rabb'im, burayı güvenli bir şehir kıl ve bu şehir halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır!" diye dua etmişti.

Bunun üzerine Allah şöyle buyurmuştu: "Evet, iman edenleri dünya ve âhiret nimetleriyle ödüllendireceğim. Fakat kim de âyetlerimi inkâr ederse, onu dünyadaki geçici nimetlerden azıcık faydalandıracak; fakat sonunda cehennem azabına süreceğim. Ne kötü bir son!"
127 Hani İbrahim ve oğlu İsmail, bir tekAllah'a kulluk ve ibadet edilmesi için inşa ettikleri Kâbe'nin temellerini birlikte yükseltirlerken, Rablerine şöyle dua ediyorlardı:

"Ey Rabb'imiz, senin hoşnutluğun için yaptığımız iyilikleri, dua ve yakarışlarımızı bizden kabul eyle! Doğrusu sen bütün duaları işitensin, her şeyi bilensin."
128 "Ey Rabb'imiz! Bizleri, senin birliğine inanan, sana yönelen ve sadece sana boyun eğen dosdoğru müminler eyle! Soyumuzdan da, yalnızca sana boyun eğen ve ancaksana kulluk eden mümin bir topluluk çıkar. İbadetlerimizi nerede ve nasıl yapacağımızı bizlere öğret. Lâyık olduğun kulluk ve itaati hakkıyla yerine getiremedik, bunun için affını diliyoruz; tövbemizi kabul eyle. Hiç kuşku yok ki, sen çok bağışlayıcı, çok merhametlisin."
129 "Ey Rabb'imiz! Onlara kendi içlerinden, senin âyetlerini okuyan, kitabı ve kitaptaki hükümlerin pratik hayata uygulanması olan hikmeti öğreten ve onları her türlü şirk ve günah kirlerinden arındıran bir peygamber gönder. Hiç kuşku yok ki, azîz ve hakîm olan ancak sensin. Sonsuz kudret, izzet ve şeref sahibi olan, aynı zamanda yaptıklarını yerli yerinde ve en güzel biçimde yapan, daima en güzel, en doğru hükümler veren ancak sensin."
130 Aklını, vicdanını ve sağduyusunu körelterek kendini sefih kılandan başka kim, İbrahim'in o dosdoğru dininden yüz çevirmek ister? Gerçekten Biz onu dünyada seçip yüceltmiştik. Elbette o, âhirette de sâlihlerdendir. Ebedî nimet ve saadeti hak eden dürüst, faziletli ve iyiliksever kullarımızdandır.
131 Öyle ki, Rabb'i ona, "Yalnızca Benim emirlerime itaat et ve yalnızca bana boyun eğ!" demişti. O da hiç tereddüt etmeden, "Ben tüm benliğimle âlemlerin Rabb'ine boyun eğdim ve O'nun emirlerine kayıtsız şartsız itaati kabul ettim!" demişti.
132 İbrahim, hayatı boyunca Allah'ın emirlerine teslim olmuş ve bunu son nefesinde oğullarına da vasiyet etmişti. İbrahim'in torunu Yakup da kendi oğullarına şöyle vasiyette bulunmuştu: "Oğullarım! Allah, insanı dünya ve âhirette kurtuluşa iletecek mükemmel bir ahlak, inanç ve hukuk sistemi olan İslâm adındaki bu dini size lâyık gördü. Öyleyse, ancak O'na yürekten boyun eğen Müslümanlar olarak can verin! Son nefesinize kadar Allah'a kulluk ve itaatten ayrılmayın!"

Diğer bir adı da İsrail olan Yakub Peygamber, İsrailoğulları'nı meydana getiren on iki boydan her birinin atası olan oğullarına, işte bunları emir ve tavsiye etmişti.  O hâlde, ey Yahudiler; Yakup Peygamber'in, ölüm döşeğinde iken size Yahudiliği tavsiye ettiğini nasıl söyleyebilirsiniz?
133 Yoksa Yakub'a ölüm geldiğinde, siz yanında mıydınız? Hani Yakup, oğullarına, "Benim ölümümden sonra kime kulluk edeceksiniz? Ben aranızdan ayrıldıktan sonra bir tek Allah'a kulluk ve ibadeti terk etmeyeceksiniz, değil mi?" diye sormuştu. Onlar da, "Bizler senin ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek bir ilâha, âlemlerin yegâne Rabb'i ve hükümranı olan Allah'a kulluk edecek ve yalnızca O'na boyun eğeceğiz! Sana söz veriyoruz babacığım, asla hak dinden ayrılmayacağız! Rabb'imizin göndereceği bütün kitaplara ve peygamberlere kayıtsız şartsız iman ve itaat edeceğiz." demişlerdi.
134 Onlar bir ümmetti; geldi geçti. Onların kazandıkları iyilik ve kötülükler onlara, sizin kazandıklarınız da size aittir ve siz, onların yaptıklarından hesaba çekilecek değilsiniz. Geçmiş atalarınız güzel işler yaptıkları halde siz kötülük yapmışsanız, onların soyundan gelmiş olmanızın size hiçbir faydası olmayacaktır. Yine atalarınız fena işler yapmış, fakat siz bu hususta onlara uymamış iseniz, onların fenalığı da sizden sorulmayacaktır. Sizden hesabı sorulacak olan, yalnızca kendi yapıp ettiklerinizdir. O hâlde, öncekilerin iyilikleriyle öğünmenin, kötülükleri sebebiyle de üzülmenin; geçmişe destanlar dizerek, ağıtlar yakarak oyalanmanın bir anlamı yoktur. Siz onların iyiliklerinden örnek, kötülüklerinden ibret alarak kulluk görevinizi en iyi şekilde yapmaya bakın.

Geçmiş peygamberlerle övündükleri hâlde, onların yolunu terk eden günümüz inkârcılarına gelince:
135 Peygamberlerin getirmiş olduğu hak dini zamanla bozup değiştirerek Yahudilik ve Hristiyanlık adı altında bâtıl inanç sistemleri oluşturanlar, "Yahudi veya Hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız!" dediler. Yani Yahudiler Yahudiliğin, Hristiyanlar daHristiyanlığın doğru yol olduğunu iddia ediyor, uydurdukları bu inanç sistemini kabul etmeyen hiç kimsenin cennete giremeyeceğini söylüyorlar. Ne var ki, Yahudilik dedikleri, Hz. Musa'nın ve ondan sonra gelen peygamberlerin tebliğ ettiği hak dinin zamanla bozulup değiştirilmiş şeklinden başka bir şey değildir. Özel ayinleri, düzenlemeleri vs. ile birlikte bugünkü Yahudilik, İsa Peygamber'den dört yüz yıl kadar önce doğmuş ve bu adı almıştır. Hıristiyanlık ise, İsa aleyhisselâm'dan çok sonraları gerek Aziz Pavlus'un, gerek kilisenin müdahaleleri sonucu birçok yönüyle değişikliğe uğrayarak bugünkü özel inanç şekline dönüşmüştür. Dolayısıyla, Yahudiler de Hristiyanlar da insanları gerçekte Allah'ın dinine değil, kendi uydurdukları bid'at ve hurafelere davet etmektedirler.

Ey Müslüman! Onlara de ki: "Hayır, biz sizin uydurduğunuz hurafelere değil, bir tek Allah'a kulluk eden ve O'na asla ortak koşmayan İbrahim'in dinine uyarız! Biz sizin veya bir başkasının uydurup dinin temelleri diye dayattığı bâtıl iddialara değil, sizin de örnek ve önder kabul ettiğiniz İbrahim, Musa ve İsa başta olmak üzere, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği hak dine, bir tek Allah'a kulluk esasına dayanan İslâm dinine uyarız! Sizin zamanla tahrif ettiğiniz bu dinin özünü ve aslını, işte Son Peygamber açıkça ortaya koymuş bulunuyor. İnandığınızı iddia ettiğiniz peygamberlerin izinden gitmek istiyorsanız, siz de şirkten ve inkârdan uzak durarak hak dine boyun eğmelisiniz. Nitekim İbrahim, sizin bugün ‘dinin temel esasları' saydığınız batıl inançları asla benimsememişti. Örneğin Allah'a oğul isnat etmemiş, Peygamberleri ve azizleri tanrılaştırmamış, Allah'ın herhangi bir kitabını veya elçisini asla inkâr etmemişti."
136 O hâlde, ey müminler! Bu evrensel hakikati tüm insanlığa ilan ederek deyin ki: "Bizler Allah'a, yani O'nun varlığına ve birliğineiman ettiğimiz gibi, bize gönderilen Kur'ân âyetlerine; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve sonraki nesillere gönderilen vahiylere; ayrıca, Musa'ya ve İsa'ya verilen kitaplara ve mucizelere ve diğer bütün peygamberlere Rableri tarafından bahşedilen vahiylere inanırız.

Onların arasında hiçbir ayrım gözetmeyiz. Hepsinin Allah'tan geldiğine ve her birinin aynı mesajı getirdiğine iman ederiz. Yahudi ve Hristiyanların yaptığı gibi, bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr etmeyiz. Çünkübiz,yalnızca Allah'a kulluk eden ve ancak O'na boyun eğen kimseleriz."
137 Ey müminler! Eğer Yahudiler, Hristiyanlar ve diğerleri bu çağrıya olumlu cevap verir ve sizin inandığınız gibi Allah'ın kitapları ve elçileri arasında hiçbir ayrım gözetmeden ilâhî mesaja tümüyle inanırlarsa, işte o zaman doğru yolu bulmuş olurlar. Ama eğer yüz çevirirlerse, derin bir çıkmaza saplanmışlar ve sırf kıskançlık ve inatçılıkları yüzünden size karşı koyuyorlar demektir. Fakat sen üzülme, onlara karşı Allah sana yeter! Allah'a dayanıp sabır ve kararlılıkla mücadelene devam ettiğin takdirde, onlar sana asla zarar veremeyecek, seni hak yoldan çeviremeyeceklerdir. Hiç kuşkusuz O her şeyi işiten, her şeyi bilendir.

Allah'ın gönderdiği her şeriatta, iman edip hak dine girenlerin tepeden tırnağa yıkanıp temizlenmeleri emredilmiş ve inkârdan kurtulup tertemiz bir hayata geçişin sembolik bir ifadesi olarak hemen her ümmette bir gelenek olarak uygulanmıştır. Ancak Hristiyanlar, bu uygulamaya bambaşka bir anlam yükleyerek özünden saptırmışlardı. Pavlus'un Hristiyanlığa soktuğu aslî günah düşüncesini temel alan Hristiyanlar, Âdem ile Havvâ'nın (as) işledikleri günah yüzünden onların soyundan gelen insanların günahkâr ve kirlenmiş bir hâlde doğduğuna inanıyor, bu yüzden çocuklarını "kutsanmış" suya batırıp vaftiz ederek güya onları "temizlediklerini" iddia ediyorlardı. Oysa İslam'a göre hiç kimse bir başkasının günahını yüklenemez ve hiçbir çocuk, anne babasının işlediği günahtan dolayı cezalandırılamaz. Doğan her çocuk, tertemiz bir fıtrat üzere ve hakikati keşfetmeye, güzel ve doğru işler yapmaya yatkın bir hâlde dünyaya gelir. Zaten insan kötülük yapmaya programlanmış olarak doğmuş olsaydı, günahlarından dolayı hesaba çekilmesi ve cezalandırılması da adaletsizlik olurdu. İşte İsa Peygamber'in getirdiği hak dini değiştirip yozlaştıran Hristiyanların bu iddialarına karşılık yüce Allah buyuruyor ki:
138 Ey müminler! İnsanın günahkâr ve kirlenmiş bir hâlde dünyaya geldiğini iddia eden Hristiyanlara deyin ki: Bizler Allah'ın verdiği renklerle boyanmışızdır. Öyle ya, kimin boyası Allah'ın boyasından daha güzel olabilir? İşte bu yüzden biz, ancak O'na kulluk ederiz. İnsanoğlu, Allah'ın verdiği doğal renklerle boyanmış bir hâlde, tertemiz bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Eğer insan günah işliyorsa, bunun sebebi yaratılışında kirlilik değil, tam aksine, yaratılışındaki saflığa rağmen bilerek ve isteyerek kötülüğü tercih etmiş olmasıdır. İnsan, fıtratında var olan güzelliklerin bozulmamasını, aksine daha da gelişip olgunlaşmasını istiyorsa, Allah tarafından gönderilen ve yaratılış özellikleriyle birebir örtüşen doğal ve tertemiz inanç sistemine iman etmeli, hayatının her alanını bu inanca göre şekillendirerek ilâhî renge boyanmalıdır.
139 Ey İslam davetçisi! Allah'ın seçkin ve ayrıcalıklı kulları olduklarını iddia eden Yahudilere ve Hristiyanlara de ki: "Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'iniz olduğu hâlde, bazı toplumları kayırdığını, birilerine özel muamele yaptığını söyleyerek O'nun adalet ve hikmeti hakkında bizimle tartışmaya mı gireceksiniz? O sadece sizin Rabb'iniz midir ki, size ayrıcalıklı davransın ve yalnızca sizin ırkınızdan Peygamber göndersin? Hayır, Allah'a kul olma açısından sizinle diğer insanlar arasında hiçbir fark yoktur veAllah katında her toplum, eşit derecede sorumluluk ve hak sahibidir.Ayrıca bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size aittir. İnsanlar Allah katında mensup oldukları ırka ve sınıfa göre değil, yaptıkları iyilik ve kötülüklere göre hesaba çekileceklerdir. Bunun için biz insanları hak dine davet eder, fakat bu hususta hiç kimseyi zorlamayız. Her insanın din ve vicdan hürriyetine hakkıyla riayet ederiz.İyi bilin ki, Biz O'na ihlas ve samimiyetle bağlanmış kimseleriz. Her yaptığımızı yalnızca O'nun rızası için yaparız. Yalnızca O'na kulluk eder, O'ndan başka ilahlara, aracılara bel bağlamayız. O'nun rızasına uygun olmayan hususta asla hatır gönül dinlemeyiz."

Zaten bütün Peygamberler, hep bu gerçeği dile getirmişlerdi.
140 Ey Yahudiler ve ey Hristiyanlar! Yoksa siz İbrahim'in, İsmail'in, İshak'ın, Yakup'un ve onların soyundan gelen Peygamberlerin Yahudi veya Hristiyan olduklarını mı iddia ediyorsunuz? Oysa Yahudilik de Hristiyanlık da, peygamberlerden çok sonraları din adamları, rahipler ve yorumcular tarafından icat edilen kurallar, düzenlemeler ve ayinlerden ibarettir. Dolayısıyla, Hz. Musa ve Hz. İsa da dâhil, hiçbir peygamber "Yahudi" veya "Hristiyan" değildi ve olamazdı. Aksine, bütün peygamberler, "Yalnızca Allah'a kulluk etmek ve O'ndan gelen bütün emirlere tam bir teslimiyetle itaat etmek" anlamına gelen "İslâm" inancına bağlı birer "Müslüman" idiler.

Ey İslâm davetçisi! Bütün bunlara rağmen, hâlâ iddialarında diretirlerse, onlara de ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah hem Kur'ân'da hem de elinizdeki muharref Tevrat ve İncil'de bu hakikati açıkça bildirmişken, hâlâ bâtıl iddianızda diretecek, kendi kitabınızda yer alan gerçekleri inkâr etme pahasına inadınızı sürdürecek misiniz?" Şu hâlde, Allah tarafından kendisine ulaşan bir tanıklığı bile bile gizleyenden daha zalim kim olabilir? Hz. Muhammed'in, daha önceki peygamberlerin tahrif edilen mesajını orijinal hâliyle ortaya koyan hak peygamber olduğunu bile bile, bu hakikatin şahitliğini ve savunuculuğunu yapmak yerine onu gizleyen ve birtakım tevillerle gerçeği çarpıtan hahamlardan, papazlardan, sözde din âlimlerinden daha zalim, daha kötü kim olabilir? Şunu asla unutmayın ki, Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
141 Ey insanlar! Geçmişte yaşayan atalarınızla övünerek kendinizi avutmayın! Onlar bir ümmetti; geldi geçti. Onların kazandıkları iyilik ve kötülükler onlara, sizin kazandıklarınız size aittir ve siz, onların yaptıklarından hesaba çekilecek değilsiniz.

Müslümanlar, hicretten önce Mescid-i Aksâ ile Kâbe'yi aynı hizaya getirip iki kıbleye birden yönelerek namaz kılıyorlardı. Mekke ile Kudüs'ün ortasında yer alan Medine'ye hicretten sonra, Allah müminlere Mescid-i Aksâ'ya yönelmelerini emretti. Beytü'l-Makdis adıyla da bilinen Mescid-i Aksâ, Hz. Süleyman tarafından Kudüs'te inşa edilen ve Yahudilerce kutsal sayılan bir mabetti. Allah müminlere bu mabedi kıble edinmelerini emrederek, ilâhî dinin tek ve evrensel olduğunu, bütün peygamberlerin yöneldikleri yönün aynı ol­duğunu ve ibadetlerindeki gerçek maksadın Allah'a yönelmek olduğunu bildirmişti. Böylece Müslümanlar, 17 ay boyunca Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kıldılar. Bundan sonraki aşamada Allah, Hz. İbrahim tarafından inşa edilen ve insanlığın ilk kıblesi olan Mescid-i Harâm'a yönelmelerini müminlere emredecekti. Bu değişiklik aynı zamanda, ilâhî mesajı taşıma ve insanlığa önderlik etme görevinin Son Elçi'ye başkaldıran Yahudi ve Hristiyanlardan alınıp yeni Müslüman topluma verildiğini sembolize ediyordu. Bu değişiklik karşısında münafıklardan, müşriklerden ve özellikle de Yahudilerden gelebilecek itiraz ve tepkilere karşı müminleri uyarmak ve Kıble değişikliği ile ilgili ön hazırlık olmak üzere, aşağıdaki âyetler nâzil oldu:
142 İnsanlar arasından, kıble değişikliğinin anlam ve önemini kavrayamayan bazı düşüncesiz kimseler ve özellikle de, kendilerini Allah'ın seçkin ve ayrıcalıklı kulları zanneden ve müminlerin zihinlerinde şüphe uyandırmak için fırsat kollayan Yahudiler, "Müslümanlar bu güne kadar bizim kıblemize yöneliyorlardı. Onları üzerinde bulundukları kıblelerinden çevirip Kâbe'ye yönelten sebep nedir?" diyecekler. Onlara de ki: "Doğu da Allah'ındır, batı da. Aslında herhangi bir yönün diğerine üstünlüğü söz konusu değildir.Önemli olan doğuya veya batıya yönelmek değil, Allah'ın emrini yerine getirmektir. Aşağıda 144. âyette zikredilecek olan kıble değişikliği de Allah'ın bir emridir. Zira Allah, Son Elçi'yi inkâr ederek kendisine başkaldıran İsrailoğulları'ndan ilâhî emaneti geri almış ve yeni İslam toplumuna vermiştir. Çünkü Allah, hangi ırktan ve hangi toplumdan olursa olsun, hak dinin sancağını taşımaya lâyık gördüğü ve başarıya, kurtuluşa, zafere ulaşmasını dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir."
143 Ey müminler! İşte böylece sizi, her türlü aşırılıktan uzak duran, adil, dengeli, ölçülü ve hayırlı bir ümmet yaptık ki, tüm insanlığa karşı hakikate tanıklık eden güzel örnekler ve adil şahitler olasınız ve bu Peygamber de size karşı güzel bir örnek ve şahit olsun.

Ey Muhammed! Senin daha önceMekke'de iken yönelmiş olduğun kıbleyi, yani Mescid-i Harâm'ı size kıble yaptık ki, Peygamberin izinden gidenleri, gerisin geriye dönecek olanlardan ayırıp açıkça ortaya koyalım. Bu imtihan sonucunda, iman iddiasıyla ortaya çıkan insanlar iki gruba ayrılacaktır: 1. Allah'ın emirlerine kayıtsız şartsız boyun eğen samimi müminler, 2. Çıkarlarına uygun olduğu sürece İslâm'ın hükümlerini kabul eden, fakat arzu ve beklentilerine aykırı düştüğü anda ilâhî emirleri reddeden münafıklar.

Doğrusu bu imtihan, Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelecektir. Nitekim daha önce Peygamberi tasdik eden bazı Yahudiler, binlerce yıl kıble edindikleri Kudüs'e yönelmekten vazgeçip Mekke'ye yönelmelerini emreden âyetler gelince, bunu gururlarına yediremeyip Allah'ın emrini reddederek yeniden inkâra saplanacaklardı.

Bu arada Allah, daha önceleri Mescid-i Aksâ'ya yönelerek kılmış olduğunuz namazları elbette kabul edecek, ihlâs ve samimiyetle O'na bağlandığınız sürece, sizin imanınızı asla boşa çıkarmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah, insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.

Kıble değişikliği ile ilgili ön hazırlıklar tamamlandıktan ve gönüller buna iyice alıştırıldıktan sonra, bütün semavî din mensuplarının hürmet gösterdikleri, kendisine mensup olmakla şeref duydukları ortak ataları olan İbrahim Peygamber tarafından insanlığın ilk mabedi olarak inşa edilen ve kıyamete kadar müminlerin kıblesi ve Kâbe'si olarak kalacak olan Mescid-i Haram'a yönelmeyi emreden âyetler nâzil oldu:

Peygamber (sav) Medine'ye hicret edince, Allah'tan gelen emirle Mescid-i Aksâ'yı kıble edindi. [28] Fakat gönlünde yatan, İbrahim aleyhisselâm'dan bu yana müminlerin kıblesi olan Beytullah'a yönelmekti. Yahudilerin kutsal mabedi olan Mescid-i Aksâ'ya yönelme emrinin geçici olduğunu, yakın bir zamanda Kâbe'ye yönelme emrinin geleceğini bilmiyordu. Ayrıca İsrailoğulları'nın liderliğinin sona erdiğini ve Kudüs'ün merkez olma niteliğini kaybettiğini düşünüyordu. Bu yüzden Rabb'ine yalvararak kıblenin değiştirilmesini niyaz ediyor, ümitle vahyin gelmesini bekliyordu. Nihayet Allah, Peygamber'inin dua ve yakarışlarına şu sözlerle icabet etti:
144 Ey Muhammed! Biz senin, yüzünü sık sık göğe çevirip durduğunu ve kıblenin değiştirilmesi için dua ettiğini görüyoruz. Üzülme, elbette seni hoşnut olacağın kıbleye yönelteceğiz:

Artık namaz kılarken, yüzünü Mekke tarafına, Mescid-i Haram yönüne çevir!

Ve siz deey inananlar, her nerede olursanız olun, namaz kılarken yüzünüzü o yöne çevirin! Yeryüzünün hangi noktasında olursanız olun, yurtlarınızın farklılığına, yönlerinizin değişikliğine; ırklarınızın, dillerinizin ve renklerinizin başkalığına rağmen, aynı hedefe yönelen, aynı hayat düzeninin egemenliğini gerçekleştirmeye çalışan bir tek ümmet olma bilinciyle namazda yüzünüzü Kâbe'ye çevirin!Ancak kıbleye yönelmenin çeşitli sebeplerden dolayı mümkün olmadığı veya kıblenin hangi yönde olduğu bilinemediği durumlarda veya düşman korkusu gibi bir mazeret söz konusu olduğunda, buna yakın herhangi bir yöne dönmek de yeterli olur. 

Kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu pekâlâ bilirler. Yahudiler de Hristiyanlar da, bütün ilâhî din mensuplarının ortak atası olan Hz. İbrahim tarafından, insanlığın ilk mabedi olarak inşa edilen Kâbe'ye yönelmenin, yüce Allah'ın emrine dayalı, tartışma götürmez kesin bir gerçek olduğunu gayet iyi bilirler. Üstelik ellerindeki kitaplarda da bu onlara bildirilmiştir. Fakat dünyevi çıkarlarına ters düştüğü için bunu kabullenmeye yanaşmazlar.

Fakatşunu iyi bilsinler ki, Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.
145 Ey Muhammed! Sen kitap verilen o Hristiyanlara ve Yahudilere, Kâbe'ye yönelmenin Allah'ın emri olduğu hususunda her türlü mucizeyi getirmiş olsan bile, yine de inkârda diretir, senin kıblene yönelmezler. Zira onlar arzularının yönlendirdiği, menfaatlerinin körüklediği ve kinlerinin bilediği kör bir inatçılığın tutsağıdırlar. Sanma ki onlar İslâm'ı bilmedikleri ya da bu din onlara inandırıcı bir biçimde sunulmadığı için inkâr ediyorlar. Bilakis onlar, çok iyi bildikleri bu dinin, menfaatlerine ve saltanatlarına dokunacağından korktukları için ona karşıdırlar. 

O hâlde, bâtılda direten bu inkârcılar karşısında, sen de hak yolda azim ve kararlılıkla sabredecek, onların kıblesine asla yönelmeyeceksin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine yönelmezler. Zira onların her biri, aslında kendi menfaatlerini, arzu ve ihtiraslarını kıble edinmişlerdir. Dış yönüyle birlik ve beraberlik içinde gözükseler bile, içten içe didişme, çekişme ve düşmanlık hâlindedirler. Aralarında gerçek anlamda uyum ve birlik yoktur.

Ey Peygamber! Sana bu Kur'ân aracılığıyla gerçek ilim geldikten sonra, eğer onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, yemin olsun ki, o takdirde sen de zalimlerden olursun! Ve bu durumda, kendini Allah'ın gazabından kurtaracak ne bir dost bulabilirsin, ne de bir yardımcı!

Onların, kendilerine ikna edici deliller sunulmadığı için Kur'ân'ı ve Son Elçi'yi inkâr ettiklerini sanma:
146 Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu kendi öz evlatları gibi tanırlar. Yahudi ve Hristiyan din adamları ve bilginleri, kıblenin değiştirilmesine yönelik emrin Allah'tan geldiğini ve bu emre muhatap olan Muhammed (sav)'in hak Peygamber olduğunu gayet iyi bilirler. Zira önceki kutsal kitaplarda geleceği müjdelenen Son Peygamber'in vasıfları arasında, kıbleyi Kâbe'ye çevireceği hakkında delil ve işaretler de vardı.

Fakat yine de onlardan bir kısmı, kıskançlık ve bencillikleri sebebiyle hakikati bile bile gizlerler. Ve kendi uydurdukları bâtıl inançları, hak ve hakikat yerine koymaya çalışırlar.
147 Oysa hakikat, sizin veya onların iddia ve kuruntuları değil, Rabb'inden gelendir. Ve Rabb'in sana, hakikatin ta kendisi olan bu Kur'ân'ı göndermiştir. O hâlde, sakın şüpheye kapılanlardan olma!
148 Ey müminler! Her toplumun hayatına yön veren, değer yargılarını oluşturan bir inanç sistemi, yöneldiği bir kıblesi vardır. O hâlde, siz hayırlı işlerde yarışın! Unutmayın ki, namazda belirli bir yöne yönelmekten daha önemli olan, bu ibadetlerin kazandıracağı üstün ahlakî özelliklere sahip olmaktır. O hâlde, sizler Allah'a kulluk noktasında yapabildiğinizin en iyisini, en güzelini ortaya koyarak ve güzel ahlakınız, yardımseverliğiniz, dürüstlüğünüz, hayır ve hasenatınızla örnek birer Müslüman olarak hayırlı işlerde birbirinizle ve diğer toplumlarla yarışın ve bu yarışta daima en öne geçmeye çalışın.

Unutmayın ki, her nerede olursanız olun, Allah hepinizi Hesap Günü'nde toplayıp bir araya getirecek ve her kötülüğün cezasını, her iyiliğin mükâfatını verecektir. Hiç kuşku yok ki, Allah'ın her şeye gücü yeter.
149 Ey mümin! Her nereden yola çıkarsan çık, yolculukta da namaz esnasında yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir.

Hiç kuşkusuz bu emir, Rabb'inden gelen gerçeğin ta kendisidir. Bu gerçeği asla zayi etmeyin! Unutmayın ki, Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

Kıblenin değişmesi, aynı zamanda ilâhî mesajı taşıma görevinin el değiştirmesi anlamına geldiğinden, yersiz tartışma ve itirazlara meydan vermemek için bakın tekrar tekrar uyararak diyoruz ki:
150 Ey Peygamber! Yeryüzünün neresinde olursan ol ve nereden yola çıkarsan çık, namaz kılarken yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir! Ve ey müminler! Siz de nerede ve ne hâlde olursanız olun, namazda yüzünüzü o yöne çevirin ki, insanların size karşı mazeret olarak öne sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın. Biz bu emri tekrar tekrar vurguladık ki, hepiniz bunun Allah'tan gelen kesin bir emir olduğunu şeksiz şüphesiz bilin ve İslâm'a davet ettiğiniz kimselerin, "Müslümanlar kıble değişikliği ile ilgili emrin Allah katından geldiğini iddia ediyorlar, fakat kendileri bu emri uygulamıyorlar." diyerek inkârları için sahte mazeretler üretmelerine fırsat vermeyin.Demek ki müminler başkalarına söylediklerini öncelikle kendileri yapmalı, sözleriyle davranışları uyumlu olmalıdır. Zira böyle bir tutarsızlık, İslâm'a davet edilen insanların tereddüde düşmesine, imana meyilli olsalar bile, zihinlerinde soru işaretleri oluşmasına sebep olur.

Ancak onlardan zulüm ve haksızlık yapanlar hariç. Öyleleri, herhangi bir delile dayanmadan hakikati inatla reddeder, sizi baskı ve zorbalıkla sindirmeye çalışırlar. Fakat onlardan korkmayın; asıl benden, yani emirlerime karşı gelip azabıma uğramaktan korkun ki, ben de size verdiğim nimetleri tamamlayayım ve böylece doğru yolu bulabilesiniz.
151 Nitekim size kendi içinizden, âyetlerimizi okuyan, sizi her türlü şirk ve günah kirlerinden arındıran, size kitabı, kitaptaki hükümlerin sebep ve amaçlarını kavrayarak onları doğru ve yerli yerince uygulama anlamına gelen ve Peygamber (sav)'in örnek yaşantısıyla ortaya konan hikmeti ve daha bilmediğiniz nice şeyleri öğreten bir Elçi gönderdik.
152 Öyleyse, âyetlerimi sürekli gündemde tutarak beni anın ki, ben de dünya ve âhirette nimetler bahşederek sizi anayım. Söz ve davranışlarınızla bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin!
153 Ey inananlar! Kurân'ın öngördüğü adalet sistemini egemen kılma uğrunda verdiğiniz mücadelede, sabırla ve namazla Rabb'inizden yardım dileyin. Yaratıcınızla aranızdaki irtibatı namazla, duayla, zikirle sürekli canlı tutmaya çalışın. Zorluklar karşısında asla yılgınlığa kapılmadan, umudunuzu ve direncinizi kaybetmeden hedefe doğru adım adım ilerleyin! Unutmayın ki, Allah sabredenlerle beraberdir. Sabredenler, hak uğrunda karşılaşabilecekleri sıkıntılara, acılara, ayrılıklara katlanmasını da bilmelidirler:
154 Allah yolunda öldürülenlere "ölü" demeyin. Allah'ın dinini yeryüzünde egemen kılmak için mücadele edip bu uğurda şehit olanları ölü olarak nitelendirmeyin. Tam aksine; onlar bu hayattan bir üst hayata geçiş yapmışlardır. Hayat mertebelerinin farklı bir boyutunda, sonsuz nimetler içinde yaşıyorlar ve gerçek anlamda hayattadırlar. Fakat siz bu olağanüstü durumu tam olarak kavrayamazsınız.
155 Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık ile ve mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğim. İlâhî yasalara göre, insan bu dünya hayatında bazen korku, bazen açlık ve yoksullukla, kimi zaman da servetinden, sağlığından ve sahip olduğu diğer nimetlerden bir kısmını veya tamamını kaybederek imtihan edilecektir. Zorluk ve sıkıntılar karşısında sabırla direnerek imtihanı başarıyla tamamlayanlar,  ebedî saadet ve kurtuluşu hak edeceklerdir.O hâlde, sabredenleri müjdele!
156 Onlar ki, bu imtihanın neticesi olarak başlarına bir bela, bir musibet geldiği zaman, "Bizler zaten Allah'a aitiz ve sonunda hepimiz O'na döneceğiz. Sahip olduğumuz her şey bize Allah'ın emanetidir ve Allah, emanetini istediği zaman elbette geri alacaktır. Hepimiz eninde sonunda bu dünya hayatını terk edecek ve yaptıklarımızın hesabını vermek üzere Rabb'imizin huzuruna çıkacağız." derler.
157 İşte onlara Rablerinden bağışlanma ve rahmet vardır ve onlar, hidâyet üzere olanlardır. Rablerinin rahmet, nimet ve bereketleri hep onlarla birliktedir; doğru yolda olanlar da ancak onlardır.

Şimdi de, en çetin imtihanlar karşısında yılmadan sabretmesini bilen bir mümin hanımın ibret verici kıssasına kulak verin:

Allah'ın emri gereğince Hz. İbrahim, eşi Hacer'i bebeğiyle birlikte ıssız Mekke vadisine bırakıp gitmişti. Kızgın çölde tek başına kalan Hacer, yavrusu İsmail'e su bulabilmek amacıyla Safa ile Merve tepeleri arasında defalarca koşuşturup durdu. Sonunda Allah, yerden tatlı bir su kaynağı çıkararak kullarının yardımına yetişti. Sonra da, güven ve umudunu yitirmeden sabırla mücadele etmenin sembolü olan bu fedakâr annenin anısına, Safâ ile Merve arasında sa'y etmeyi bir hac ibadeti olarak İbrahim (as)'a emretti. Sa'y, hac veya umre ibadeti için Mekke'ye gelen kimsenin Kâbe yakınındaki Safâ ile Merve tepeleri arasında Safâ'dan başlayarak dört gidiş üç dönüş olmak üzere yedi kere gidip gelmesi demektir. Bu ibadet, Mekke müşriklerince de hâlâ uygulanmaktaydı. Fakat zamanla müşrikler, Safâ ile Merve tepeleri üzerine birer put dikerek bu ibadete birtakım şirk unsurları katmışlardı. Bu yüzden Müslümanlar, sa'y edip etmeme konusunda tereddüde düştüler. Bunun üzerine, aşağıdaki âyetler nâzil oldu:
158 Kuşkusuz Safâ ile Merve, Allah'ın emirlerine bağlılık ve itaati simgeleyen alâmetlerindendir.

O hâlde, Hac veya Umre için Kâbe'yi ziyaret edenlerin, bunlar arasında sa'y etmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Bilakis bu, —farz olmamakla beraber— haccın önemli unsurlarındandır. Müşriklerin yanlış uygulamaları, sizi yanıltarak bu ibadetten alıkoymasın.

Zira her kim yapmakla yükümlü olmadığı hâlde fazladan bir iyilik yaparsa, bunun mükâfatını elbette görecektir. Çünkü Allah, bütün iyiliklerin karşılığını verendir, her şeyi en ince ayrıntısıyla bilendir.

Allah'tan gelen hakikati gizleyen sözde din âlimlerine gelince:

Yahudi ve Hristiyan din adamları, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu ve insanlara tebliğ ettiği emirlerin doğru olduğunu ellerindeki kutsal kitabın verdiği bilgilere dayanarak kesinlikle biliyorlardı. Fakat birtakım dünyevî çıkar kaygıları sebebiyle bunu açıklamaktan çekiniyorlardı. Allah tarafından gönderilen hakikati gizli tutan, Allah'ın kitabında yer alan kimi ayetleri görmezlikten gelip kimilerini sessizce geçiştiren böyle kimseler hakkında aşağıdaki âyetler nâzil oldu:
159 Göndermiş olduğumuz apaçık belgeleri ve dosdoğru yola ulaştıran hidâyeti, Biz onları gerek Tevrat, İncil ve gerekse Kur'ân gibi kitaplarda tüm insanlara açıkça bildirmemize rağmen basit dünyevî çıkarları uğruna gizleyenler var ya; işte hem Allah lânet eder onlara, hem de insan, cin ve melek gibi lânet edebilen diğer bütün varlıklar!
160 Ancak tövbe edip kendilerini düzelten ve gizlemiş oldukları gerçekleri açıklayanlar bunun dışındadır. İşte onların tövbesini kabul edeceğim. Çünkü ben çok bağışlayıcı, çok merhametliyim.
161 Âyetlerimi inkâr eden ve hayatı boyunca inkârda direterek kâfir olarak ölenlere gelince; hem Allah'ın, hem meleklerin ve hem de bütün insanların lâneti onların üzerinedir!
162 Onlar sonsuza dek o lânetin içinde kalacaklar ve ne azapları hafifletilecek ne de yüzlerine bakılacaktır.
163 Ey insanlar!Artık inkâr ve inattan vazgeçip hepiniz tevhid dairesine giriniz. Zira hepinizin ilâhı, bir tek ilâh olan Allah'tır. Hepinizin yaratıcısı ve Rabb'i olan Allah, bunca peygamberi insanlar parçalanıp düşman gruplara ayrılsınlar diye değil, tevhid inancı etrafında birleşsinler diye göndermiştir. O'ndan başka ilâh yoktur; O çok şefkatli, pek merhametlidir. Yeryüzünde, bu hakikati gözler önüne nice deliller ve mucizeler vardır:
164 Şüphesiz göklerin ve yerin o muhteşem yaratılışında, gece ile gündüzün mükemmel bir uyum ve ahenk ile birbirini takip etmesinde,

İnsanlara faydalı yüklerle göllerde, nehirlerde ve denizlerde akıp giden gemilerde,

Allah'ın, gökten indirdiği yağmurlarla ölü toprağa hayat vererek yeryüzünde rengârenk, çeşit çeşit canlıları üretip yaymasında,

Gök ile yer arasında görevlendirilmiş rüzgârların ve bulutların, belli güzergâhlarda düzenli olarak hareket etmesinde,

Evet, işte bütün bunlarda, aklını kullanan bir toplum için Allah'ın varlığını, birliğini, sonsuz ilmini, kudretini, adaletini, merhametini gözler önüne seren nice ibretler, nice mucizeler ve âyetler vardır. Fakat bütün bu delillere rağmen:
165 İnsanlardan öyleleri vardır ki, en büyük tanrı kabul ettikleri Allah ile birlikte, O'nun katında sözünün geçtiğine inandıkları,her emrine kayıtsız şartsız boyun eğdikleri ve tıpkı Allah'ı sever gibi sevdikleri birtakım ilahlar edinirler.

İman edenlerin Allah sevgisi ise, bütün sevgilerden dahaüstün, daha coşkulu ve daha güçlüdür.

Şayet o zalimler, kendilerine vaad edilen azabı gördükleri zaman, şimdi huzurunda secdeye kapandıkları o sözde ilahların yok olup gideceğini, bütün güç ve kudretin yalnızca Allah'a ait olacağını ve Allah'ın azabının çok çetin olacağını bugünden akledip görmüş olsalardı, kesinlikle Allah'a ortak koşmazlardı.
166 Nitekim Diriliş Günü gelip çatınca, vaktiyle peşinden gidilen ve bir ilâh gibi sevilip yüceltilen dinî ve siyasî liderler, azîzler, efendiler ve önderler, kendilerini izleyenlerden o gün uzak duracaklar. İşte o zaman, cehennem azabını tüm dehşetiyle karşılarında görecekler ve aralarındaki menfaate dayalı ilişkiler yok olacak, sahte saygı ve sevgi bağları paramparça olacaktır. Dünyadayken övüp yücelttikleri ve uğruna canlarını vereceklerini söyledikleri o sözde ilahları, o gün onların can düşmanı olacaktır.
167 Vaktiyle o önderleri körü körüne takip edenler, o gün büyük bir pişmanlıkla, "Ah keşke bizim için dünyaya geri dönüş imkânı olsaydı da, onların şimdi bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık!" diyecekler.

İşte böylece Allah, yaptıkları o çirkin işleri onlara derin bir üzüntü, pişmanlık ve hayal kırıklığı olarak gösterecektir. Onlar, ateşten çıkacak da değiller.
168 Ey insanlar! Allah'ın açıkça haram kılmadığı hiçbir şeyi haram ve yasak kabul etmeyin! Yeryüzündeki helâl ve temiz yiyeceklerden gönül huzuruyla yiyin için; sakın şeytanın adımlarını izlemeyin! Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır. Size düşman olan bir varlığın telkinlerine kapılıp da haramı helâl, helâli haram kılmayın.
169 O size ancak kötülüğü, fuhşiyatı, ahlâksızlığı ve Allah adına bilgisizce sözler söyleyerek aslı olmayan farzlar ve haramlar icat etmenizi emreder.
170 İnkârcılar, hiçbir aklî ve naklî delile dayanmadan şeytanı adım adım takip ederler. Onlara, "Dünya ve âhirette kurtuluşa ermek istiyorsanız, Allah'ın indirdiğine uyun! O'nun göndermiş olduğu bu Kur'ân'ı okuyup inceleyin ve hayatınızın her alanında uygulayın!" denildiği zaman, "Hayır; biz Kur'ân'a değil, atalarımızı üzerinde bulduğumuz dini, siyasi, ahlaki gelenek ve kurallara uyarız! O yüce insanlardan bize miras kalan ve yüzyıllardan beri uygulanagelen ilkeleri, töreleri, anlayışları, âdet ve gelenekleriasla sorgulamaz; onları hiçbir eleştiriye tabi tutmadan olduğu gibi kabul ederiz!" derler.

Peki, ataları akıllarını yerli yerince kullanmayan ve doğru yolu bulamamış kimseler olsalar da mı onların izinden gidecekler? Kendileri gibi birer insan olan ataları yanılıp hak yoldan sapmış; doğruyu, aydınlığı, refahı bulamamış olsalar da mı onların izinden gidecekler?Atalarından miras kalan anlayış ve hayat tarzı Allah'ın gönderdiği ilkeler ile çelişiyor, akıl ve sağduyu ile çatışıyor olsa da mı onları takip edecekler? ‎
171 O inkârcıları hakka çağıran davetçinin durumu, anlamsız bir ses ve gürültüden başka bir şey işitmeyen birhayvan sürüsüne seslenen ve onlara bir şeyler anlatmaya çalışan kimsenin hâline benzer. Hak ve hakikat karşısında inatla direten bu insanlara nasihat etmek, tıpkı çobanın sesini duyan, fakat onun sözlerini anlamsız bir ses ve gürültü olarak algılayan hayvanlara nasihat etmek gibidir.

Öyle ki, onlar akıl, idrak ve vicdan bakımından sağır, dilsiz ve kördürler. Hak ve hakikati ne duymak, ne dile getirmek, ne de görmek isterler. Çünkü akıllarını kullanmazlar. Böylece bu taklitçi ve tutucu insanlar, körü körüne atalarının izinden giderek haramı helâl, helâli haram kılarlar:
172 Ey iman edenler! Eğer gerçekten yalnızca Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, size bahşettiği helâl ve temiz yiyeceklerden gönül huzuruyla yiyin için ve cömertçe istifadenize sunduğu bunca nimetlere karşılık, kulluk görevinizi hakkıyla yerine getirerek O'na şükredin. Allah tarafından haram kılındığına dair açık ve kesin delil bulunmayan hiçbir şeyi haram ve yasak olarak nitelendirmeyin! Ruhbanların yaptığı gibi, güya Allah'a yaklaşma adına, O'nun helâl kıldığı temiz yiyeceklerden kendinizi mahrum etmeyin! Unutmayın ki;
173 O size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kılmıştır.

Leş, İslâmî usullere göre boğazlanmadan ölmüş hayvandır. Fakat çekirge gibi böcek cinsinden küçük canlılar ve devamlı suda yaşayan hayvanlar boğazlanmadan ölmüş olsalar bile leş kapsamına girmezler. Âyette haram olduğu bildirilen kan, akıcı kandır. Ete, dalağa, ciğere sinmiş olan kan ise helâldir. Domuzun sadece eti değil; yağı, kemiği, iliği vb. diğer bütün uzuvları da haramdır. Allah'tan başka bir varlık adına veya Allah'ın adı kasten terk edilerek yahut O'nun adıyla olsa bile putların önünde kurban edilen hayvanın eti de yenmez.

Fakat her kim yiyecek başka bir şey bulamama, başkası tarafından zorlanma, hayatî tehlikeye maruz kalma gibi sebeplerle bunlardan yemeye mecbur kalırsa, insanları tehlikeye düşürecek şekilde başkalarının hakkına saldırmamak ve yemek zorunda kaldığı ölçüyü aşmamak şartıyla, ona bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, pek merhametlidir.
174 Allah'ın indirdiği kitabın herhangi bir hükmünü gizleyen ve onu, âhiret nimetlerine nazaran çok küçük bir kazanç olan servet, makam, şan, şöhret gibi dünyalık çıkarlarla değişenler var ya, işte onlar, midelerine ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. GerekHz. Muhammed'in peygamberliğine işaret eden Tevrat ve İncil âyetlerini çarpıtan Yahudi ve Hristiyan din adamları olsun, gerekse Kur'ân'ın bazı hükümlerini örtbas eden sözde din âlimleri olsun, Allah'ın gönderdiği herhangi bir hükmü dünyevî menfaatler karşılığında gizleyen herkes bu âyetin tehdidi altındadır. Öyle ki, Diriliş Günü'nde Allah onlarla rahmet lisanıyla konuşmayacak ve onları günah kirlerinden arındırmayacaktır. İşte bunlara, can yakıcı bir azap vardır.
175 Zira onlar, hidâyet yerine dalâleti; bağışlanma yerine azabı tercih eden kimselerdir. Doğru yolu terk ederek bâtıl yollara dalan bu insanlar, Allah'ın sonsuz merhametine sığınıp ebedî kurtuluşa nail olmak yerine, bile bile cehennem azabına girmeyi tercih etmişlerdir. Bunlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıymış!
176 Bu azap, sebepsiz ve haksız değildir. Çünkü Allah, gerçeğin ta kendisi olan kitabı hak olarak, hak ve hakikat anlaşılsın, yaşansın ve hayata egemen olsun diye indirmiştir. Allah'ın gönderdiği hak kitabın hükmünü gizleyerek hakikati örtbas edenlerin hakkı da elbette cehennem azabıdır.

Doğrusu, Allah'ın gönderdiği kitapların bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ederek kitap hakkında ayrımcılık yapanlar, derin bir isyankârlığın pençesinde, haktan çok uzak bir ayrılık içindedirler. [29] Haktan bu kadar uzak bir ayrılık içinde bocalayan bâtıl ehlinin hakkı da azaptır. Bu azaptan kurtulup ebedî saadete ulaşmak için gerçek anlamda hayır ve iyilik ehli olmak gerekir. Peki, asıl hayır ve iyilik nedir?
177 Ey insanlar! Yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmeniz bizatihi iyilik ve erdemlilik değildir. İbadetlerde Kâbe'ye veya başka bir tarafa yönelmeniz yahut birtakım dinî formalite ve törenleri yerine getirmeniz amaç ve hedef değil, hedefe götüren bir araçtır. Araç ise, ancak amaca ulaştırdığı takdirde değerli ve önemlidir. İnsanı sahih bir imana ve güzel davranışlara sevk etmeyen, birey ve toplum vicdanında etkisini göstermeyen birtakım kuru ibadet görüntüleri ne erdemli olmanızı sağlar, ne de size Allah katında değer kazandırır.

Asıl iyilikve erdemlilik sahibi odur ki; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve Peygamberlere tüm kalbiyle inanır.

Yüreğinde dünya malına karşı sevgi duymasına rağmen, sırf Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için malının bir kısmını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve kölelerin özgürleştirilmesi uğrunda harcar.

Namazını güzelce kılar, zekâtını verir.

Bir de söz verdiği zaman sözünde duranlar; hele o sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında zorluklara karşı kahramanca göğüs gererek sabreden fedakâr müminler var ya,

İşte onlar doğru sözlü olanlardır; kötülüklerden titizlikle sakınıp korunan gerçek erdem sahibi kullar da yine onlardır. Fakat kişisel ahlâk ve erdemlilik, hukuk kuralları şeklinde toplumsal hayata egemen olmadıkça gerçek anlamda huzur ve mutluluğa ulaşamazsınız:
178 Ey iman edenler! Öldürülen kimseler hakkında kısas, yani suçsuz bir insanı kasten öldüren kişinin işlediği suça denk bir ceza olarak öldürülmesi, yetkili merciler tarafından yerine getirilmesi gereken bir yasa olarak size farz kılınmıştır.

Hüre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın kısas edilir. Yani cinayeti kim işlemişse, cezasını da yalnızca o çekmelidir. Katil hür bir insan ise sadece o hür; köle ise sadece o köle; kadın ise yine sadece o kadın cezalandırılmalıdır. Katilin mahkeme tarafından cezalandırılmasını yeterli görmeyip onun akrabalarından, kabilesinden, ailesinden intikam almaya kalkışılmamalıdır. Ve bu suç sabit olduğunda, suçlu kadın da olsa, köle de olsa, efendi de olsa mutlaka cezalandırılmalıdır.

Ancak katil,insanlık ve din yönüyle kardeşi sayılan maktulün varisleri tarafından herhangi bir şekilde affedilirse, o zaman kısas cezası uygulanmaz. Maktulun varislerinden biri dahi affetse kısas düşer. Bu durumda, tarafların İslâm'a aykırı olmayan gelenek ve örfe uyarak aralarında anlaşıp diyet miktarını belirlemeleri ve katilin, kendisini bağışlayan bu insanları bir nebze teselli etmek üzere onlara kan bedelini [30] güzellikle ödemesi gerekir.

Bu bağışlama yetkisinin verilmesi, Rabb'iniz tarafından sizlere bahşedilmiş bir hafifletme ve rahmettir. Fakatbu yetki, sadece maktulün yakın akrabalarına tanınmış bir haktır; yoksa yetkili merciler de dâhil, bir başkasının katilleri affetme yetkisi yoktur.

Ama her kim, bütün bunlara rağmen yine de saldırganlık etmeye kalkışırsa, sözgelimi, katil yerine başkasını öldürürse ya da katili öldürmekle yetinmeyip onun akrabalarına da saldırırsa veya katili affedip diyeti aldıktan sonra onu öldürmeye kalkarsa yahut katil diyeti ödemeye yanaşmazsa, işte onun için de can yakıcı bir azap vardır!

İnsan öldürmek, -öldürülen kişi katil bile olsa- elbette kötü ve istenmeyen bir şeydir. Fakat bir katilin öldürülmesi yüzlerce masum insanın hayatını kurtaracaksa, o zaman bu bir öldürme değil, bilakis hayat kurtarmadır. Yani:
179 Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl ve sağduyu sahipleri! Ki böylece toplumsal güven ve huzuru sağlayarak kötülük ve günahlardan, anarşi ve terörden korunabilesiniz.Yani ilk bakışta bir cana kıyma şeklinde algılanan kısas, caydırıcı bir ceza olarak birçok muhtemel cinayetleri önlediğinden, aslında bir hayat kaynağıdır. Ayrıca, devletin kısası uygulaması veya öldürülen kişinin akrabalarına affetme yetkisi verilmesiyle intikam ateşlerinin söndürülmesi sağlanacak ve çoğu zaman nesiller boyu süregelen ve onlarca masum insanın ölümüne yol açan kan davaları da önlenecektir.
180 Ey iman edenler! Sizden birinize ölüm vakti geldiğinde, eğer geride bırakacağı kayda değer miktarda malı varsa ve bırakacağı mirasın adil olarak taksim edilmeyeceğinden endişe ediyorsa, ana babaya ve diğer yakın akrabaya uygun biçimde vasiyet etmenizve bunun için gerekli önlemleri almanız size farz kılınmıştır. Bu, haksızlık etmekten özenle sakınıp korunanlar için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

Daha sonra inen miras âyetleriyle (Nisâ, 4/11-12) buradaki vasiyet zorunluluğu kaldırılmış ve vasiyetin kapsamı daraltılmıştır. Bununla birlikte, gün gelir yeniden mirasın adil bir şekilde taksim edilmeme ihtimali ortaya çıkarsa, bu âyet tekrar devreye girer ve yakın akrabaya vasiyet yine farz olur. Peygamber (sav)'in uygulamalarında da görüldüğü üzere, vasiyetin üç şartı vardır: 1- Vasiyet edilen miktar mirasın üçte birini aşmamalıdır. 2- Mirastan pay alan akrabalar için vasiyet yapılamaz. 3- İslâm'a göre meşru kabul edilmeyen kişi ve kurumlara yapılan vasiyet geçersizdir.
181 Her kim vasiyeti işittikten sonra onu değiştirirse, bunun günahı, ancak onu değiştirenlerin boynunadır. Vasiyetin değiştirildiğini bildiği hâlde, vasiyetten haksız pay alan kişi de elbette bundan sorumludur.

İyi bilin ki, Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
182 Fakat her kim vasiyet eden kişinin yanılmış veya adaletsizlik edip günaha girmiş ve böylece yanlış vasiyette bulunmuş olduğundan endişe eder de, bu durumu mirasçılara güzelce izah ederek veya vasiyette gizlice düzeltmeler yaparak aralarında uzlaşma sağlarsa, ona da bir günah yoktur.

Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
183 Ey iman edenler! Oruç sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi, günah ve kötülüklerden korunabilmeniz için size de farz kılınmıştır. Oruç nefsanî ve şehevî arzuları dizginler, insanı azgınlıktan, kötülükten menedip hayırlı amellere yöneltir. Kalbin Allah'a bağlılığını artırır, ona bir meleklik zevki ve saflığı bahşeder. Orucun bu şekilde birtakım ruhî ve bedenî faydaları; sosyal ve ahlâkî yönden güzel neticeleri bulunmakla beraber, bunların hepsi birer fayda olup, farz oluşunun sebebi ve hikmeti değildirler. Bunun için mümin, bu sayılan faydaları elde etmek amacıyla değil, Allah'ın emrine uyup O'na kulluk görevini yerine getirmek amacıyla orucunu tutmalıdır.
184 Size farz kılınan bu oruç, belirli ve sayılı günlerdedir. Bu da Ramazan ayının tamamıdır ki, genellikle 30, bazen de 29 gün çeker.

İçinizden her kim hasta veya yolcu olur ve bu sebeple orucunu tutamazsa, Ramazan'dan sonraki diğer günlerde tutamadığı her gün için bir gün kaza etmelidir. Hamile veya süt emziren kadınlar da hasta hükmündedir ve daha sonra kaza etmek üzere Ramazan'da oruç tutmayabilirler. Yolcuların, hastaların, hamile ve süt emziren kadınların oruç tuttukları takdirde zarar görme veya sağlıklarının tehlikeye düşme ihtimali varsa, o zaman oruç tutmamaları gerekir.

Orucun daha sonra kaza edilmesi hükmü, iyileşme ümidi olan hastalar ve yolculuk hâlinde olan kimseler gibi geçici özrü olanlar içindir. İhtiyarlık, bünye zayıflığı, iyileşme ümidi olmayan hastalık gibi sebeplerle oruç tutmakta zorlanan ve bu yüzden ancak sıkıntıyla, güçlükle oruç tutabilen kimselere gelince, onlar ne oruç, ne de kaza ile yükümlüdürler. Onların özürleri devamlı olduğu için, daha sonraki günlerde orucu kaza etme imkânları yoktur. Bunlar, tutamadıkları her gün için, imkânlarının elverdiği ölçüde bir yoksulu doyurarak fidye vermelidirler. Bir günlük orucun fidyesi, kendi ailesine yedirdiği ölçüde bir günlük yiyeceği veya buna denk parayı bir fakire vermektir. Böyle devamlı özürlü olan kişi eğer fakir ise, fidye vermesi de gerekmez.

Fakat her kim vermesi gerekenden daha fazla fidye verip daha çok fakiri doyurarak gönülden bir iyilik yaparsa, elbette bu kendisi için daha hayırlıdır.

Bununla birlikte, eğer orucun size kazandıracağı dünyevî ve uhrevî yararları biliyorsanız, tüm zorluğuna rağmen oruç tutmanız, sizin için fidye vermekten daha iyidir. Bu hüküm, oruç tutmalarında sağlık açısından bir sakınca bulunmayan kimseler için geçerlidir. Oruç tuttukları takdirde hastalıkları artacak, sıhhatleri bozulacak olan kimselere gelince, onlar oruç tutmayıp fidye vermelidirler. Bu tehlikeyi bile bile oruç tutup zarar gördükleri takdirde, sevap yerine günah kazanmış olurlar. Ancak böyle devamlı özürlü olan kimseler oruçtan dolayı sağlık sorunları yaşamayacaklarsa, oruç tutmaları fidye vermelerinden daha hayırlıdır. Zira İslâm ümmetinin büyük bir coşku içinde yaşadıkları Ramazan ayı öyle muhteşem, öyle rahmet ve bereketlerle dolu bir aydır ki:
185 Oruç tutmanız gereken o sayılı günler, Ay takvimine göre Ramazan ayıdır ki, insanlığa yol göstermek, hidâyetin apaçık delillerini ve doğruyu yanlıştan ayırt etmenin şaşmaz ölçüsü olan Furkan'ı beyan etmek üzere, Kur'ân ilk olarak o aydakiKadir Gecesi'nde indirilmiştir. Ve her Ramazan ayında Kur'ân adeta yeniden nâzil olurcasına, şefkat ve rahmetiyle İslâm ümmetini dört bir yandan kucaklamaktadır.

O hâlde, içinizden her kim o aya sağ salim erişirse, onu baştan sona oruçlu geçirsin.

Fakat her kim hasta veya yolcu olursa, tutamadığı gün sayısınca diğer günlerde orucunu kaza etsin. Unutmayın ki, Allah bu ibadetleri sizin iyiliğiniz için ve size olan merhametinden dolayı emretmiştir:

Zira Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. Size emrettiği ibadetleri kendinizi zorlamadan, huzur ve huşu içinde yerine getirmenizi ister; sıkıntıya düşüp zarar görmenizi istemez. Bundan dolayıdır ki, oruç günleri olarak belirlenen sayıyı diğer günlerde kaza ederek veya fidye vererek tamamlamanız, size öğrettiği şekilde kendisini saygıyla anıp yüceltmeniz ve bunca nimetleri karşılığındaO'na şükretmeniz için her türlü kolaylığı gösterir. Zira Allah, kullarına karşı çok merhametlidir. Onların ihtiyaçlarını, zaaflarını, arzu ve isteklerini bilmekte, dualarını işitmektedir:
186 Ey Peygamber! Eğer kullarım sana beni sorarlarsa, şunu hiç iyi bilsinler ki, ben insana şah damarından daha yakınım. O hâlde, hiçbir aracıya başvurmadan, doğrudan bana yalvarıp benden istesinler. Çünkü ben, bana dua edip yalvaranın yakarışına cevap veririm. Kullarımın dualarını işitir, değerlendirir ve uygun görürsem gerçekleştiririm. Fakat kendisi için faydalı olduğunu düşünerek benden istediği şey aslında zararlıysa, o zaman o arzusunu gerçekleştirmez, ama yine de duasının mükâfatını ona mutlaka veririm.

Öyleyse, onlar da benim çağrıma uyup bana ve gönderdiğim kitaplara iman etsinler ki, böylelikle dünyada doğruluk ve olgunluğa, âhirette ebedî saadete ulaşabilsinler.

Başlı başına bir ibadet olan dua, kulun acziyetini itiraf ederek Rabb'inin huzurunda boyun eğmesi ve tüm benliğiyle O'nu zikretmesidir. Bunun için, "Allah benim durumumu ve ne isteyeceğimi zaten biliyor." diyerek duadan uzak kalınmamalıdır. Zira Allah, kullarına vereceği nimetleri muayyen sebep ve şartlara bağlamıştır. Bilgi sahibi olmak için çalışıp öğrenmeyi, ürün elde etmek için ekip biçmeyi, cennete girebilmek için inanıp iyi işler yapmayı vesile kıldığı gibi, birtakım hayırları elde etmek için kendisine dua etmeyi sebep ve vesile kılmıştır. Öyleyse, ibadetlerin özü olan duadan gâfil kalınmamalı, O'na el açıp yalvarmalı, istenilen her şey yalnızca O'ndan istenmelidir. Fakat bütün bunları yaparken de gereksiz yükümlülükler icat ederek hayatı çekilmez hâle getirmekten kaçınmalıdır:

Allah tarafından herhangi bir yasaklama getirilmediği hâlde, bazı Müslümanlar oruç gecelerinde cinsel ilişkinin yasak olduğuna inanıyorlardı. Bununla birlikte, zaman zaman kendilerine hâkim olamayıp bu yasağı çiğniyorlardı. İşte bu yanlış anlayışı düzeltmek ve konuya açıklık getirmek üzere, aşağıdaki âyetler nazil oldu:
187 Oruç geceleri kadınlarınızla birlikte olmanız size helâl kılınmıştır. Zira onlar sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü gibisiniz. Yani doğal olarak eşinizle içli dışlı olur, birbirinize sarılıp kucaklaşırsınız.

Allah, sizin gereksiz yasaklamalarlaboş yere sıkıntılar üreterek kendinize haksızlık ettiğinizi bildiğinden, tövbenizi kabul ederek sizi bağışlamıştır.

Bundan böyle, Ramazan gecelerinde dahî onlara yaklaşabilir, Allah'ın sizin için takdir ettiği ve uygun gördüğü cinsel lezzet elde etme ve çocuk sahibi olma ve gibi nimetlerini arzu edebilirsiniz.

İşte böyle oruç gecelerinde, şafağın beyaz çizgisi siyah çizgisinden sizce seçilinceye, yani tan yeri ağarıp ufuktaki şafak çizgisi iyice belirginleşinceye kadar yiyip içebilir ve dilerseniz eşinizle birlikte olabilirsiniz.

Şafak söktükten sonra, yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durarak akşam güneş batıncaya kadar oruca devam edin.

Oruç tuttuğunuzu günün gecesinde eşinizle birlikte olabilirsiniz. Fakat Ramazan ayında mescitlerde veya evlerinizdeki mescit odalarında ibadete çekildiğiniz sırada, yani itikâf hâlindeyken, ne gece ne de gündüz vakti kadınlarınıza yaklaşmayın.

Bunlar, bizzat Allah'ın belirlediği yasalar ve çizdiği sınırlardır. O hâlde, bu sınırları çiğnemek şöyle dursun, onlara yaklaşmayın bile.

İşte Allah insanlara, günah ve kötülüklerden sakınıp korunabilsinler diye âyetlerini böyle açıklıyor.

Yeme içme yasağı sadece Ramazan ve oruç için geçerli değildir. Yenilmesi haram kılınan başka şeyler de vardır:
188 Ey iman edenler! Aranızda mallarınızı haksız yollarla yemeyin! İnsanların servetlerinden bir kısmını günah yoluyla yemek için, hem de bunun günah olduğunu bile bile, hâkimlere ve yöneticilere rüşvet vermeye kalkmayın!
189 Ey Muhammed! Sana hilallerin niçin sürekli değişip durduğunu,yani ayın geçirdiği evreleri ve bunun hikmetini soruyorlar. De ki: "Onlar, doğal bir takvim olarak insanların yıl, ay ve günleri belirlemesine yarayan ve hem yapacakları işlerin, hem de oruç ve hac ibadetinin vaktini gösteren ölçülerdir."
190 Ey iman edenler! Size karşı düşmanlık beslemeyen, sizinle iyi geçinmek isteyen toplumlarla barış içinde yaşayın. Fakat size saldıran, yurdunuzu işgal eden ve size savaş açanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın! Ancak taşkınlık edip haksız yere saldırmayın! Hiç kuşkusuz Allah, saldırganlık edenleri sevmez.
191 Size saldıranlarla harp meydanında savaşırken, onları gördüğünüz yerde öldürün. Sizi zorla çıkardıkları yerden, siz de onları sürüp çıkarın. Anayurdunuz Mekke'den sizi nasıl sürgün ettilerse, siz de onları oradan sürüp çıkarın. Gerçi savaşmak, son derece meşakkatli ve istenmeyen bir şeydir. Fakat zulüm ve haksızlıkları engellemenin başka yolu kalmamışsa, o zaman savaşmak en asil, en erdemlice davranış olur. Çünkü küfür ve şirk temeline dayanan ve yeryüzünde inkârcılığın, zulmün, fesadın yaygınlaşmasına sebep olan şer güçlerin dünyaya egemen olması, yani fitne, adam öldürmekten kötüdür.

Bununla birlikte, Mescid-i Haram civarında düşmanlarınız size saldırmadıkları sürece, siz orada onlarla savaşmayın. ZiraMescid-i Haram, Allah tarafından kutsal ve güvenli ilan edilen bir bölgedir. Ama eğer bu bölgenin kutsallığını ihlal edip size saldırırlarsa, siz de karşı saldırıda bulunun ve onları yakaladığınız yerde öldürün! İşte yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kâfirlerin cezası budur!
192 Ancak düşmanlık ve saldırganlıktan vazgeçerlerse, onları affedip serbest bırakın. Unutmayın ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Zalimlerle yapılan mücadele ne zaman sona erer, bilir misiniz?
193 Ey iman edenler! İslam'a ve Kur'ân'a karşı savaş açan, insanî ve ahlakî değerleri hiçe sayan, baskı ve işkencelerle inanç, ibadet ve düşünce özgürlüğüne zincir vuran bütün fitne ve kötülük odakları tamamen yok edilip ortadan kaldırılıncaya ve hayatın her alanında mutlak otorite ve egemenlik anlamına gelen din, tamamenve yalnızca Allah'ın iradesine uygun bir hâle gelinceye ve böylece Kurân'ın öngördüğü adâlet, özgürlük ve barış ortamı tüm dünyada egemen oluncaya kadar onlarla savaşın!

Fakat zulüm ve haksızlıktan vazgeçerlerse, o zaman onlarla barış içinde yaşayın. Zira düşmanlık, sadece zalimlere karşı gösterilmelidir. Dostunuzu düşmanınızı belirlerken temel ölçünüz dürüstlük ve adalet olmalı; insanlarla kâfir ve dinsiz oldukları için değil, zalim ve saldırgan oldukları için savaşmalısınız. Dürüst ve adil kimseler kâfir bile olsalar, onlarla barış içinde yaşamalısınız. İlâhî iradeye başkaldırarak haksızlık ve zulme sapanlara gelince, bunlar hangi dine, hangi ırka, hangi toplumsal sınıfa mensup olurlarsa olsunlar, karşılarında sizin öfke ve düşmanlığınızı bulmalıdırlar.

Arap geleneklerine göre Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında her ne sebeple olursa olsun savaşmak haram kabul ediliyordu. Temel amaçlarından biri yeryüzünde barış ve esenliği sağlamak olan İslâm Dini, bizzat Allah tarafından Hz. İbrahim'e emredilen ve onun aracılığıyla bütün Arabistan'a yayılan bu güzel uygulamanın aynen sürdürülmesini ve bu aylarda savaş yasağına uyulmasını ister. Ancak bu yasak düşman tarafından çiğnendiği takdirde, onlara da gereken karşılık verilmelidir:
194 Savaş yasağına uymanız gereken haram ay, ancak düşmanlarınızın uyduğu haram aya karşılık olmalıdır. Yani muhatabınız hangi aya hürmet gösterip ondaki savaş yasağına uyuyorsa, siz de o aya hürmet gösterip yasağa uymalısınız. Onların hürmet göstermediği haram aylarda, siz tek taraflı olarak ateşkes ilan etmek zorunda değilsiniz. Çünkü yasaklara saygı, karşılıklı olmalıdır.

Öyleyse, haram aylarda size saldıranlara karşı, size saldırdıkları ölçüde saldırın; fakat sakın aşırıya gidip haksızlık etmeyin. Aksi hâlde, Allah'a başkaldıran o zalimlerle aynı konuma gelirsiniz. Dikkat edin, Allah'a karşı gelmekten ve insanlara haksız yere saldırmaktan sakının. Bilin ki Allah, her türlü günah, zulüm ve haksızlıktan sakınanlarla beraberdir.
195 Malınızı ve canınızı Allah yolunda harcayın da, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Çünkü cimrilik eder de, zalimlere karşı yapılan mücadeleyi malınızla canınızla desteklemezseniz, hem bu dünyada hem de ahirette zillet ve perişanlığa mahkûm olursunuz.

Bunun için, yaptığınız her işi en güzel, en uygun şekilde yapın ve her hususta iyilikle, güzellikle davranın. Hiç kuşkusuz Allah, güzel davrananları sever. Sizden asıl istenen iyiliktir. Bunun için yıkmayı ve yok etmeyi değil; onarmayı, ıslah etmeyi ve kazanmayı amaç edinin. Kötülükleri en güzel biçimde gidermeye çalışın. Savaşmak gerektiği zaman da, tam hakkını vererek, en güçlü silahları ve en ileri taktikleri kullanarak Hak yolunda savaşın.
196 Ey müminler! Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. İbadetler başta olmak üzere, başladığınız her işi en güzel biçimde bitirmeye çalışın. Hiçbir işinizi yarım ve eksik bırakmayın ve yaptığınız işleri yalnız Allah için yapın. Umre farz olmamakla birlikte, eğer umreye başlanmışsa, sonuna kadar tamamlanması gerekir. Zira hiçbir ibadet, nasıl olsa farz değildir diye sebepsiz yere yarım bırakılamaz. Aynı şekilde gerek farz gerek nafile hacca niyet edenin de, haccını tamamlaması gerekir.

Fakat eğer başladığınız hac veya umreyi tamamlamaktan sizi alıkoyan düşman, hastalık, doğal afet gibi bir engelle karşılaşırsanız, o zaman gücünüzün yeteceği bir kurban kesmeli veya yapabilirseniz, böyle bir kurbanı kesilmek üzere Kâbe'ye göndermelisiniz. Kurbanlık hayvan bulamazsanız, onun bedelini göndermeli veya bulunduğunuz yerdeki yoksullara vermelisiniz. Yarım kalan hac veya umrenizi bu şekilde tamamlamış olursunuz.

Bu arada, kurbanlık hayvan kesileceği yere ulaşıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin. Çünkü hacı adayı ihrama girdikten sonra kurban kesip ihramdan çıkıncaya kadar tıraş olmamalı, koku sürünmemeli, tırnağını kesmemelidir. Ancak kurban gönderen kişi, kurbanının yerine ulaşıp kesildiğine kanaat getirdiği zaman başını tıraş edip ihramdan çıkabilir.

Fakat sizden her kim tıraş olmaya, koku sürünmeye veya elbise giymeye muhtaç olacak şekilde hastalanır veya başında yara, saçkıran, bitlenme gibi bir rahatsızlık meydana gelir ve bu yüzden saçlarını keserek ihramdan çıkmak zorunda kalır ise, ya üç gün oruç tutarak yahut gücü ölçüsünde sadaka vererek veya maddî imkânlarına göre bir deve, sığır, koyun veya keçi kurban ederek fidye vermelidir. Bu hüküm, ister hac yolunda bir engelle karşılaşsın, ister Kâbe'ye ulaşsın, ihramdan çıkmasını gerektirecek bir mazereti olan bütün hacılar için geçerlidir.

Eğer haccınızı tamamlamanıza mani olan hastalık, kaza, düşman gibi engellerden kurtulup güvene kavuşursanız, hac mevsimine kadar umreden yararlanmak isteyen, yani hem Kâbe'ye gelmişken umre yapıp sevabını kazanmak, hem de umreden sonra ihramdan çıkarak, hac başlayana dek ihram yasaklarından muaf kalmak ve ihram yasaklarından yararlanmak suretiyle temettü haccı yapmak isteyen kişi, kurban günlerinde gücünün yettiği bir kurban kesmelidir.

Kurban edebileceği herhangi bir hayvan bulamayan ise, üç gün hacda, yedi gün de memleketine döndüğü zaman olmak üzere, toplam on gün oruç tutmalıdır. Hacdaki üç günlük orucun, Zilhicce'nin 7, 8 ve 9. günlerinde tutulması müstehaptır. Ancak sağlık durumu müsait olmayanların oruç tutmalarına gerek yoktur.

Bu hükümler, kendisi veya ailesi Mescid-i Harâm'da oturmayan kimseler içindir. Çünkü Mekke'de ve çevresindeki kutsal Harem Bölgesi'nde yaşayanlar için hacdan önce umre yapma, yani temettü haccı yoktur. Dolayısıyla, onlara fidye ve oruç da yoktur. Ayrıca onların sürekli olarak ihramlı hâlde bulunmaları da mümkün değildir. Bütün bu hükümler, size şu bilinci kazandırmak içindir:

Allah'tan gelenemir ve uyarılar karşısındason derece titiz ve duyarlı olun, O'na karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah'ın azabı çok şiddetlidir. Hac ile ilgili diğer ayrıntılara gelince:
197 Hac, öteden beri bilinen aylardadır. Bunlar da herkesçe bilindiği üzere Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk on günüdür. Hac ile ilgili ibadetler yalnızca bu sınırlı süre içinde yapılabilir. Hac vaktinden önce hac için ihrama girmek caiz ise de, Peygamber (as)'ın uygulamasına aykırı olduğu için mekruhtur.

Her kim o aylarda ihrama girmek, telbiye getirmek veya kurbanlık göndermek suretiyle haccı tamamlamayı kendisine gerekli kılarsa, şunu iyi bilsinki, hac sırasında kadına yaklaşmak, günah işlemek, kavga ve münakaşa etmek yoktur. Gerçi günah işlemek ve kavga etmek her zaman yasaktır ama, bunlar hac esnasında işlenirse çok daha büyük günaha sebep olurlar.

Öyleyse iyi ve yararlı işler yapın. Unutmayın ki, her ne iyilik yaparsanız, Allah onu bilmektedir ve karşılığını muhakkak verecektir.

Bir de, kendiniz için azık hazırlayın. "Allah'a tevekkül ediyoruz!" diyerek hac yolculuğu için gereken hazırlıkları ihmal etmeyin. Fakat her zaman ve her yerde olduğu gibi, hac yolculuğunda da kuşkusuz en iyi azık, kişiyi kötülüklerden, günahlardan koruyarak iyiliklere, güzelliklere sevk eden ihlâs ve samimiyet, yani takvadır.

O hâlde, bana karşı gelmekten sakının ey akıl sahipleri!
198 Bu arada, hac esnasında ticari, kültürel, siyasi ve bilimsel etkinliklerde bulunarak Rabb'inizin lütuf ve nimetini aramanızda size bir günah yoktur. İslam'a göre hac ibadetini yerine getirirken aynı zamanda bu tür faaliyetlerde bulunmanın hiçbir mahzuru yoktur.

Arafat'tan Müzdelife'ye doğru sel gibi akın akın inerken, Müzdelife'de bulunan Meşar-i Harâm'ın yanında akşam ve yatsı namazlarını birlikte kılarak, Kur'ân okuyarak ve telbiyeler getirerek Allah'ı anın.

Fakatatalarınızdan gördüğünüz gibi değil, Allah'ın size gösterdiği biçimde onu anın! Size doğruları ve güzellikleri öğrettiği için Rabb'inizin adını yücelterek O'na şükredin. Gerçek şu ki, bundan önce siz, doğru yolu şaşırmış kimselerden idiniz. Rabb'iniz sizi bu âyetlerle eğitip olgunlaştırmadan önce, siz iman ve ibadetten habersiz idiniz.
199 Sonra Müzdelife'den Mina'ya doğru yönelin. Bu arada, mensup olduğunuz ırk, sınıf veya sosyal statü sebebiyle kibirlenip halktan ayrı durmayın. Siz de insanların akın akın gittiği yerden gidin ve hatta kibirlenmek şöyle dursun, günahlarınızdan dolayı Allah'tan bağışlanma dileyin. Doğrusu Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
200 Hac ibadetlerinizi bitirince, tıpkı Cahiliye Devri'nde atalarınızı üstün meziyetleriyle överek andığınız gibi, hatta daha büyük bir coşkuyla Allah'ı anın.

İnsanlardan öyleleri vardır ki, "Ey Rabb'imiz, bize vereceğini bu dünyada ver!" diye dua eder ve yaşantılarını bu temel düşünceye göre biçimlendirirler. Onlara, âhiretteki ebedî nimetlerden hiçbir pay yoktur.
201 Buna karşılık öyle insanlar da vardır ki, "Ey Rabb'imiz! Bize dünyada da ahirette de iyilikler bahşet ve bizi cehennem azabından koru!" diye duaederler.
202 İşte onlara, kazandıklarından bir pay vardır. Rablerinden hem dünyada hem de ahirette iyilikler isteyen bu insanlara, işledikleri salih amellere ve yaptıkları samimi dualara karşılık, dünya ve âhirette paylarına düşen mutluluk ve nimetler mutlaka verilecektir. Hiç kuşkusuz Allah, iyilikleri ve kötülükleri asla karşılıksız bırakmayan,yeri ve zamanı geldiğinde hesabı çabuk görendir.
203 Ey müminler! Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kurban bayramının ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerini Mina'da tekbirler getirerek, dualar ve zikirler ederek, şeytan taşlayarak geçirin.

Her kim acele edip bayramın ikinci ve üçüncü günlerinde bu ibadetleri tamamlayıp iki gün içinde memleketine hareket etmek üzere Mina'dan Mekke'ye dönerse, ona bir günah yoktur.  

Kim de şeytan taşlamayı üçüncü güne, yani bayramın dördüncü gününe ertelerse,  kötülüklerden dikkatlice sakınıp korunduğu takdirde ona da günah yoktur. Mina'dan Mekke'ye, kurban bayramının üçüncü veya dördüncü gününde dönebilirsiniz. Önemli olan Mina'da kaldığınız gün sayısı değil, niyet ve davranışlarınızdaki güzelliktir.  

Bu yüzden, Allah'tan gelen emirlere harfiyen riayet ederek kötülüğün her çeşidinden titizlikle sakının ve bilin ki, hepinizyaptıklarınızın hesabını vermek üzereeninde sonunda O'nun huzurunda toplanacaksınız.

200-201. âyetlerde, Allah'tan sadece dünya nimetlerini isteyen kötü insan modeli ile hem dünyada hem âhirette iyilik isteyen iyi insan modeli anlatılmıştı. Aşağıdaki dört âyette ise, kötülüğün ve iyiliğin en uç noktasında bulunan iki insan karakteri ele alınmaktadır:
204 İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatıyla ilgili sözleri senin hoşuna gider. Üstelik insanları aldatmak için, kendisinin ne kadar iyi niyetli ve samimi olduğu konusunda yeminler ederek kalbindeki duygu ve düşüncelerin samimiyetine Allah'ı şahit tutar. Hâlbuki o, gerçekte en tehlikeli düşmandır. Çünkü keskin zekâsı ve tatlı diliyle kamuoyunu yanıltarak insanları dilediği gibi yönlendirmektedir.
205 Bu yapmacık sözlerinden sonra günlük yaşantısına dönüp gidince, hele bir de güç ve yetki elde edip yönetimi ele geçirince, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Bencillik ve açgözlülüğü yüzünden, doğayı tahrip edecek, sağlıklı ve erdemli bir neslin yetişmesini önleyecek, verimli bir üretimi ve adil paylaşımı baltalayacak eylemlerde bulunur. Oysa Allah bozgunculuğu ve fesadı sevmez.
206 Ona, "Allah'tan kork da yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan, ekini ve nesli yok etmekten vazgeç!" dense, kendini kaptırdığı o ahmakça gururu, onu iyice günaha sürükler. Artık ona cehennem yeter, ne kötü bir yataktır o!
207 İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için O'nun uğrunda canını, malını ve tüm varlığınıseve seve feda eder. Allah da kullarına karşı çok şefkatlidir ve bu fedakârca davranışı elbette ödüllendirecektir. Onun için:
208 Ey iman edenler, hepiniz topyekün İslâm'a girin! Bütün varlığınızla ve tam bir teslimiyetle Allah'a boyun eğin. Her şeyinizi tümüyle O'na adamak suretiyle barış, esenlik ve huzurun teminatı olan ve bir tek Allah'a boyun eğme esasına dayanan İslâm'a girin. Bu teslimiyet, yüce Allah'ın hükmüne ve yazgısına razı olmayan en ufak bir düşünce, duygu, niyet, eylem, arzu ve endişe kırıntısına yer vermeyen kesin bir teslimiyet olmalıdır. Hayatınızı, bir bölümünde Allah'a, diğer bölümünde başka varlıklara itaat edecek şekilde parçalara ayırmayın. Düşüncelerinizi, kültürünüzü, biliminizi, ekonominizi, siyasetinizi, aile hayatınızı, hukukunuzu, eğitim sisteminizi; kısacası her yönüyle hayatınızı Allah'ın gönderdiği kurallara göre düzenleyin. Sakın Allah'ın emir ve uyarılarımı gözardı edip de şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır.
209 Size bunca açık deliller geldikten sonra haktan sapacak olursanız, şunu iyi bilin ki, Allah azîz ve hakîmdir. Günahkârları cezalandırma kudretine sahiptir ve onlarla nasıl ilgileneceğini çok iyi bilir. Zira O, sonsuz kudret ve hikmet sahibidir. Hükmüne karşı gelinemez; dilediğini yapar, emrini derhal yerine getirir. Bununla birlikte, hikmet ve adalet sahibidir. Yaptığını hikmetle, yerli yerince ve sağlam olarak yapar. İnsanların İslâm nizamı altında barış ve selamet içinde yaşaması da hikmetindendir. Eğer günahkârları hemen cezalandırmayıp geriye bırakıyorsa, bu da hikmetindendir.

Evet, hak ve hakikat apaçık ortadayken, o inkârcılar Allah'ın kelamına iman ve itaat etmek için daha ne bekliyorlar?
210 Yoksa onlar, beyaz buluttan örtüler, tüller ve gölgelikler içinde Allah'ın ve meleklerin onlara gelmesini ve nihaî hükmün verilip işlerinin bitirilmesini mi bekliyorlar? Acaba bu insanlar, kendilerine vaad edilen korkunç gün gelip çatıncaya kadar inatlarını sürdürüp bekleyecekler mi? Şunu iyi bilin ki,bütün işler zorunlu olarak Allah'a döndürülür. Her konuda son sözüsöyleyecek, nihaî hükmü verecek olan Allah'tır. Madem her şey ister istemez O'nun huzuruna gidecektir, o hâlde O'na sığınıp emirlerine boyun eğmekten başka çareniz yoktur.
211 Aksine davrananların nasıl bir akıbete uğradığını görmek istersen, İsrailoğulları'na sor; onlara hak ve hakikati açıkça gösteren nice mucizeler ve nice açık deliller vermiştik de, hepsini bile bile inkâr etmişlerdi. Bundan dolayı da dünya ve âhirette lanete uğramışlardı.

Kim Allah'ın İslam ve iman nimeti kendisine ulaştıktan sonra onu inkâr ve isyankârlık ile değiştirirse, şunu iyi bilsin ki, Allah'ın azabı çok şiddetlidir.

İnsanın inkâr bataklığına saplanmasının en önemli sebebi şudur:
212 İnkâr edenlere dünya hayatı süslü gösterilmiştir. Onlar dünya nimetlerden uygun biçimde faydalanarak bunları kendilerine bahşeden yüce Yaratıcı'ya şükredecekleri yerde, gözlerini sadece bu nimetlere diker ve sahip oldukları mal ve servetle gurura kapılarak inananlarla alay ederler.

Oysa kötülükten, haksızlıktan titizlikle sakınıp korunan o takva sahipleri, Diriliş Günü'nde onlardan çok daha üstün konumda olacaklardır.

Hiç kuşkusuz Allah, dilediğine hadsiz hesapsız rızıklar bahşeder. Öyleyse, bütün nimetlerin Allah'tan geldiğini bilin; şımarıp insanları küçümseyerek, haktan yüz çevirip inkâra saparak bölücülüğe, ayrımcılığa yol açmayın. Hatırlayın ki:
213 İnsanlar, başlangıçta yalnızca Allah'a ibadet eden ve aynı inanç ve ilkeler etrafında birleşen bir tek ümmet idi. Dinlerin çok tanrıcılıktan tek tanrı inancına doğru evrimleştiğini öne süren materyalistlerin iddiasının aksine, Allah ilk insan Âdem (as)'ı yarattığında, O'na Hak Dini vahyederek doğru yolu göstermişti. Âdem (as)'ın torunları, uzun bir süre onun yolunda gitmişler ve hepsi de bir ve aynı ümmete bağlı kalmışlardı. Fakat sonraları hak dinden sapmalar başlayınca, insanlar birbirine düşman gruplara ayrıldılar. Bunun üzerine Allah, insanlığın sapmaya başladığı her yol ayrımında, hak dinde sebat edenleri her iki âlemde kurtuluş ile müjdeleyen ve bâtıl yollara sapıp ayrılık çıkaranları dünyada zillet, âhirette cehennem azabı ile uyaran peygamberleri gönderdi. O peygamberlerle birlikte, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmeleri için, hak ve hakikati ortaya koyan Kitab'ı indirdi. İşte bugün de aynı amaçla size bu Kur'ân'ı göndermiş bulunuyor.

Fakat Kitap verilen Hristiyanlar ve Yahudiler, kendilerine gerçeği gösteren apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki ihtiras ve azgınlıktan dolayı Allah'ın dinini paramparça ederek onda ayrılığa düştüler. Böylece Allah, onların ihtilafa düştükleri o hakikate, kendi izni ve iradesiyle Son Peygambere ve Kur'ân'a iman edenleri ulaştırdı. Çünkü Allah, hangi ırktan ve hangi toplumdan olursa olsun, hak dinin sancağını taşımaya lâyık gördüğü ve başarıya, kurtuluşa, zafere ulaşmasını dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir

Demek ki insanlık tarihi, iyilerle kötüler arasında süregelen ve kıyamete kadar sürecek olan çetin bir mücadeleden ibarettir. Bu mücadelede başarılı olup ebedî saadete ulaşmak için birçok zorluklara göğüs germek, zalimlerin baskı ve işkencelerine sabretmek zorunda kalacaksınız.
214 Yoksa siz ey iman edenler, sizden önceki ümmetlerin başına gelen sıkıntılar, bela ve musibetler sizin de başınıza gelmeden, öyle kolayca cennete girebileceğinizi mi sandınız? Hayır; cennete girmenin bir bedeli vardır ki, sizden önceki ümmetler bu bedeli ödediler:

Onlar öyle zorluk ve sıkıntılarla karşılaşmış, öylesine ağır ve çetin imtihanlarla sarsılmışlardı ki, nihayet o zamanki peygamber ve beraberindeki müminler, "Artık dayanacak gücümüz kalmadı, Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek hâle gelmişlerdi. Dayanın, sabredin! Şunu iyi bilin ki, Allah'ın yardımı pek yakındır!
215 Ey Muhammed! Sana, Allah yolunda hangi tür mallardan vereceklerini, ne harcayacaklarını soruyorlar. Onlara de ki: "Hayır olarak her ne verirseniz verin fark etmez, yeter ki temiz ve helal mallardan olsun. Fakat asıl önemli olan, bunun kimlere verileceğidir. Bu vereceğiniz mallar, ana baba, diğer akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Öyleyse, az çok demeyin iyilik edin.Unutmayın ki, her ne iyilik yaparsanız Allah onu bilmektedir ve karşılığını mutlaka verecektir."
216 Ey müminler! Her ne kadar hoşunuza gitmese de, zulüm ve haksızlıklara karşı Allah yolunda savaşmak size farz kılınmıştır. Gerçi savaşın sıkıntı ve acılarına katlanmak zordur ve savaşmak, ölmek, öldürmek aslında kötü bir şeydir. Fakat zulmü engellemenin başka bir yolu kalmamışsa, daha büyük acıları önlemek için gerekirse savaşılmalıdır. Çünkü sizin hoşlanmadığınız bir şey, aslında sizin için hayırlı olabilir; hoşunuza giden bir şey de sonuç itibariyle sizin için kötü olabilir. Neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu en iyi Allah bilir, siz bilemezsiniz. Öyleyse,bilgi ve tecrübesi sınırlı olan insanoğlu, her şeyi bilen Allah'ın rehberliğine muhtaçtır.

Hz. Peygamberin keşif amacıyla gönderdiği Abdullah bin Cahş komutasındaki sekiz kişilik bir gözcü grubu, müşriklere ait küçük bir ticaret kervanıyla karşılaşmıştı. Savaşmanın haram olduğu Recep ayına henüz girmediklerini sanan Müslümanlar, geçmişte uğradıkları işkencelerin ve haksız yere yurtlarından sürülmenin intikamını alma hırsıyla kervana saldırarak müşriklerden birini öldürdüler, ikisini de esir alıp ganimetlerle Medine'ye döndüler. Müşriklerin, Hz. Peygamber'in ve müminlerin asla onaylamadığı bu olayı fırsat bilerek Müslümanlar aleyhinde yoğun bir propagandaya girişmesi üzerine, aşağıdaki âyetler nazil oldu:
217 Ey Peygamber! Sana, Arapların öteden beri kutsal kabul ettikleri haram aylarda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: "Temel hedeflerinden biri yeryüzünde barış ve esenliği sağlamak olan İslâm dini, kan dökülmesini engelleyen böyle güzel geleneklere titizlikle uyulmasını ister. Bu yüzden, bizzat Allah tarafından haram kılınan o aylarda savaşmak büyük günahtır. Bu günahı işleyen kâfir de olsa Müslüman da olsa, şiddetle kınanmalı ve gerekirse cezalandırılmalıdır.Bununla birlikte,insanları Allah yolundan alıkoymak, Allah'a ve O'nun tarafından kutsal ilan edilen Mescid-i Haram'a saygısızca davranmak ve Mekke halkını oradan sürüp çıkarmak, Allah katında haram aylarda savaşmaktan daha büyük bir günahtır. Bu gibi fitne ve bozgunculuklar, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. İnsanları inançlarından dolayı işkencelere uğratan, acımasızca katleden, müminlere Kâbe ziyaretini yasaklayan, onları anayurtlarından çıkarıp mallarına mülklerine el koyan zalimler, birkaç Müslüman'ın —hem de haram aya girdiklerinin farkında olmadan— gerçekleştirdiği bu saldırıyı fırsat bilerek bütün Müslümanlar aleyhinde propaganda yapıyorlar. Birer barış ve iyilik havarisi edasıyla hak ve hukuktan dem vuran bu zalimlerin, eğer sözlerinde samimi iseler, öncelikle kendi işledikleri bunca zulüm ve haksızlığın hesabını vermeleri gerekmez mi?

O hâlde, müşriklerin kopardıkları bu yaygaraya bakıp da, onların gerçekten hak ve hukuka saygılı, barış yanlısı kimseler olduklarını sanmayın. Çünkü onlar, eğer güçleri yetse, sizi dininizden döndürene dek sizinle savaşmaktan geri durmazlar. Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların tüm yaptıkları iyilikler ve kazandıkları sevaplar, dünyada da âhirette de boşa gidecektir. Onlar cehennem halkıdırlar ve sonsuza dek orada kalacaklardır.
218 Allah'a ve âyetlerine yürekten iman edenler, Allah yolunda zulüm ortamını terk ederek İslam diyarına hicret edenler ve Kur'ân'ın öngördüğü adalet sistemini yeryüzünde egemen kılmak için mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler var ya, işte onlar Allah'ın rahmetini umabilirler. Onlar bu yolda mücadele ederken ellerinde olmadan birtakım hatalar işleseler bile affedileceklerdir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

Hicret, zulüm ve şirkin egemen olduğu ortamı terk ederek, zulme karşı mücadelenin kalesi olarak belirlenen İslam diyarına göç etmek demektir. Hicret, müminin, Rabb'ine kulluğa mani olan her şeyini; içinde yaşadığı toplumunu, ülkesini, ailesini, çevresini, arkadaş ortamını, alışkanlıklarını, hayat tarzını vs. terk ederek İslâm'ı yaşayabileceği yepyeni bir ortama geçiş yapmasıdır. Buna göre, Allah'ın hoşnut olmadığı her şeyden uzaklaşarak O'nun razı olacağı bir ortama geçiş yapmak, özellikle kötülüklerin anası olan şu haramlardan sakınmak da hicretin bir parçasıdır:
219 Ey Muhammed! Sana, şarap ve benzeri sarhoşluk verici, uyuşturucu maddelerin, alkollü içeceklerin ve loto, piyango, bahis, kumar gibi şans oyunları oynamanın, şansa bağlı bir işlem sonucunda bir mal veya para kazanmanın hükmünü soruyorlar. De ki: "Gerek sarhoşluk verici maddeler ve gerekse kumar olsun, her ikisinde de büyük bir günah ve aynı zamanda insanlar için bazı küçük faydalar vardır. İçki ve kumarda insanları eğlendirme, ticarî hayatı canlandırma gibi birtakım nisbî faydalar bulunabilir. Fakat bunların günahları veyol açtığı zararları, sağladığı faydalarından çok daha büyüktür. [31] Küçük ve hayalî bir fayda için, kesin ve genel bir zarara düşmek de akıl işi değildir.Öyleyse, içkinin ve kumarın azı da çoğu da kesinlikle haramdır."

Yine sana Allah yolunda neyi infak edeceklerini, fakir ve muhtaçlara hangi mallarından ne kadar vermeleri gerektiğini soruyorlar. Onlara de ki: "Malınızın tamamını değil, ihtiyacınızdan arta kalanı harcayın. Aç gözlülük edip servet üstüne servet yığmayın; ama iyilik edeceğiz diye kendinizi ve ailenizi muhtaç duruma düşürecek şekilde tasaddukta bulunmaya da kalmayın. Ancak seferberlik, doğal afet gibi olağanüstü durumlarda, aslî ihtiyacınız olan mallardan da infak edebilirsiniz."

İşte Allah, güzelce düşünüp ibret alabilesiniz diye size âyetlerini böyle açık ve ayrıntılı bir şekilde bildiriyor.

Dünya ve âhiret hakkında güzelce düşünüp ibret alabilesiniz ve her iki âlemde huzura, mutluluğa, kurtuluşa ulaşabilesiniz diye.
220 Ey Muhammed! Sana, yetimlere karşı nasıl davranmak gerektiğini soruyorlar. De ki: "Onların durumunu iyileştirmek için kendileriyle ilgilenmeniz,günaha gireriz diye onlardan uzak durmanızdan çok daha iyidir. Eğer onlara karışırsanız, yani onlarla bir arada içli dışlı yaşıyorsanız, onları incitecek, rencide edecek söz ve davranışlardan sakının. Unutmayın ki, onlar sizin akrabanız ve din kardeşlerinizdir. Onların mallarıyla ticaret yapıp kazancını birlikte yiyebilirsiniz. Fakat sakın haksızlığa yeltenmeyin.

İyi bilin ki, Allah kimin fesatçı, kimin dürüst olduğunu bilmektedir. Dolayısıyla, herkese hak ettiği karşılığı mutlaka verecektir. Allah'ın size gösterdiği bu kolaylıkların kıymetini bilin.Çünkü Allah dileseydi, hiçbir şekilde mallarından faydalanmanıza müsaade etmeksizin yetimlere bakmanızı emrederek sizi zora sokabilirdi, fakatöyle yapmadı. Kuşkusuz Allah, sonsuz kudret ve hikmet sahibidir. Her konuda en güzel hükmü veren, her işi yerli yerince yapan mutlak yetki ve egemenlik sahibidir."

İşte Allah, sonsuz ilim ve hikmetiyle size şu kanunları uygun görüyor:
221 Ey müminler!Allah'ın birliğine ve âhiret gününe iman etmedikleri sürece, Allah'a eş ve ortak koşan o müşrik kadınlarla evlenmeyin. Çünkü özgürlüğünden yoksun olsa bile inançlı bir kadın, özgür ama müşrik olan bir kadından daha hayırlıdır; o müşrik kadın, bazı özellikleriyle hoşunuza gitse de. Toplumsal statüsü ne kadar düşük olursa olsun inançlı bir kadın; güzelliği, asaleti, zenginliği gibi özellikleri ile hoşunuza giden müşrik bir kadından çok daha hayırlıdır. Dolayısıyla, mümin erkekler ve kadınlar, Allah'a ortak koşan kimselerle hiçbir şekilde evlenmemelidirler. Fakat mümin erkekler, zaruri durumlarda, Allah'ın varlığına ve birliğine inanan Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla evlenebilirler (Mâide, 5/5).

Bir de Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmedikleri sürece, müşrik veya kâfir erkeklerin mümin hanımlarla evlenmesine izin vermeyin. Zira Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir köle, Allah'a ortak koşan bir müşriktençok daha hayırlıdır; o müşrik, özgürlüğü, gücü, itibarı, zenginliği ve yakışıklılığı gibi maddi üstünlük ve meziyetleriyle gözünüze cazip görünse de. Çünkü o müşrikler, hayat tarzlarıyla, her türlü hâl ve hareketleriyle sizi cehennem ateşine çağırırlar; o fakir ve zayıf Müslümanların inanıp boyun eğdiği Allah ise, sizleri izniyle cennete ve sonsuz merhametiyle bağışlamaya çağırıyor.  O hâlde, Allah'ın çağrısını bırakıp da o müşriklerle evlenmek suretiyle kendinizi ateşe atmayın.

İşte Allah, âyetlerini ve hükümlerini insanlara böyle açık ve net olarak bildiriyor ki, düşünüp öğüt alsınlar da, kendilerini dünyada ve âhirette zarara uğratacak davranışlardan uzak dursunlar.
222 Ey Peygamber! Sana kadınların aybaşı hâlini soruyorlar. De ki: "Bu, cinsel ilişkiye mani bir kirlilik ve kadına eziyetveren bir çeşit hastalık durumudur. O hâlde, aybaşı dönemlerinde kadınlarınızdan cinsel ilişki anlamında uzak durun ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Zira aybaşı döneminde cinsel ilişkide bulunmak, her iki taraf için de tehlikeli ve zararlıdır. Fakat cinsel ilişki dışındaki öpüşme, kucaklaşma gibi olağan karı koca ilişkilerini sürdürebilirsiniz.Âdet kanaması tamamen kesilip iyice temizlendikleri ve boy abdesti aldıkları zaman, cinselliğin fıtrî seyrine uygun bir şekilde, yaratılışınızdaki doğal içgüdü ve eğilimlere göre, yani Allah'ın emrettiği şekilde onlara yaklaşabilirsiniz. Hiç şüphesiz Allah, insanlık gereği meydana gelebilecek kusurlardan dolayı tövbe edipkendisineyönelenleri ve maddî manevî her türlü pislikten, çirkinlikten kaçınıp temiz olmaya çalışanları sever."
223 Ey iman edenler!  Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Sizin için sağlıklı bir nesil yetiştirmeleri yönüyle hanımlarınız, bereketli ve güzel ürünler veren bir bahçeye benzerler. Öyleyse, hedef üreme organı olmak şartıyla, tarlanıza dilediğiniz zaman dilediğiniz biçimde varabilirsiniz. Karı koca ilişkilerini yalnızca cinsel bir haz aracı olarak değerlendirmeyin. Aynı zamanda, ileride size fayda verecek sağlıklı bir nesil yetiştirmek veâhirette sizi kurtaracak güzel davranışlarda bulunmak suretiyle kendiniz için ileriye hazırlık yapın. Allah'a karşı gelmekten sakının ve sonunda O'na kavuşacağınızı bilin. Allah'ın emir ve yasaklarına riayet edin, kötülüğün, günahın her çeşidinden uzak durun. Bir gün mutlaka Allah'ın huzuruna çıkacağınızı ve o gün, yapıp ettiğiniz her şeyin hesabını vereceğinizi asla unutmayın.Ey Peygamber, bu ilkelere bağlı kalan müminleri, dünyada sağlık, huzur ve başarı; âhirette ebedî kurtuluş ve saadet ile müjdele!
224 Olur olmaz ettiğiniz yeminleriniz sebebiyle, Allah'ın adını iyilik yapmanızın, kötülüklerden kaçınmanızın ve insanlar arasında barış ve uzlaşma sağlamanızın önünde bir engel hâline getirmeyin. Sizi herhangi bir iyilikten alıkoyacak veya bir kötülüğe, zulme sürükleyecek yeminler etmeyin. Eğer bilinçli ve kasıtlı olarak böyle bir yemin etmişseniz, derhâl kefaretini ödeyip bu yemini bozmalısınız. Unutmayın ki, Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
225 Allah sizi, yemin amacıyla olmaksızın yahut ağzınızdan kaçıveren ya da doğru olduğunu zannederek ettiğiniz, fakat daha sonra öyle olmadığı anlaşılan yeminlerinizdeki yanılgıdan dolayı sorumlu tutmaz. O sizi ancak, kalplerinizin kazandıklarından ve bilerek, isteyerek ettiğiniz yeminlerden sorumlu tutacaktır. Çünkü Allah ğafûrdur, halîmdir. Çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Sonsuz şefkatiyle kullarına yumuşak ve hoşgörülü davranır, onlara ceza vermekte asla acele etmez.

İşte Allah'ın sizi sorumlu kıldığı yeminle ile ilgili konulardan biri:

İslâm öncesi Arap geleneklerine göre, erkek karısına sinirlenip ona yaklaşmamaya yemin ederdi de, bu yemininden dönünceye veya onu boşayıncaya kadar eşi kendisine haram olurdu. Bu süre zarfında zavallı kadıncağız ne kocasıyla aile hayatı yaşayabilir, ne de ondan boşanıp bir başkasıyla evlenebilirdi. Îlâ adı verilen ve tamamen erkeğin vereceği keyfî karara bağlı olan bu durum, bazen yıllarca sürerdi. Allah, aşağıdaki âyetleri göndererek bu zulme son verdi. Böyle bir yeminin doğru olmadığını, ancak yemin edildiği zaman da ona uyulması gerektiğini, fakat bu sürenin dört ayı geçemeyeceğini bildirdi. Buna göre, bu süre bitinceye kadar erkek karısına dönmediği takdirde evlilik sona erer ve kadın başka biriyle evlenebilir:
226 Eşlerine yaklaşmamaya yemin edenlerin, en fazla dört ay bekleme hakları vardır. Eğer bu süre içinde pişman olup hanımlarına yeniden dönerlerse, elbette Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Bu çirkin duruma son verdiği için koca bağışlanacaktır. Fakat yemininden döndüğü için yemin kefaretini ödemesi gerekir.
227 Eğer bu süre içinde eşlerini boşamaya karar verirlerse, şunu hiç unutmasınlar ki, Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir. Buna göre iyice düşünüp doğru karar versinler, eşlerine haksızlık etmesinler. Eğer dört ay içinde eşlerine geri dönmezlerse, bu süre biter bitmez boşanma otomatik olarak gerçekleşecek ve evlilik sona erecektir. Bundan sonra şayet kadın da isterse, yeni bir mihr ve nikâh ile tekrar evlenebilirler.
228 Boşanmış kadınlar, başkasıyla evlenmeden önce, kocalarının evinde üç qar' (aybaşı dönemi) [32] kendilerini gözetirler. Üçüncü aybaşını gördükleri anda bekleme süresi sona ermiş ve boşanma gerçekleşmiş olur. Adet görmeyen veya adetleri çok düzensiz olan kadınların bekleme süresi ise üç aydır.

İddet bekleyen bu kadınların, eğer Allah'a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığını, yani hamile veya aybaşı olduklarını gizlemeleri onlara helâl değildir.

Kadının, iddet adı verilen bu süreyi beklemesinin amacı, hamile olup olmadığının anlaşılması ve boşanma gibi önemli bir konuda kocaya bir kez daha düşünüp kararını gözden geçirme fırsatının verilmesidir. Boşanmış kadınlar, bir başkasıyla evlenmek için; 1- Âdet görmekte olanlar üç âdet dönemi, 2- Herhangi bir sebeple âdet olmayanlar üç ay, 3- Hamile olanlar doğum yapıncaya kadar, 4- Kocası ölmüş kadınlar ise dört ay on gün iddet beklerler. Gerdeğe girmeden boşanmış kadınların beklemelerine gerek yoktur, onlar boşanır boşanmaz bir başkasıyla evlenebilirler.

İddet bekleyen kadın, üçüncü âdeti görmeye başladığı anda boşanma gerçekleşmiş olur ve artık dilediği kişiyle evlenmekte serbesttir. İster bir başkasıyla evlenir, isterse —üç talak hakkı da kullanılmamışsa— yeni bir nikâh ve mihr (erkeğin evlilik bedeli olarak kadına verdiği mal veya para) ile eski kocasına geri döner.

İster bâin (cayılamayan) ister ric'î (cayılabilir) talakla boşanmış olsun, iddet bekleyen kadına açıktan evlilik teklifi yapmak yahut dünür göndermek haramdır. Ancak böyle bir niyetin, üstü kapalı olarak kadına hissettirilmesinde bir sakınca yoktur (Bakara, 2/235). Kadının beklemesi gereken bu süre içinde kocaları barışmak isterlerse, onları geri almaya, kadına talip olabilecek diğer erkeklerden daha öncelikli hak sahibidirler. Çünkü boşanma henüz gerçekleşmemiştir. Koca, yeni bir nikâha ve mihre gerek kalmaksızın talaktan dönüp eşini tekrar alabilir. Bu süre zarfında kadın hâlâ kocasının nikâhı altındadır.

Bilinen adalet ve hukuk kuralları çerçevesinde veİslam'a aykırı olmayan örfe uygun olarak, kadınların kocalarına karşı yükümlülükleri olduğu gibi, meşru hakları da vardır. Fakat erkeklerin görev ve sorumlukları daha ağır olduğu için, onların kadınlar üzerindeki hakları bir derece daha fazladır. Çünkü ailenin geçimini sağlamak, yuvayı tehlikelerden korumak ve benzeri görevler, ruhsal ve bedensel özellikleri itibariyle bu göreve daha uygun olan erkeğin omuzlarındadır. Bu hükümler, doğrudan doğruya Allah tarafından belirlenmiştir.Unutmayın ki, Allah azîzdir, tartışmasız yetki ve otorite sahibidir, hakîmdir, yersiz ve uygunsuz hüküm vermez, her işi yerli yerince yapar.
229 Kocaya, pişman olduğu takdirde eşine yeniden dönme imkânı veren boşama, iki defadır. Yani erkek, birinci ve ikinci boşamadan sonra hanımına geri dönebilir. Bundan sonra ya eşini bir daha boşamadan iyilikle tutmalı, ya da onu üçüncü kez boşadığı takdirde güzellikle serbest bırakmalıdır.

Hanımlarınıza mihr ya da hediye olarak verdiğiniz herhangi bir şeyi, onları boşarken geri almanız size helâl değildir. Ancak, karı kocanın her ikisi de evliliğin devam etmesi hâlinde günaha girerek veya birbirlerinin hakkının çiğneyerek Allah'ın çizdiği sınırları çiğneyeceklerinden endişe ediyorlarsa ve bu yüzden koca, karısının talebi üzerine onu boşayacaksa, o zaman başka.

Ey İslâm toplumunun hâkimleri, yöneticileri ve aile büyükleri! Bu tür sorunlar yaşayan çiftlerin, evlilikleri devam ettiği sürece Allah'ın çizdiği sınırları çiğneyeceklerinden siz de endişe ederseniz, bu durumda kadının, kendisini boşaması karşılığında kocasına bir bedel ödemesinde ikisine de günah yoktur. Kadının erkek gibi doğrudan boşama yetkisi yoktur. Ancak kendi isteği ile evliliği sona erdirmek isteyenkadın, evlilik bedelini kocasına iade etmek şartıyla, İslâm'a göre yetkili sayılan hâkim aracılığıyla evliliği sona erdirebilir. Bu durumda, kocalık görevini ihmal etmediği hâlde, sırf karısından kaynaklanan sebeplerle eşini boşamak zorunda kalan kişi, karşılıklı anlaşmaya bağlı olarak, verdiği mihrin bir kısmını veya tamamını geri alabilir. Tarafların anlaşamaması durumunda, erkeğe iade edilecek mihr miktarına hâkim karar verir.

İşte bunlar Allah'ın çizdiği sınırlardır, sakın onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

Evet, kadının bekleme süresi sona erinceye kadar kocası onu boşamaktan vazgeçip evliliği sürdürme hakkına sahiptir. Fakat bekleme süresi dolduktan sonra pişman olup hanımını geri almak isterse, ancak eşinin rızasıyla ve yeniden nikâh kıyıp yeni bir evlilik bedeli ödeyerek onunla tekrar evlenebilir. Bu hüküm, birinci ve ikinci boşamalar için geçerlidir. Ancak:
230 Kocası onu üçüncü kez boşarsa, bundan böyle kadın başka bir erkekle —formalite icabı değil, gerçek bir nikâhla— evlenmedikçe, bir daha kendisine helâl olmaz. [33] Kadının evlendiği bu ikinci kocası da kendi rızasıyla onu boşarsa, şayet eski kocası onu geri almak isterse ve her ikisi de yeniden evlendikleri takdirde Allah'ın sınırlarını koruyabileceklerine inanıyorlarsa, kadının bekleme süresi dolduktan sonra yeniden evlenmelerinde ikisine de günah yoktur.

Bunlar, bilinçli ve duyarlı bir toplum için Allah'ın açıkça ortaya koyduğu sınırlar ve yasalardır, sakın bu yasaları çiğnemeyin!
231 Hanımlarınızı boşadığınız zaman, bekleme sürelerinin sonuna geldiklerinde onları ya boşamaktan vazgeçerek güzellikle tutun ya da sürenin sona ermesini bekleyip güzellikle serbest bırakın.

Yoksa sırf haklarını çiğnemek ve kendilerine zarar vermek için onları nikâhınız altında tutmayın! Kim böyle bir şey yaparsa, başkasına değil, yalnızca kendisine zulmetmiş olur.

Sakın bu tür çirkin davranışlarla Allah'ın hükümlerini oyuncak haline getirip de O'nun âyetlerini alay konusu edinmeyin! Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini; öğüt ve ibret almanız için size gönderdiği kitabı ve hikmeti [34] yani ilahi hükümleri ve hikmetli öğütleri düşünün. Bunları düşünün de, O'nun kitabına lâyık, güzel ve erdemlice davranışlar göstermeye çalışın.

Allah'a karşı gelmekten de sakının ve bilin ki, Allah her şeyi bilmektedir.
232 Kadınlarınızı boşadığınız zaman, bekleme süreleri sona erince, eğer kendi aralarında uygun biçimde anlaşırlarsa, anlamsız bir kıskançlığa kapılıp da onların başka bir erkekle veya daha önceki kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. Yahut ey veliler ve aile büyükleri! Velisi olduğunuz bir kadın boşandığı eski kocasıyla yeniden evlenmek isterse, sakın bu evliliğe mani olmayın.

Sizden Allah'a ve âhiret gününe inananlara öğütlenen işte budur. Zira bu, size yakışan en erdemli ve en temiz davranıştır. Öyleyse, yersiz kıskançlıklara kapılarak Allah'ın yasalarını çiğnemeyin. Unutmayın ki, her şeyi en ince ayrıntısıyla ve mükemmel biçimde ancak Allah bilir, siz bilemezsiniz.
233 Nikâh altında olsun boşanmış olsun bütün anneler, emzirme süresini tamamlamak isteyen kocaları için çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Çocuğun fizyolojik ve psikolojik gelişimi için en uygun emzirme süresi iki yıldır. Eşler karşılıklı anlaşıp bu süreyi kısaltabilirler. Fakat çocuğun iki yıldan daha uzun süre emzirilmesi uygun olmaz. Bu süre, hem evli hem de boşanmış ailelerin çocukları için geçerlidir. Boşanma durumunda çocuk, anne evleninceye veya çocuk temyiz çağına ulaşıncaya kadar anneye verilir. Şayet anne bakamayacak durumdaysa, annenin en yakın kadın arkabasına verilir. Bu arada baba, temyiz çağına  ulaşıncaya kadar çocuğun masraflarını karşılamakla yükümlüdür. [35]

Boşanmış kadın çocuğunu emzirdiği sürece, onların yiyecek, giyecek ve barınma gibi ihtiyaçlarını uygun biçimde karşılamak çocuğun babasına düşen bir görevdir. Bununla birlikte, hiç kimse gücünün yettiğinden fazlasıyla yükümlü tutulamaz.

Ne anne çocuğundan dolayı sıkıntıya uğratılsın, ne de çocuğun babası. Çocuğunu iki yıl emzirme dışında, onun bakımı, yetiştirilmesi, eğitimi gibi esasen babaya ait olan sorumluluklar anneye yüklenmemelidir. Ayrıca, gücünün üzerinde nafakayla yükümlü tutularak babaya sıkıntı verilmemelidir. Bu ihtiyaçları karşılayacak nafaka miktarının belirlenmesi, takip ve denetimi, İslâmî yönetimin ve mahkemelerin görevidir. Baba ne ile yükümlüyse, mirasçılar da aynısıyla yükümlüdür. Baba öldüğü takdirde, onun bu görevini mirasçıları üstlenmelidir.

Eğer eşler kendi aralarında danışıp anlaşarak henüz iki yıl dolmadan çocuğu sütten kesmeye karar verirlerse, bunun da bir sakıncası yoktur. Ayrıca, boşanmış kadın çocuğunu emzirirken, eski kocası ile istişare ederek iki yıl dolmadan çocuğu sütten kesip babasına verirse, bu da günah değildir.

Eğer çocuklarınızı başka bir sütanneye emzirtmek isterseniz, hak ve adalet ölçülerine uygun olarak ücretini ödediğiniz takdirde, bunun da bir sakıncası yoktur. Yeter ki, bütün bunları yaparken Allah'akarşı gelmekten sakının ve Allah'ın, yaptığınız her şeyi görmekte olduğunu ve tüm yapıp ettiklerinizin hesabını mutlaka soracağını bilin. Dünyanın hukuk ve adalet sisteminden bir şekilde kaçıp cezadan kurtulabilir veya onları aldatabilirsiniz. Fakat her şeyi bilen ve gören Allah'tan gizlenemez, O'nu aldatamazsınız.

İslâm öncesi Arap geleneklerine göre, kocası ölen kadın bir yıl boyunca bakımsız bir hücreye kapanır, en çirkin elbiselerine bürünür ve neredeyse hiçbir temiz şeye el süremezdi. Ayrıca gerek kendi akrabaları gerek kocalarının yakınları tarafından ağır baskılara maruz kalırdı. İşte bu soruna çözüm olmak üzere Allah, dul kadının bekleme süresini kısaltarak ve üzerindeki baskıları kaldırarak onun huzur ve güven içinde yeni bir aile hayatına kavuşmasını sağlayan âyetleri gönderdi:
234 İçinizden ölen birinin geriye bıraktığı hanımı, evlenmeden, süslenmeden ve görücüye çıkmadan kendi başına dört ay on gün bekler. Bu süre içinde hem hamile olup olmadığını anlamış, hem de çabucak evlendiği takdirde incinebilecek olan kocasının yakınlarının yaslı duygularını hafifletmiş olur. Yine bu süre içinde renkli ve gösterişli elbiseler giymemeli, dikkat çekici takılar takmamalı, evlilik teklifi almak arzusu ile süslenip ortaya çıkmamalıdır. Bu arada koca ölmeden önce, eşinin bir yıllık geçimini sağlayacak miktarda nafakayı vasiyet etmiş olmalıdır (Bakara, 2/240). Eğer bu vasiyet yapılmamışsa, hâkim onun mirasından nafakayı alıp kadına verir.

Bu bekleme süresinin asıl gerekçesi "kocanın ölümü"dür. Bunun için, kocası ölmüş olan kadın gerdeğe girmiş olsa da olmasa da, âdet görse de görmese de, evlenmeden önce dört ay on gün bekler. Eğer kadın hamileyse, çocuğunu doğuruncaya kadar beklemelidir. Dört ay on gün dolmadan önce doğum yapsa bile, bu süreyi tamamlaması gerekir. Bekleme süresini dilerse kocasının evinde, dilerse başka bir yerde geçirebilir.

Kocası ölmüş olan kadınlar bu dört ay on günlük bekleme sürelerini bitirdikleri zaman, artık kendileri için mârûf olanı [36] yapmalarından dolayı ne onlara ne de size bir günah yoktur. Bundan böyle ne kendi ailelerinden ne de ölmüş kocalarının akrabalarından hiç kimse onlara karışamaz. Mümin bir hanıma yaraşır biçimde süslenebilir, yeni evlilik teklifi alabilir ve istediği kimse ile evlenebilirler.Bu gibi hususlarda onları sakın engellemeye kalkmayın.Unutmayın ki, Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
235 Böyle kocası ölmüş olan ve bekleme süreleri hâlen devam eden kadınlarla evlenme isteğinizi üstü kapalı olarak onlara bildirmenizde veya içinizde böyle bir niyeti gizlemenizde size bir günah yoktur. Böyle kadınlarla evlenme isteğinizi, "Seninle evlenmek istiyorum, nikâhına talibim" gibi sözlerle açıkça söylemek caiz değildir. Ancak örneğin, "Ben evlenmeyi düşünüyorum" veya "Sen iyi, hoş bir kadınsın" gibi kinaye yoluyla bu niyetinizi onlara bildirebilirsiniz. Sizin iç dünyanızı sizden daha iyi tanıyan Allah, o kadınları gönlünüzden geçireceğinizi bilmekte ve bu doğal tepkinizden dolayı sizi mazur görmektedir. O hâlde, evlilik isteğinizi onlara üstü kapalı olarak bildirebilirsiniz. Fakat onlarla köşe bucakta gizlice buluşmak üzere sözleşmeyin. Ancak bu, onlarla hiçbir şekilde görüşmeyeceksiniz anlamına gelmez.Beşerî ilişkilerin gerektirdiği ölçüde ve İslâm'ın öngördüğü ahlâk ve edep kuralları çerçevesinde onlarla görüşüp konuşabilir, uygun bir ortamda onlara meşru ve güzel sözler söyleyebilirsiniz. Bu arada, beklemeleri gereken süre dolmadan, yani önceki kocalarından hukuken tamamen ayrılmadan, aranızda nikâhı kararlaştırmayın. Bu konuyu açıkça konuşup aranızdaevlilik kararı almayın.

İyi bilin ki, Allah gönlünüzden geçen her şeyi bilmektedir. O hâlde, O'ndan gelen emirler doğrultusunda yaşayın; günahın ve kötülüğün her çeşidinden sakının. Şunu da iyi bilin ki, Allah çok bağışlayıcıdır, hilm sahibidir. Sonsuz şefkatiyle kullarına yumuşak ve hoşgörülü davranır. Ceza vermekte acele etmez, tövbe etmesi için kuluna bir daha, bir daha mühlet verir.
236 Kendilerine henüz dokunmadan, yani gerdeğe girmeden veya evlilik bedeli olan mihr miktarını belirlemeden yahut her ikisini de yapmadan hanımlarınızı boşamanız size günah değildir. Henüz gerdeğe girmeden ve mihr de belirlemeden eşinizi boşarsanız, gönüllerini hoş edecek güzel hediyelerle onları sevindirin.

İmkânları geniş olanlar kendi gücü ölçüsünce, kısıtlı olanlar da yine kendi ölçüsünce teselli edici hediyeler vererek onları faydalandırmalıdır. Bu, iyilik ve erdem sahibi kimseler için insanî ve ahlâkî bir görevdir.

Koca cinsel ilişkide bulunmadan ve mihr miktarını da belirlemeden eşini boşarsa, teselli edici güzel hediyelerle onu sevindirmelidir. Cinsel ilişkide bulunduğu, fakat mihr belirlemediği eşini boşadığı takdirde, sosyal konumu ona benzeyen kadınları ölçü alarak ona ortalama bir mihr vermelidir. Cinsel ilişkide bulunduğu ve mihr miktarını da belirlediği eşini boşarsa, ona mihrin tamamını vermelidir. Mihr belirlediği, fakat cinsel ilişkide bulunmadan boşadığı kadına gelince:
237 Eğer mihrlerini kararlaştırdıktan sonra henüz kendilerine dokunmadan onları boşarsanız, bu durumda mihrin yarısını vermelisiniz. Ancak boşanan kadın alacağı mihr hakkından vazgeçerse yahut nikâh bağı elinde olan koca mihrin tamamını eşine bağışlarsa, o zaman başka. Erkek, mihr miktarını belirlediği, fakat cinsel ilişkide bulunmadan boşadığı kadına isterse mihrin yarısını değil tamamını verebilir. Yahut kadın mihr hakkından vaz geçerse, o zaman hiç mihr vermeyebilir de. Bu, tamamen karşılıklı rıza ve anlaşmaya bağlıdır.Fakat ey erkekler, sizin kendihakkınızı bağışlamanız, yani cömertlik edip mihrin tümünü eşinize bırakmanız, dürüst ve erdemli kişilerin özelliği olan takvaya daha uygundur. Her şeyi katı hukuk kuralları çerçevesinde değerlendirmeyin. Bu kurallara riayet etmekle birlikte, zaman zaman alicenaplık göstererek birbirinize lütuf ve ikramda bulunmayı da ihmal etmeyin. Hiç kuşku yok ki, Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.

Buraya kadar sayılan toplumsal görevleri, ancak Allah'a karşı sorumluluğunun idrakinde olan bir ümmet yerine getirebilir. Bu sorumluluğun idrakine ise, en mükemmel şekilde ancak namaz ile ulaşılabilir:
238 Ey iman edenler! Namazları ve özellikle de orta namazı titizlikle muhafaza edin; yürekten bir saygı ve bağlılıkla Allah'ın huzurunda kıyama durun. Dinin direği olan namazları, her türlü aşınmaya, yıpranmaya, gevşemeye karşı titizlikle koruyun. Namazı mekanik hareketlere dönüştürmeden, okuduklarınızı anlayıp özümsemeye çalışarak, vaktinde ve gereği gibi kılın. Özellikle de, iş hayatının insanı en çok meşgul ettiği, namazın geciktirilmesine, çabucak kılınıp geçiştirilmesine ve hatta terk edilmesine sebep olan vakitlerdeki namazlara, örneğin, ikindi namazına gereken dikkat ve özeni mutlaka gösterin. Daha da önemlisi, namazınızın, ibadetin bütün güzelliklerini içinde barındıran, bireyi ve toplumu her türlü aşırılıktan, kötülükten uzak tutan bir namaz olmasına gayret edin. Sizi üstün ahlâkî meziyetlerle donatarak orta yolu izleyen dengeli, ölçülü, uyumlu, âdil ve iyiliksever bir ümmet konumuna yükseltecek olan bu namazları derin bir bilinç ve duyarlıkla kılarak muhafaza edin.
239 Ama eğer düşman, yırtıcı hayvan, doğal afet ve benzeri önemli bir tehlikeden korkar da durup namaz kılacak imkânı bulamazsanız, o zaman yürüyerek veya binek üzerinde, yani durum neyi gerektiriyorsa, gücünüz yettiği kadarıyla namazınızı kılın (Nisâ, 4/102). Ancak bariz ölüm tehlikesi, düşmanla göğüs göğse çarpışma gibi daha acil ve tehlikeli durumlarda namazı kazaya bırakabilirsiniz. Bu gibi tehlikeli durumlardan kurtulup güvene kavuştuğunuz zaman, Allah size daha önce bilmediklerinizi nasıl öğrettiyse, siz de namazı güzelce kılarak ve O'nun âyetlerini sürekli gündemde tutarak O'nu öylece anın.
240 İçinizden, geride hanımlarını bırakarak öleceklerini düşünenler, eşlerinin koca evinden çıkarılmaya ihtiyaç duymaksızın bir yıl boyunca geçimlerini sağlayacak kadar nafakayı vasiyet etsinler. Gerçi bu kadınların, sözü edilen bir yıl zarfında kendi arzularıyla kocalarının evini terk ederek kendileri hakkında hukuk ve ahlâk kurallarına uygun işler yapmalarından —mesela evlenmelerinden— dolayı size bir günah yoktur. Çünkü kocasının evinde kalmak kadının görevi değil hakkıdır ve kadın hakkını kullanıp kullanmamakta özgürdür.

Bu hükümleri iyi belleyin ve harfiyen uygulayın. Unutmayın ki, bunları size emreden Allah azizdir, hakîmdir. Sonsuz izzet ve kudret sahibidir, gücüne asla karşı konulamaz. Bununla birlikte, hikmet ve adalet sahibidir de. Yaptığını hikmetle, yerli yerince ve en sağlam biçimde yapar. Daima en güzel, en doğru ve en faydalı hükmü verir.

Daha sonra inen ve kadına, ölen kocasının mirasından belli bir pay verilmesini öngören miras âyetlerinin, bu vasiyet zorunluluğunu kaldırdığı zannedilmemelidir. Çünkü miras ayrı bir hak, nafaka ayrı bir haktır. O hâlde koca, kendi ölümünden sonra hanımının bu hakkını garantiye almak üzere vasiyette bulunmak zorundadır. Vasiyet etmemiş olsa bile, hâkim onun mirasından nafakayı alıp kadına vermelidir. Nitekim:
241 Boşanmış kadınların, adalet ölçülerine uygun biçimde kocalarından nafaka alma hakları vardır. İslâmî ölçülere göre meşru ve yetkili sayılan bir hâkim, eşlerin durumunu ve içinde bulundukları toplumsal şartları göz önüne alarak nafakanın süresini ve miktarını belirler. Kadın, bu süre dolmadan evlenecek olursa nafaka sona erer. Yeme içme, giyinme, barınma gibi ihtiyaçlardan ibaret olan bu hakkı ödemek ve ödenmesini sağlamak, haksızlıktan sakınanların boynunun borcudur.
242 İşte Allah, düşünüp ibret alabilesiniz diye âyetlerini size böyle açıklıyor.

Aile hayatınızı düzenleyen hükümlerden sonra, gelelim toplumsal hayatınızı düzenleyen hükümlerin açıklanmasına:

İlâhî yasalara göre, büyük tehlikeler karşısında ölüm korkusuyla paniğe kapılarak mücadeleden kaçan toplumlar, çok daha büyük zararlara uğrar, hatta yok olup giderler. Bu gerçeği daha iyi anlamak için, İsrailoğulları'nın geçmişte yaşadığı şu çarpıcı örneğe kulak verin:
243 Binlerce kişi oldukları hâlde, düşman orduları karşısında paniğe kapılıp ölüm korkusuyla yurtlarını terk eden Yahudilerin ibret verici hâline bir baksana! Bu yüzden Allah, hayatın ve ölümün yalnızca kendi elinde olduğunu, dolayısıyla, ölüm korkusuyla görevi terk edenlerin, korktuklarından çok daha büyük felaketlerle yüz yüze geleceklerini göstermek üzere, onlara "Ölün!" dedi, ölümlerinden sonra da onları yeniden diriltti. İnsanlık tarihi, ölümden korkarak vatanlarını savunmaktan ve Allah'ın emrini yerine getirmekten kaçınan, sürü sürü yurtlarını terk ederek kısa zamanda dağılıp perişan olan; fakat ölümcül tehlikeler karşısında sebat ve kahramanlık gösterip direndikleri, canlarını ve korunması gereken diğer değerleri savundukları zaman Allah'ın izniyle yeniden hayat bulan nice milletlerin örnekleriyle doludur. Demek ki, Allah'ın hükmünden kaçılmaz ve hiç bir zaman O'ndan ümit de kesilmez. Allah'ın hükmünden kurtulmak için ne ölümden kaçmak ne de ölüme koşmak akıl işi değildir.

Doğrusu Allah, insanlara karşı sonsuz lütuf sahibidir. Böyle çarelerin tükendiği, artık yaşama imkânının kalmadığı zannedilen anlarda bile yeniden hayat verir. Ne var ki, insanların çoğu, bunca nimetleri kendilerine bahşeden Rablerine gereğince şükretmezler.

Nitekim şehit olma arzusuyla savaşan Müslümanlar, sayıca ve silahça kendilerinden daha üstün olan, fakat şehadet bilincine sahip olmadıkları için can derdine düşen, sırf ölmemek için savaşan nice orduları bozguna uğratmışlardır. O hâlde ey inananlar, belâlara uğrayıp darmadağın olmak istemiyorsanız ölümden korkmayın, aksine:
244 Allah yolunda malınızla, canınızla savaşın. Yaşama sevgisi ve ölüm korkusu, sizi Allah yolunda savaşmaktan, küfre ve zulme karşı mücadele etmekten alıkoymasın. Şunu iyi bilin ki, ölüm de hayat da Allah'ın elindedir ve Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.
245 Kim Allah'a güzelce bir borç vermek ister ki, Allah da bu borcu ona kat kat fazlasıyla geri ödesin? Her kim ihlas ve samimiyetle malını, canını ve sahip olduğu nimetleri Allah yolunda feda ederse, Allah bunu kendisine verilmiş mukaddes bir borç kabul edecek ve bu fedakârlığı yapan kulunu, sonsuz cennet nimetleri ve hoşnutluğu ile ödüllendirecektir.

"Allah yolunda harcama yaparsak malımız azalır, fakir düşeriz" diye düşünmeyin. Unutmayın ki, kullarından dilediğinin rızkını kısan da, açan da yalnızca Allah'tır. Ayrıca hepiniz O'na döndürülecek ve yapıp ettiklerinizin hesabını mutlaka vereceksiniz.
246 Musa'dan sonraki dönemde yaşayan İsrailoğulları'nın ileri gelenlerinin korkaklıklarına, nefse tapınmalarına ve disiplinsizliklerine bir baksana:

Milattan Önce 1000 yıllarında Amalikalılar İsrailoğulları'na saldırmış ve Filistin'in büyük bölümünü ele geçirmişlerdi. Hani onlar, Samuel adındaki Peygamberlerine peygamberliği öğretircesine, "Bize diğer milletlerde olduğu gibi bir hükümdar tayin et de, onun önderliği altında Allah yolunda savaşalım." demişlerdi. Oysa böyle cüretkâr bir tavırla Peygamber'e talimat vermeleri değil; onun emir ve talimatlara uymaları gerekiyordu. Zira savaşmaları gerekseydi Peygamber onlara bunu zaten emredecekti.

İsrailoğulları'nın daha önceki dönekliklerini gayet iyi bilen ve onların bu savaşma taleplerinin altında da Allah rızasından başka niyetlerin yattığını sezinleyen Peygamberleri, "Ya size savaş emredilir de savaşmazsanız?" dedi. Buna karşılık onlar:

"Bizler düşman tarafından yurtlarımızdan çıkarılmış, çoluk çocuğumuzdan ayrı bırakılmışken ne diye Allah yolunda savaşmayalım ki?" dediler. Bunu söylerken, aslında Allah'ın adının yücelmesi ve dininin yeryüzüne egemen olması için değil; topraklarını, ailelerini, menfaatlerini korumak ve düşmandan intikam almak için savaşmak istediklerini itiraf ediyorlardı. Allah da onları imtihan etmek ve bu küstahça tavırlarından dolayı cezalandırmak üzere, Peygamberine onların isteğini kabul etmesini vahyetti.

Fakat onlara savaş emredilince, içlerinden pek azı hariç, Allah'ın emrinden yüz çevirdiler. Fakat Allah, zalimleri çok iyi bilmektedir ve hak ettikleri cezayı onlara mutlaka verecektir.Demek ki, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için değil de kişisel çıkarları korumak veya düşmandan intikam almak amacıyla yola çıkanlar, sıkıntılarla yüz yüze gelir gelmez mücadeleyi terk edeceklerdir.

İsrailoğulları'nın istedikleri hükümdarın nasıl tayin edildiğine ve Allah'ın emrinden nasıl yüz çevirdiklerine gelince:
247 Peygamberleri onlara, "Allah size hükümdar olarak Tâlût'u seçti." dedi. Onlar, "Biz bu göreve ondan daha lâyık olduğumuz hâlde, o bizim başımıza nasıl hükümdar olabilir? Üstelik onun malı mülkü de yok!" diye itiraz ettiler.

Peygamber, "Doğrusu onu size hükümdarolarak ben değil, bizzat Allah seçti ve hem bilgi hem de beden gücü bakımından onu hepinizden üstün kıldı. Allah mülkünü, yani yeryüzünde egemenlik güç ve yetkisini kullarından dilediğine verir. Allah'ın lütuf ve merhameti pek geniştir, O her şeyi bilendir. Kimlerin hükümdarlığa layık olup olmadığını da çok iyi bilir. İşte her şeyi bilen Allah, sıradan bir köylü çocuğu olmakla birlikte, yönetim ve savaş tekniğini çok iyi bilen ve aynı zamanda güçlü bir cengâver olan Tâlût'u size hükümdar olarak seçti." dedi.
248 Peygamberleri, sözlerine devamla onlara dedi ki: "Onun hükümranlığının alâmeti, öteden beri savaşırken yanınızda bulundurduğunuz, fakat uzun zaman önce düşmanın eline geçmiş olan kutsal sandığın onun vasıtasıyla size ulaşması olacaktır. Meleklerin yönlendirdiği sürücüsüz bir arabanın taşıdığı o sandığın içinde, Rabb'inizden müminin kalbine güven ve cesaret veren bir sekine, bir gönülferahlığı ve Musa ile Harun ailesinden kalan bazı önemli eşyalar, kutsal emanetler ve hatıralar vardır. O sandığın bu şekilde size getirilmesi, kalplerinizin huzur ve güvenle dolmasını sağlayacaktır. Eğer gerçekten inanıyorsanız, bu aynı zamanda, Tâlût'un komutanlığı konusunda sizin için kesin bir işaret ve apaçık bir delildir." Böylece, sözü edilen sandık geldi ve Tâlût komutan olarak ordunun başına geçti.
249 Tâlût o orduyla yola çıkınca, "Allah sizin sadakat ve sabrınızı bir ırmakla imtihan edecektir. Kim o ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir. Kim onunsuyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse, işte o bendendir.Yani beni seven ve emirlerime uyan disiplinli bir askerdir." dedi. Fakat ırmağa varır varmaz, içlerinden pek azı hariç, Tâlût'un emrini hiçe sayıp o ırmağınsuyundan doya doya, kana kana içtiler.

Nihayet, Tâlût ve beraberindeki müminler ırmağı geçince, emre karşı gelerek o sudan doyasıya içmiş olanlar, "Bu gün Câlût ve ordusuna karşı savaşacak gücümüz yok!" dediler. Ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün savaşta ölmeseler bile başka bir gün mutlaka öleceklerini ve Mahşer Günü Allah'ın huzuruna çıkacaklarını bilen müminler ise, "Arkadaşlar; kendilerini süper güç zanneden bu kâfir orduları karşısında asla korkuya kapılmayın! Nice küçük ve inançlı topluluklar vardır ki, büyük fakatinançtan yoksun dev gibi orduları Allah'ın izniyle bozguna uğratmıştır. Zorluk ve sıkıntılar karşısında dayanır, direnç gösterir, inancınızı kaybetmeden mücadele devam ederseniz, Allah'ın izniyle zafer bizim olacaktır. Hiç kuşkusuz Allah, sabredenlerle beraberdir." dediler. Onların bu konuşması, korku ve ümitsizliğe kapılan müminlerin kalplerine yeniden kuvvet ve cesaret verdi.
250 Böylece müminler Câlût ve ordusuyla karşılaştıklarında, "Ey Rabb'imiz, bu çetin imtihanda üzerimize sabır yağdır, zorluklar karşısındabizedayanma gücü bahşet! Dizimize derman, yüreğimize cesaret vererek adımlarımızı sağlam kıl ve bu inkârcı topluluğa karşı bize yardım eyle!" diye dua ettiler.
251 Nihayet Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar ve o sırada genç bir asker olan Davud, teke tek çarpıştığı Câlût'u sapan taşıyla öldürdü. Daha sonra Allah ona hükümranlık kudreti ile hikmet bilgisi bahşetti ve ona dilediği şeyleri öğretti. Allah Davud'a, madenleri işleyip zırh örme, dağlara ve kuşlara hükmetme, güzel ses ve nağmelerle âyetler okuma, yerinde ve doğru hüküm verme, güzel ve etkileyici konuşma gibi bilgi ve yetenekler bahşetti.O halde, Allah yolunda mücadeleyi asla terk etmeyin, unutmayın ki:

Eğer Allah insanların bir kısmıyla diğer bir kısmını bertaraf etmemiş olsaydı, yani adaleti gerçekleştirmek isteyen iyi insanlara, zalimlere karşı savaşma yetki ve görevini vermeyip insanları birbirlerine karşı savunmasız bırakmış olsaydı, dünyada haksızlık ve zulüm egemen olur, yeryüzü fesada boğulurdu. Fakat Allah, tüm varlıklara karşı lütuf sahibidir. Bu lütfunun tecellilerinden biri de, hak ve adaletin egemen olması için zalimlere karşı savaşa izin vermesidir.
252 İşte bunlar Allah'ın âyetleridir; onları sana hak olarak okuyoruz. Hak ve hakikat ile tam bir uyum içinde olan bu mesajları, doğruyu ve gerçeği ortaya koymak üzere sana bildiriyoruz.Çünkü ey Muhammed, elbette sen, Allah tarafından gönderilmiş elçilerdensin.
253 O elçiler ki, biz onların bir kısmını diğerlerine üstün kıldık. Peygamberlerden her birine, diğerlerinden farklı üstün özellikler bahşettik. Onlardan kimi var ki, Allah kendisiyle aracısız ve perdesiz olarak konuşmuştur. Nitekim Allah Musa ile böyle konuşmuştu. Kimini de Allah daha başka üstünlük ve derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya da beşikte iken konuşma, ölüleri diriltme, hastalara şifa verme gibi apaçık mucizeler verdik ve onu Kutsal Ruh Cebrail'in vahiy ve ilham gücü ile destekledik.

Gerçi Allah insanların iradelerini ellerinden alıp onları zorla Hak Dine boyun eğdirmeyi dileseydi, o peygamberlerden sonrakiler, kendilerine apaçık mucizeler geldikten sonra ayrılığa düşüp birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat Allah onları seçimlerinde serbest bıraktı. İçlerinden bir kısmı, kendilerine bahşedilen bu özgürlük ve iradeyi kötüye kullanınca ayrılığa düştüler ve böylece kimileri inandı, kimileri inkâr etti.

Evet; Allah dileseydi, tabii ki birbirleriyle çatışmazlardı; fakat Allah sizin sınırlı bilginiz ve arzularınız doğrultusunda değil, sonsuz ilim ve hikmeti gereğince dilediğini yapar. Elbette Allah dileseydi bütün insanları zorla imana getirir ve aralarındaki çatışmaları durdurabilirdi. O zaman hiç kimse O'nun peygamberleri aracılığıyla gönderdiği hidayetten yüz çeviremezdi. Fakat insanları belirlenmiş bir yoldan gitmeye zorlamak, O'nun dileği değildir. Zira O, insanı yeryüzüne imtihan etmek için göndermiştir. Eğer insandan bu davranış özgürlüğü kaldırılsaydı, imtihan anlamını yitirir ve insanın meleklerden, hayvanlardan ve bitkilerden farklı irade sahibi bir varlık olarak yaratılmasının bir anlamı kalmazdı.
254 Ey inananlar! Hiçbir pazarlığın, dostluğun, iltimas ve aracılığın olmadığı o dehşet verici Gün gelip çatmadan önce, size verdiğimiz nimetlerden bir kısmını Allah için fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine harcayın! Unutmayın ki, Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetleri O'nun yolunda harcamaktan kaçınan nankörler, zalimlerin ta kendileridir! Demek ki, bütün sapmaların, zulüm ve haksızlıkların temelinde insanların Allah'ı gereğince tanıyamamaları yatmaktadır. O hâlde, Rabb'inizi sizlere tanıtan şu mübarek âyetleri can kulağıyla dinleyin:
255 O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. O, bütün evrenin hâkimi ve mahlûkatın biricik ilâhı, kulluk ve itaate lâyık yegâne ilâh, mülkün tek sahibi olan Allah'tır. Hiç kimse hâkimiyetinde, otoritesinde, mülkünde ve yönetiminde O'na ortak değildir. O, İsa Peygamber'den sonra kilise çevreleri tarafından uydurulan Teslis (üçlü ilâh) inancında olduğu gibi üç ayrı tanrıdan ibaret değildir. Yahudilerin Tevrat'a karıştıkları bâtıl inançlarda olduğu gibi zayıflık ve sınırlılıklara sahip eksik ve muhtaç bir tanrı da değildir. [37] O hâlde insan sadece Allah'a kulluk etmeli, yalnızca O'nun sözlerini dinlemeli ve ancak O'nun rızasını kazanmak için çalışmalıdır.

O Allah ki, Hayy'dır. Daima diridir ve hayatın biricik kaynağıdır. Kayyûm'dur. Kâinatın nizamını elinde bulunduran, bütün varlıkları koruyup gözeten, yöneten ve yönlendirendir. Bütün mahlûkat, O'nun kudret ve iradesiyle varlık ve intizamını sürdürmektedir.

Ne bir uyuklama tutar O'nu, ne bir uyku. O'nun mevcudat üzerindeki hüküm ve otoritesi sınırsız; lütuf, rahmet ve bereketi kesintisizdir. Her an her şeyi görmekte, denetlemekte ve yönetmektedir.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Kâinatta var olan her şeyin yaratıcısı ve sahibidir.

O'nun izni olmaksızın, huzurunda kim şefaat edebilir? O affetmeyi dilemedikçe, günahkârları azaptan kim kurtarabilir? Cehennemi hak eden zalimlerin cezadan kurtarılması için iltimas ve aracılık etmeye kalkmak kimin haddine? Evet, evrenin Hâkim'inin izni olmaksızın hiçbir peygamber, hiçbir melek ve hiçbir aziz O'nun önünde bir tek söz bile söyleyemeyecektir.

O, kullarının önlerinde ve arkalarında olan her şeyi bilir. Onların geçmişte ve gelecekte, yaptıkları ve yapacakları, bildikleri ve bilmedikleri, açıkladıkları ve gizledikleri, yapıp gönderdikleri ve geride bıraktıkları her şeyi bilir. Oysa onlar Allah'ın ilminden, O'nun dilediğinden başka hiçbir şey kavrayamazlar. İnsan Allah'ın ilminden, ancak O'nun izin verdiği kadarını bilebilir. Allah insana, yeryüzü halifeliği için ihtiyaç duyacağı bazı evrensel kanunları, enerjileri ve güçleri keşfetmesine imkân tanımıştır.  Bununla birlikte insanın içinde yaşadığı kâinat hakkındaki bilgisi, bilmediklerine oranla milyonda bir mesabesindedir.

O'nun Kürsü'sü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Sonsuz kudret ve hükümranlığı bütün kâinatı kapsamaktadır.

Bunların korunup gözetilmesi O'na asla ağır gelmez.

Yüce ve büyük olan ancak O'dur. Gerçek anlamda yücelik, ululuk ve azamet sadeceO'na aittir.

İşte insanlık, Allah'ı bu vasıflarıyla tanımadığı ve O'nun gönderdiği Son Mesaj'a iman etmediği sürece, asla kurtuluşa ulaşamayacaktır. Bunun için ey müminler, insanları açık ve ikna edici delillerle hak dine davet etmelisiniz. Fakat çağrınızı kabul etmedikleri takdirde, iman etmeleri için onlara baskı ve zorlamada bulunmamalısınız:
256 Dinde zorlama yoktur. Başkalarının hakkını açıkça çiğnemedikleri sürece, insanlar diledikleri dini veya hayat tarzını seçip uygulamakta özgür bırakılmalı ve hiç kimseye herhangi bir din, mezhep veya ideolojiyi kabul veya reddetme konusunda baskı yapılmamalıdır. Ancak kişi özgür iradesiyle İslâm'ı kabul ettiği takdirde, bir inanç sistemi ve yaşam tarzı olan bu dinin gereklerini yerine getirmekle elbette yükümlüdür. Gerçekler açıkça anlatılıp zihinler aydınlatıldıktan sonra, her insan kendi özgür iradesiyle bir tercihte bulunur ve bunun sorumluluğunu da yine kendisi taşır. Çünkü doğru yol, eğri yoldan tamamen ayrılıp açıkça ortaya konmuştur. Buna göre, size düşen hak dini güzelce tebliğ etmektir.

Artık her kim, kelime-i tevhidin ilk rüknünde ifade edildiği gibi, Allah'ın otoritesini ve hükümlerini hiçe sayan insan ve cin şeytanlarının egemenliğini, yani tâğûtları inkâr eder (Lâ ilâhe…) ve hayatın her alanında tek egemen güç olarak Allah'a inanırsa (…illallah), kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa tutunmuş olur. Hiç kuşkusuz Allah, her şeyi işitendir, bilendir.

Evet, insanlar iman edip etmemekte serbesttirler, fakat şunu iyi bilmelidirler ki:
257 Allah, inananların koruyucusu, yardımcısı, rehberi, dostu ve velisidir. Onları zulüm, cehalet ve dalâlet karanlıklarından ilim, iman ve hidâyet aydınlığına çıkarır.

İnkâr edenlere gelince, onların velisi de Allah'ın otoritesini ve hükümlerini hiçe sayarak kendilerini ilâhlaştıran insan ve cin şeytanları, yani tâğûtlardır. Bu azgın şeytanlar, onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte bunlar cehennem halkıdırlar ve sonsuza dek orada kalacaklardır.

Mümin ile kâfiri daha iyi tanımak üzere, şu yaşanmış örneğe kulak verin:
258 Allah kendisine hükümdarlık verdi diye O'nun bahşettiği zenginlik ve güçle şımarıp azgınlaşarak Rabb'i hakkında İbrahim'le tartışmaya girişen Nemrut adındaki adamın hâline bir baksana:

Hani İbrahim, "Benim Rabb'im tüm canlılara hayat veren ve zamanı gelince onları öldürendir. Hayatın ve ölümün sahibi olan Allah'a iman ve itaat etmelisin!" demişti. Nemrut, "Ben de tıpkı senin Rabb'in gibi diriltir ve öldürürüm!" dedi. Sonra güya iddiasını ispatlamak için, ölüm cezası almış iki mahkûmu zindandan çıkarttı. Birini öldürdü, diğerinin de hayatını bağışladı.

Buna karşılık İbrahim, onunla kısır tartışmalara hiç girmeden:

"Peki, Allah güneşi doğudan getirir; haydi sen de ilah olduğunu iddia ediyorsan onu batıdan getirsene!" deyince, o inkârcı İbrahim'e verecek bir cevap bulamadı, şaşırıp kaldı. Allah, hakikati bile bile reddeden böyle zalimleri asla doğru yola iletmez.

İkinci örneğe gelince:
259 Yahut hakikate ulaşmak için çaba harcayan, doğruyu görünce de inat etmeden hakka teslim olan şu kimsenin misâline ibretle bir bak, bir düşünsene: Hani o, altı üstüne gelmiş virane bir şehrin yanından geçerken kendi kendine, "Allah bu şehrin çürüyüp toprağa karışmış halkını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" diye sordu.

Bunun üzerine Allah onu derhâl öldürdü ve tam yüz yıl sonra yeniden dirilterek, "Söyle bakalım, sence ölü vaziyette kaç yıl kaldın?" diye sordu. Adam, "Olsa olsa bir gün, ya da birkaç saat kalmışımdır!" dedi. Allah buyurdu ki:

"Hayır, aslında yüz yıl kaldın. Fakat yiyeceğine ve içeceğine bak, daha bozulmamışlar bile. Bir de şu etleri çürümüş, kemikleri dağılmış eşeğine bak! İşte bütün bunları, seni insanlığa sınırsız kudretimizi gösteren bir mucize, bir ibret belgesi kılmak için yaptık. Şimdi o çürümüş kemiklere bir bak; nasıl onları üst üste yerleştiriyor, sonra da üzerlerine et giydiriyoruz!"

Nihayet, ölüm ötesi hayat ile ilgili hakikat ona apaçık belli olunca, "Artık kesinlikle anladım ki, Allah'ın her şeye gücü yetermiş!" dedi. [38]

Demek ki Allah sizden körü körüne iman etmenizi değil, vahyin ışığında aklınızı kullanarak ve tüm kalbinizle ikna olarak inanmanızı istiyor. Bakınız, imanın sembolü olan atanız İbrahim, size bu konuda nasıl yol gösteriyor:
260 Hani bir vakit İbrahim, "Ey Rabb'im, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster!" demişti.

Allah, "Yoksa yeniden dirilişe inanmıyor musun ey İbrahim?" dedi. İbrahim, "Elbette inanıyorum; fakat kalbimin iyice yatışması için bunu gözlerimle görmek istedim ya Rab!" diye cevapladı.

Bunun üzerine, Allah buyurdu ki:

"Öyleyse dört tane kuş yakala ve onları iyice kendine alıştır. Sonra bu kuşları kesip parçalara böl ve her bir parçasını birer tepeye bırak. Ardından da onları çağır, Allah'ın izniyle hepsi dirilecek ve hızla koşarak sana gelecekler. Şunu iyi bil ki, Allah sonsuz kudret ve hikmet sahibidir."

Evet, tüm evreni şaşmaz bir ölçü ve mükemmel bir uyum içinde yaratan sonsuz ilim, kudret, hikmet ve adalet sahibi Allah, elbette insanları öldükten sonra yeniden diriltecek ve iyileri cennetle ödüllendirip kötüleri cehennemle cezalandıracaktır. Böylece zalimlerin kötülükleri yanlarına kalmayacak, iyilik yapanların iyilikleri de boşa gitmeyecektir. O halde, yeryüzünde ezilen, hakları çiğnenen çaresiz ve yoksul insanların kurtuluşu için Allah yolunda harcadığınız hiçbir malın, hiçbir emeğin boşa gitmeyeceğinden emin olun:
261 Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, tıpkı buğday tohumu eken bir çiftçinin durumuna benzer: Toprağa atılan bu tek tohum, her başağında yüz buğday tanesi olmak üzere tam yedi başak filiz verecektir. Yani Allah yolunda harcama yapan kişi de mükâfatını en az yedi yüz katıyla alacaktır.

Hatta Allah, dilediğine bundan kat kat fazlasını da verir. Çünkü Allah, lütuf ve merhametiyle sınırsızdır, her şeyi bilendir.
262 Mallarını Allah yolunda harcayan ve bu harcamalarının ardından yaptığı iyilikleri başa kakmayan, gönül incitmeyen kimseler var ya, işte Rableri katında onlara nice ödüller vardır. Ve Hesap Günü'nde onlar ne korkuya kapılacak, ne de üzüleceklerdir.
263 Gönül alıcı tatlı bir söz söylemek veya bir kimsenin ayıbını örtüp kusurunu bağışlamak, peşinden başa kakma ve incitme gelen bir sadakadan daha değerlidir. Öyle ya, Allah hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir; her bakımdan sınırsız kudret ve zenginlik sahibidir. Dolayısıyla, sizin vereceğiniz sadakalara da elbette ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte halimdir, kullarına ceza vermekte acele etmez, sonsuz şefkatiyle yumuşak davranır. O hâlde, siz de Allah'ın kullarına merhametli, tatlı dilli ve güler yüzlü davranın:
264 Ey inananlar! Sadakalarınızı ve yaptığınız iyilikleri, onları insanların başına kakarak, gönül inciterek boşa çıkarmayın; tıpkı Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde, sırf insanlara gösteriş olsun diye malını güya Allah yolunda harcayan ve böylece tüm iyilikleri boşa giden münafıklar gibi sadakalarınızı geçersiz kılmayın.

Böylesi bir iyilik, tıpkı üzerinde biraz toprak bulunan kayalığa atılmış tohuma benzer ki, ansızın yağan bir yağmur, tohumu filizlendireceği yerde, kaya üzerindeki toprağı silip süpürerek onu çıplak bir taş hâlinde bırakır. İşte bu tür sadakalar, böyle bir kaya üstüne atılmış tohum gibi boşa gitmeye mahkûmdur. Dolayısıyla, gösteriş amacıyla iyilik yapanlar veya yaptıkları iyilikleri insanların başına kakanlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemeyeceklerdir. Allah, inkâra sapan ve cömertçe sunduğu nimetleri yoksullarla paylaşmaktan kaçınarak nankörlük eden bir toplumu asla doğru yola iletmez. O'nun doğru yola ileteceği kimseler şunlardır:
265 Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve yüreklerindeki iman, ihlas ve samimiyet hissini kökleştirip pekiştirmek için mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yaylalık bir tepe üzerindeki verimli bir bahçeye tohum eken bir çiftçinin durumuna benzer ki, oraya kuvvetli bir yağmur yağınca, normal bahçelerin en az iki katı ürün verir. Hatta yağmur değmese bile, yüksekliğinden dolayı ince bir yağmur ya da çiy gibi hafif bir çisenti düşer, yine de ürününü verir. Öyleyse, az çok demeyin, malınızı Allah yolunda harcayın. Unutmayın ki, Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.

Yaptığı iyilikleri insanların yüzüne vurup gönül inciterek sadakalarını boşa çıkaran ve bu sadakaların sevabına en çok muhtaç olduğu Mahşer Günü'nde hepsinin yok olup gittiğini gören kişinin durumu neye benzer, bilir misiniz?
266 İçinizden hanginiz arzu eder ki, içerisinde ırmakların aktığı, çeşit çeşit ürünlerin yetiştiği hurma bahçelerine, üzüm bağlarına sahip olsun da,

Çoluk çocuğunun bakıma muhtaç olduğu bir sırada, tam da üzerine ihtiyarlık çökmüşken,

Aniden alevli bir kasırga kopsun ve biricik geçim kaynağı olan o bahçeyi yakıp kül ediversin? Herhâlde hiçbiriniz böyle acınacak bir duruma düşmek istemezsiniz, değil mi?

İşte Allah, düşünesiniz de bugünden tedbirinizi alıp yarın Hesap Günü'nde pişman olmayasınız diye âyetlerini size böyle açıklıyor. O hâlde;
267 Ey iman edenler! Gerek sizin çalışıp üreterek kazandığınız gerekse yerden sizin için çıkardığımız toprak ürünleri, maden, define ve petrol gibi nimetlerin temiz ve helâl olanlarından bir kısmını Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine harcayın.

Size verilecek olsaydı, beğenmediğiniz için yüzünüzü buruşturmadan almayacağınız döküntü, bozuk, çürük ve değersiz malları sadaka olarak vermeye kalkışmayın. Şunu iyi bilin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, dolayısıyla sizin iyiliklerinize de ihtiyacı yoktur. Asıl buna muhtaç olan sizsiniz. Ve gerçek anlamda yüceltilmeye, şükredilmeye ve övülmeye lâyık olan sadece O'dur. O hâlde, Allah'ın bahşettiği nimetleri yoksullarla paylaşmaktan sizi alıkoymaya çalışan insan ve cin şeytanlarının sözlerine aldanmayın:
268 Şeytan, fakirlik ihtimali ile gözünüzü korkutarak size cimrilik, hırsızlık, hayâsızlık gibi kötülükleri telkin eder.

Allah ise, kendi katından size bir bağışlama ve büyük bir lütuf vaadetmektedir. Öyle ya, Allah lütuf ve merhameti bakımından sınırsızdır, her şeyi bilendir. Öyleyse ne yapıp edin O'nun hoşnutluğunu kazanmaya bakın. Unutmayın ki;
269 O, ilâhî bilgiyi pratik hayata uygulama anlayış ve yeteneği olan hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmiş ise, gerçekten ona pek çok iyilik bahşedilmiş demektir. Ne var ki, idrak ve sağduyu sahibi olanlardan başkası bunları düşünüp ibret almaz.
270 Ey iman edenler! Allah, yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı kesinlikle bilmektedir ve ona göre karşılığını verecektir. Öyleyse, sakın iyilik etmekten uzaklaşarak zulme sapmayın! Unutmayın ki, zalimlerin ahirette hiçbir yardımcıları olmayacaktır. Dolayısıyla, bu dünyada da sizden asla destek görmemelidirler.
271 Sadakalarınızı—gösteriş amacı gütmemek şartıyla— açıktan verirseniz, ne güzel! Fakat onu fakirlere gizlice vermeniz, sizin için daha hayırlıdır. Çünkü bu, bazı günahlarınızın bağışlanmasını ve kalplerde sevgi, şefkat, kardeşlik gibi duyguların filizlenerek, müminler arasında birlik, beraberlik ve dayanışma ruhunun canlanmasını, böylece, kötülüklerin, zulüm ve haksızlıkların silinip yok olmasını sağlar. Bunun için, sadakaları gizlice vermek daha güzeldir. Ancak İslâm devletinin topladığı resmî bir vergi olan zekât açıktan verilmelidir. Böylece hem yanlış anlaşılmaların ve kötü zannın önüne geçilmiş, hem de insanlar zekât vermeye teşvik edilmiş olur.Hiç kuşkusuz Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.
272 Ey İslâm davetçisi! Bütün öğüt ve uyarılarına rağmen inkârcıların haktan yüz çevirmeleri seni üzmesin. Senin görevin, onları her ne pahasına olursa olsun hidayete erdirmek değildir. Sen sadece uyarmakla yükümlüsün, dilediğini imana erdirme yetkisine sahip değilsin. Fakat Allah, imana lâyık gördüğünü doğru yola iletir.

Ey inananlar! İyilik namına yaptığınız her harcama, aslında kendi iyiliğiniz içindir. Çünkü siz yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için harcama yapıyorsunuz. O hâlde, size müjdeler olsun:

Yaptığınız bütün iyilikler size tam olarak —hem de kat kat fazlasıyla— geri ödenecek ve kesinlikle haksızlığa uğratılmayacaksınız.
273 Fakat bu yardımlar, öncelikle Allah yolunda mücadele eden, sınır boylarında düşmana karşı nöbet bekleyen, ilim öğrenme ve öğretme faaliyetleriyle meşgul olan, kısacası, kendisini İslâm yolunda hizmete adayan, bu yüzden de darlığa düşen ve geçimini kazanmak amacıyla yeryüzünde gezip dolaşacak gücü ve imkânı olmayan yoksulların hakkıdır. Yardıma hiç ihtiyaçları yokmuş gibi sadaka istemekten çekindikleri için, işin içyüzünü bilmeyenler onları zengin sanır. Onları, yüzlerine ve kıyafetlerine dikkatlice bakınca simalarından tanırsın. İnsanlara el açıp dilenmezler.

İşte böyle muhtaç insanlara her ne iyilik yaparsanız, Allah hepsini bilmektedir ve mükâfatını da tam olarak verecektir.
274 Mallarını gece gündüz, gizli açık demeyip ne zaman ve ne durumda olursa olsun, ihtiyaç sahibini görür görmez derhâl harcayanlar var ya, onlar için Rableri katında muhteşem ödüller vardır ve mahşer günü onlar ne korkuya kapılacak ne de üzüleceklerdir.

Yoksulları gözetmeyen, hele hele faiz ve tefecilikle onların kanını emerek sömüren zalimlere gelince:
275 İnsanların acil paraya ihtiyaç duydukları zayıf anlarını fırsat bilerek, verdikleri borç karşılığında faiz alıp insafsızca tefecilik yapanlar, yani ribâ yiyenler, Mahşer Günü kabirlerinden ancak şeytan çarpmış yani cinnet geçirmiş kimsenin kalktığı gibi rezil ve perişan bir hâlde kalkacaklardır.

Bunun sebebi, "Sizin helâl gördüğünüz kâr ortaklığına dayalı borçlanmalar, ticaret ve kira gelirleri de tıpkı faiz gibidir. Eğer faiz almak haramsa, bunların da haram olması gerekir. Zira ikisinde de sermayenin para kazanması söz konusudur!" demeleridir. Dikkat edilirse, kâfirler, faizin ticaret gibi helâl olduğunu ifade etmek için "Faiz ticaret gibidir." demeleri gerekirken, sanki iktisadi hayatın temel ve vazgeçilmez unsuru faizmiş de yasaklığı tartışılan konu ticaretmiş gibi, "Ticaret faiz gibidir." diyorlar. Oysa Allah ticareti helâl, faizi ise haram kılmıştır. Çünkü faiz, sermayeye para kazandırması yönüyle ticarete benzese de, sermaye sahiplerini kolay yoldan para kazanmaya sevk ederek uzun vadeli üretime yönelik girişimleri baltalaması, üretimin maliyetini yükseltmesi, haksız kazanca yol açması... gibi yönleriyle, ticari faaliyetlerden tamamen farklıdır.

O hâlde, her kim kendisine Rabb'inden bir öğüt ulaşır da o öğüdü dinleyip tefecilikten, faizcilikten vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir. Cezalar geçmişe yönelik olarak uygulanmadığı için, bu âyet inmeden önce faiz yoluyla elde ettiği kazanç kendisinden geri alınmayacaktır. Onun ahiretteki durumu ise Allah'a kalmıştır. Allah, tövbesindeki samimiyete ve tövbe ettikten sonraki davranışlarına göre ona hak ettiği karşılığı verecektir.

Fakat kim de Allah'ın emrini hiçe sayarak yeniden tefecilik ve faizciliğe dönerse, işte onlar da cehennem halkıdır ve sonsuza dek orada kalacaklardır! Faizden vazgeçmeyenler, bunun cezasını sadece ahirette görecek de değiller:
276 Allah, faiz ve tefecilikle elde edilen kazancı yani ribâyı bereketsiz kılar, sadakaları ise kat kat artırır. Nitekim faiz ve tefeciliğin yaygınlaştığı toplumlarda, çıkarcılık ve bencillik duyguları egemen olur. Sürekli sınıf çatışmaları, anarşi ve toplumsal bunalımlar yaşanır. Karşılıksız yardım ve iyiliklerin yaygınlaştığı toplumlarda ise kardeşlik, birlik ve dayanışma duyguları hâkim olur; refah ve zenginlik toplumun her kesimine yayılır. İşte bu yüzdendir ki, fakirlere verilen sadakalar cennet nimetlerine, faiz kazançları ise cehennem azabına sebep olur. Çünkü Allah, nankörlüğe batmış günahkârların hiçbirini sevmez.
277 İman edip doğru ve yararlı işler yapan, namazını güzelce kılan ve zekâtını verenlere gelince, işte Rab'lerinin katında onlara muhteşem ödüller vardır. O gün onlar ne korkuya kapılacak, ne de üzüleceklerdir. O hâlde:
278 Ey inananlar, eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, Allah'tan korkup sakının da, geçmişten kalan faiz alacaklarınızdan vazgeçin.
279 Şayet bunu yapmaz da faiz yemeye kalkarsanız, Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaş açtığınızı ve buna karşılık Allah'ın da size savaş ilân ettiğini bilmiş olun.

Fakat tövbe ederseniz, birikmiş faiz alacaklarınızdan vazgeçmeniz şartıyla anamallarınız sizindir. Bu gibi konularda temel prensip şudur: Ne haksızlık edin, ne de haksızlığa uğrayın. Borç olarak verdiğiniz para alım gücünün üzerinde gerçek bir artış sağlarsa borçluya, eksilirse size haksızlık edilmiş olacaktır. Bunun için borç veren de alan da haksızlığa uğratılmamalıdır. Ayrıca zulmetmek nasıl haramsa, ona rıza göstermek de aynı şekilde haramdır.
280 Eğer borçlu olan kişi maddî sıkıntı içindeyse, borcunu kolayca ödeyebileceği bir zamana kadar beklemek suretiyle ona vade tanımak gerekir. Fakat eğer bilirseniz, alacağınızı tümüyle ona bağışlayıp sadaka olarak vermeniz, sizin için daha iyidir. İşte bu gibi iyilik ve erdemliliklerin toplumda tamamen yerleşmesi için:
281 Ey insanlar! Kendinizi öyle bir Gün'e hazırlayın ki, o gün hepiniz Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. Sonra herkese hak ettiği tastamam verilecek ve hiç kimseye zerre kadar haksızlık edilmeyecektir.

Ama bu kuralların uygulanmasına yönelik bağlayıcı ve caydırıcı önlemler olarak âhiret inancının yanı sıra, yazıp kaydetme, şahit tutma, rehin bırakma gibi resmî işlemlere ve hukuki yaptırımlara da gerek vardır:
282 Ey inananlar! Aranızda belli bir vade ile borçlandığınızda, bunu hukuki bağlayıcılığı olacak bir şekilde yazın.

Aranızdan bir yazıcı veya yetkili bir noter, adalet prensiplerine uygun biçimde onu yazsın.

Böyle bir yazı yazması için kendisine başvurulan hiçbir yazıcı, Allah'ın kendisine okuma yazma kabiliyeti bahşederek öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, Kur'ân'da belirtilen kurallar doğrultusunda o belgeyi yazsın.

Sadece borç veren kişi değil, borçlanan kişi deborcun miktarını ve vadesini yazdırsın ve Rabb'i olan Allah'tan korkup sakınsın da, borcunu olduğundan eksik göstermesin.

Eğer borçlanan kişi zihinsel özürlü veya kârını zararını bilmeksizin harcamada bulunan bir kimse ise yahut yaşının küçüklüğü, ihtiyarlığı, hastalığı gibi sebeplerle yetersiz ve güçsüz biriyse ya da dilsiz olduğu için konuşamama, aşırı derecede bilgisiz olma, o anda orada bulunamama gibi sebeplerle bizzat kendisi yazdıramayacak durumdaysa, o zaman, onun haklarını korumakla yükümlü olan velisi adalete uygun biçimde borç senedini yazdırsın.

Bu işlemleri yaparken, içinizden doğruluğuna güvendiğiniz, ergenlik çağına ulaşmış aklı başında iki erkek şahit bulundurun. Şayet iki erkek bulunamazsa, şahitliğine güvenebileceğiniz kimselerden bir erkek ve iki kadın şahit tutun. Bir erkeğin yerine iki kadın şahit tutun ki, kadınlardan biri ayrıntıları hatırlamakta güçlük çeker yahut yanılırsa, diğeri ona hatırlatabilsin. Çünkü kadınlar yaratılış bakımından aşırı merhametli, narin ve duygusaldırlar. Ayrıcaaslen erkeklerin ilgi alanı olanticaret hayatından da genellikle uzaktırlar.Özellikle Arap Yarımadası'ndaki toplumsal ve kültürel şartlarda kadınlar, ticari usullere erkeklerden daha az aşinaydılar. Bu yüzden, borçlanma ve ticaret gibi ilgi alanlarına girmeyen konularda hata yapmaya daha yatkın oldukları göz önünde tutularak bir erkeğin yerine en az iki kadının şâhitlik yapması uygun görülmüştür. Buna göre İslâm toplumunun hukukçuları, içinde bulundukları toplumsal şartları dikkate alarak şâhitlik konusunda adâlet ilkesine uygun çözümler üretmelidirler. Çünkü bütün bu hükümlerin asıl amacı, şâhitlerin doğru tespit edilerek her hak sahibine hakkının verilmesi ve adaletin tam olarak gerçekleştirilmesidir.

Şahitler, yazışma anında veya taraflar arasında anlaşmazlık çıktığında şahitlik etmeye çağrıldıkları zaman, bu görevi yapmaktan kaçınmasınlar. Zira bir kimsenin haksızlığa uğramasına yol açacak olurlarsa, bunun günahıonlara da yazılır.

Ey yazıcılar, şahitler, borç alanlar ve borç verenler! İster az, ister çok olsun, verilen borcu vadesiyle birlikte yazma konusunda üşengeçlik göstermeyin. Bu gibi borç ve alacakları yazıp kayıt altına alma işlemi, Allah katındaki ölçülere göre adalete en uygun, şahitlik görevininhakkıyla yerine getirilmesi için en sağlam ve borcun mahiyeti, miktarı, vadesi gibi konularda şüpheye düşmemeniz için en elverişli yöntemdir.

Ancak, aranızda elden ele, birebir olarak yaptığınız peşin alışverişlerinizi yazmamanızda bir sakınca yoktur. Fakat bu peşin alışveriş sırasında dahi,yapabilirseniz iki şahit bulundurun.

Bu arada ne yazıcıya ne de şahide asla zarar verilmemelidir. Eğer böyle bir fenalığı yaparsanız, zararı yine kendinize dönecek bir suç işlemiş olursunuz. Bunun için, Allah'tan gelen ilkeleri çiğnememe konusunda son derece dikkatli davranın. Dürüst ve erdemlice bir hayat sürerek kötülüğün her çeşidinden titizlikle sakının! İşte Allah, sizleri böyle eğitiyor. Unutmayın ki, Allah her şeyi en mükemmel şekilde bilendir.
283 Eğer yolculuk veya buna benzer herhangi bir imkânsızlık durumunda olur da yazacak birini bulamazsanız, o takdirde verilen borca karşılık rehin alınan mallar da yeterli olur, yazılı belge ve şahit yerine geçer. Nitekim yazıcı ve şahitlerin bulunduğu durumlarda bile, yalnızca rehin alınmış mallarla yetinebilirsiniz.

Bununla birlikte; şahit, yazılı belge ve rehin gibi tedbirleri ihmal ederek birbirinize güvenmiş olursanız, kendisine güven duyulan kişi, Rabb'i olan Allah'tan korksun da üzerindeki emaneti sahibine versin.

Bir de, şahit olduğunuz gerçekleri örtbas ederek ya da delilleri ortadan kaldırarak şahitliği gizlemeyin. Her kim şahitliği gizlerse, onu kalbi günaha batmış ve hatta imanı tehlikeye düşmüş demektir. Unutmayın ki, Allah yaptığınız her şeyi bilmektedir. Dolayısıyla, yeri ve zamanı geldiğinde hepsinin karşılığını verecektir.

Sakın "Kalplerdeki gizlilikleri de kim bilecekmiş?" demeyin:
284 Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. İçinizdeki kötü niyet, duygu ve düşünceleri açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi ondan hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır. Elinizde olmadan aklınıza geliveren kötü düşüncelerinizi bağışlar, bilerek ve isteyerek kurduğunuz haince niyet ve düşüncelerinizden dolayı da —eğer bunlar cezayı gerektiriyorsa— sizi cezalandırır. Hiç kuşku yok ki, Allah'ın her şeye gücü yeter.

Bu âyet-i kerime nâzil olunca, Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamakta son derece duyarlı ve dikkatli olan Ashab-ı Kiram, ellerinde olmaksızın kalplerinden geçen bütün duygu ve düşüncelerinden dolayı günaha girdiklerini ve bu yüzden azaba uğrayacaklarını zannederek telaş içerisinde Peygamber'in (sav) huzuruna çıkıp gözleri yaşlı bir hâlde ona acziyetlerini arz ettiler. "İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de, Allah sizi ondan hesaba çeker." âyetinin omuzlarına yüklediği görevi yerine getirememe endişesiyle Rablerine el açıp yakardılar. Bunun üzerine, hem konuyu açıklığa kavuşturup yanlış anlamaları gidererek endişe dolu kalplere ferahlık veren ve hem de dualarının kabul edildiğini onlara müjdeleyen şu mübarek âyetler nazil oldu:
285 Peygamber, Rabb'inden kendisine gönderilen her şeye gönülden iman etmiştir, ona tâbi olan müminler de… Onların hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inanırlar. Bütün peygamberlerin aynı kaynaktan geldiğini, aynı mesajı taşıdığını bilerek, "Biz Allah'ın Elçileri arasında hiçbir ayrım gözetmeyiz. Hepsine yürekten inanır, hepsini severiz." derler.

En çetin ve dayanılmaz imtihanlarda, en ağır şartlarda bile, "Çağrını işittik ve tüm kalbimizle emrine boyun eğdik, fakat yine de lâyık olduğun kulluk ve itaati hakkıyla yerine getiremedik. Affını diliyoruz, bağışla bizi ey Rabb'imiz; dönüşümüz elbet sanadır!" dediler.
286 Allah hiç kimseye, gücünün yetmeyeceği bir sorumluluk yüklemez. İnsanın kendi özgür iradesiyle bilerek ve isteyerek yaptığı iyilikler kendi lehine, bilerek ve isteyerek işlediği kötülükler de kendi aleyhinedir. Dolayısıyla, ey müminler, daha önce yaptığınız şu dualar kabul edilmiştir:

"Ey Rabb'imiz, eğer unutur veya yanılır isek, istemeden, bilmeden işlediğimiz günahlardan dolayı bizi sorumlu tutma!"

"Ey Rabb'imiz! Bizden önceki ümmetlere isyankârlıklarından dolayı yüklediğin gibi, bize de ağır görev ve yükümlülükler yükleme!"

"Ey Rabb'imiz, güç yetiremeyeceğimiz sorumluluğu bize taşıtma! İnsanın dayanma gücünü esasen aşmasa bile, bizim eksikliğimizden ve irademizin zayıflığından kaynaklanan sebeplerle başarmakta zorlanacağımız, altından kalkamayacağımız ağır sorumluluklarla, dehşet verici bela ve imtihanlarla yüz yüze getirme bizi ya Rab!

Kusur ve günahlarımızı örterek bizi affet; kulluk ve ibadetimizi tam ve mükemmel kabul ederek bizi bağışla; engin rahmet ve şefkatinle bize merhamet eyle!

Sensin bizim Mevla'mız, efendimiz ve gerçek dostumuz! O hâlde, senin âyetlerini inkâr eden kâfir topluma karşı bize yardım eyle, inkâr ve zulümde ısrar edenleri de azabınla kahreyleya Rab!"

Şimdi, bu ilâhî yardımın sizden öncekilerde nasıl tecelli ettiğini görmek üzere, şu mübarek sûreye kulak verin:
                    Arapça No
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
الٓمٓ ۚ 1
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ 2
اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ 3
وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ 4
اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ 5
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ 6
خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟ 7
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ 8
يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَۜ 9
ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضاًۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ 10
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ 11
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ 12
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَـهَٓاءُۜ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَـهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ 13
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْۙ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْۙ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُ۫نَ 14
اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ 15
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰىۖ فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ 16
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراًۚ فَلَمَّٓا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ف۪ي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ 17
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَۙ 18
اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌۚ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِۜ وَاللّٰهُ مُح۪يطٌ بِالْكَافِر۪ينَ 19
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْۜ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا ف۪يهِۙ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟ 20
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ 21
اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءًۖ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَكُمْۚ فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَاداً وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ 22
وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ۖ وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ 23
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّت۪ي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُۚ اُعِدَّتْ لِلْكَافِر۪ينَ 24
وَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقاًۙ قَالُوا هٰذَا الَّذ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهاًۜ وَلَهُمْ ف۪يهَٓا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ 25
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْـي۪ٓ اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَاۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۚ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلاًۢ يُضِلُّ بِه۪ كَث۪يراً وَيَهْد۪ي بِه۪ كَث۪يراًۜ وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِق۪ينَۙ 26
اَلَّذ۪ينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ م۪يثَاقِه۪ۖ وَيَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِه۪ٓ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ 27
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتاً فَاَحْيَاكُمْۚ ثُمَّ يُم۪يتُكُمْ ثُمَّ يُحْي۪يكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 28
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟ 29
وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ 30
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ 31
قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ 32
قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۚ فَلَمَّٓا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۙ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ 33
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ 34
وَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَاۖ وَلَا تَقْرَبَا هٰذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِم۪ينَ 35
فَاَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَاَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا ف۪يهِۖ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ وَلَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ 36
فَتَلَقّٰٓى اٰدَمُ مِنْ رَبِّه۪ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِۜ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ 37
قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَم۪يعاًۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ 38
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ 39
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَوْفُوا بِعَهْد۪ٓي اُو۫فِ بِعَهْدِكُمْ وَاِيَّايَ فَارْهَبُونِ 40
وَاٰمِنُوا بِمَٓا اَنْزَلْتُ مُصَدِّقاً لِمَا مَعَكُمْ وَلَا تَكُونُٓوا اَوَّلَ كَافِرٍ بِه۪ۖ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۘ وَاِيَّايَ فَاتَّقُونِ 41
وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ 42
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِع۪ينَ 43
اَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ 44
وَاسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ وَاِنَّهَا لَكَب۪يرَةٌ اِلَّا عَلَى الْخَاشِع۪ينَۙ 45
اَلَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا رَبِّهِمْ وَاَنَّهُمْ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ۟ 46
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَنّ۪ي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ 47
وَاتَّقُوا يَوْماً لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـٔاً وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ 48
وَاِذْ نَجَّيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ 49
وَاِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَاَنْجَيْنَاكُمْ وَاَغْرَقْـنَٓا اٰلَ فِرْعَوْنَ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ 50
وَاِذْ وٰعَدْنَا مُوسٰٓى اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِه۪ وَاَنْتُمْ ظَالِمُونَ 51
ثُمَّ عَفَوْنَا عَنْكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ 52
وَاِذْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ 53
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ اَنْفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُٓوا اِلٰى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ عِنْدَ بَارِئِكُمْۜ فَتَابَ عَلَيْكُمْۜ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ 54
وَاِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسٰى لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتّٰى نَرَى اللّٰهَ جَهْرَةً فَاَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ 55
ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ 56
وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰىۜ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْۜ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ 57
وَاِذْ قُلْنَا ادْخُلُوا هٰذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُوا حِطَّةٌ نَغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْۜ وَسَنَز۪يدُ الْمُحْسِن۪ينَ 58
فَبَدَّلَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا قَوْلاً غَيْرَ الَّذ۪ي ق۪يلَ لَهُمْ فَاَنْزَلْنَا عَلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا رِجْزاً مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ۟ 59
وَاِذِ اسْتَسْقٰى مُوسٰى لِقَوْمِه۪ فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَۜ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناًۜ قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْۜ كُلُوا وَاشْرَبُوا مِنْ رِزْقِ اللّٰهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَ 60
وَاِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسٰى لَنْ نَصْبِرَ عَلٰى طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ مِنْ بَقْلِهَا وَقِثَّٓائِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَاۜ قَالَ اَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذ۪ي هُوَ اَدْنٰى بِالَّذ۪ي هُوَ خَيْرٌۜ اِهْبِطُوا مِصْراً فَاِنَّ لَكُمْ مَا سَاَلْتُمْۜ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۟ 61
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَالَّذ۪ينَ هَادُوا وَالنَّصَارٰى وَالصَّابِـ۪ٔينَ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۖ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ 62
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَۜ خُذُوا مَٓا اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ 63
ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَۚ فَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنْتُمْ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ 64
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذ۪ينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِـ۪ٔينَۚ 65
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّق۪ينَ 66
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ٓ اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةًۜ قَالُٓوا اَتَتَّخِذُنَا هُزُواًۜ قَالَ اَعُوذُ بِاللّٰهِ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ 67
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَۜ قَالَ اِنَّهُ يَقُولُ اِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا فَارِضٌ وَلَا بِكْرٌۜ عَوَانٌ بَيْنَ ذٰلِكَۜ فَافْعَلُوا مَا تُؤْمَرُونَ 68
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا لَوْنُهَاۜ قَالَ اِنَّهُ يَقُولُ اِنَّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَٓاءُۙ فَاقِعٌ لَوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِر۪ينَ 69
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَۙ اِنَّ الْبَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَاۜ وَاِنَّٓا اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَمُهْتَدُونَ 70
قَالَ اِنَّهُ يَقُولُ اِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا ذَلُولٌ تُث۪يرُ الْاَرْضَ وَلَا تَسْقِي الْحَرْثَۚ مُسَلَّمَةٌ لَا شِيَةَ ف۪يهَاۜ قَالُوا الْـٰٔنَ جِئْتَ بِالْحَقِّۜ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُوا يَفْعَلُونَ۟ 71
وَاِذْ قَتَلْتُمْ نَفْساً فَادّٰرَءْتُمْ ف۪يهَاۜ وَاللّٰهُ مُخْرِجٌ مَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَۚ 72
فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَاۜ كَذٰلِكَ يُحْـيِ اللّٰهُ الْمَوْتٰى وَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ 73
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةًۜ وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ 74
اَفَتَطْمَعُونَ اَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللّٰهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ 75
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَا بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ قَالُٓوا اَتُحَدِّثُونَهُمْ بِمَا فَتَحَ اللّٰهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَٓاجُّوكُمْ بِه۪ عِنْدَ رَبِّكُمْۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ 76
اَوَلَا يَعْلَمُونَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ 77
وَمِنْهُمْ اُمِّيُّونَ لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ اِلَّٓا اَمَانِيَّ وَاِنْ هُمْ اِلَّا يَظُنُّونَ 78
فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِاَيْد۪يهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هٰذَا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ لِيَشْتَرُوا بِه۪ ثَمَناً قَل۪يلاًۜ فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ اَيْد۪يهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ 79
وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّٓا اَيَّاماً مَعْدُودَةًۜ قُلْ اَتَّخَذْتُمْ عِنْدَ اللّٰهِ عَهْداً فَلَنْ يُخْلِفَ اللّٰهُ عَهْدَهُٓ اَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ 80
بَلٰى مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَاَحَاطَتْ بِه۪ خَط۪ٓيـَٔتُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ 81
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ 82
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ لَا تَعْبُدُونَ اِلَّا اللّٰهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَاناً وَذِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينِ وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْناً وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ اِلَّا قَل۪يلاً مِنْكُمْ وَاَنْتُمْ مُعْرِضُونَ 83
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَكُمْ لَا تَسْفِكُونَ دِمَٓاءَكُمْ وَلَا تُخْرِجُونَ اَنْفُسَكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ ثُمَّ اَقْرَرْتُمْ وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ 84
ثُمَّ اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ تَقْتُلُونَ اَنْفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَر۪يقاً مِنْكُمْ مِنْ دِيَارِهِمْۘ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِمْ بِالْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِۜ وَاِنْ يَأْتُوكُمْ اُسَارٰى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ اِخْرَاجُهُمْۜ اَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍۚ فَمَا جَزَٓاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذٰلِكَ مِنْكُمْ اِلَّا خِزْيٌ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يُرَدُّونَ اِلٰٓى اَشَدِّ الْعَذَابِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ 85
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا بِالْاٰخِرَةِۘ فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ۟ 86
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِنْ بَعْدِه۪ بِالرُّسُلِ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ اَفَكُلَّمَا جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوٰٓى اَنْفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْۚ فَفَر۪يقاً كَذَّبْتُمْۘ وَفَر۪يقاً تَقْتُلُونَ 87
وَقَالُوا قُلُوبُنَا غُلْفٌۜ بَلْ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفْرِهِمْ فَقَل۪يلاً مَا يُؤْمِنُونَ 88
وَلَمَّا جَٓاءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْۙ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذ۪ينَ كَفَرُواۚ فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِه۪ۘ فَلَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الْكَافِر۪ينَ 89
بِئْسَمَا اشْتَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْ اَنْ يَكْفُرُوا بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بَغْياً اَنْ يُنَزِّلَ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۚ فَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ عَلٰى غَضَبٍۜ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ مُه۪ينٌ 90
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا نُؤْمِنُ بِمَٓا اُنْزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرُونَ بِمَا وَرَٓاءَهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقاً لِمَا مَعَهُمْۜ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ اَنْبِيَٓاءَ اللّٰهِ مِنْ قَبْلُ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ 91
وَلَقَدْ جَٓاءَكُمْ مُوسٰى بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِه۪ وَاَنْتُمْ ظَالِمُونَ 92
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَۜ خُذُوا مَٓا اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواۜ قَالُوا سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاُشْرِبُوا ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْۜ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِه۪ٓ ا۪يمَانُكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ 93
قُلْ اِنْ كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الْاٰخِرَةُ عِنْدَ اللّٰهِ خَالِصَةً مِنْ دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ 94
وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ اَبَداً بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يهِمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ 95
وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلٰى حَيٰوةٍۚ وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُوا يَوَدُّ اَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ اَلْفَ سَنَةٍۚ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِه۪ مِنَ الْعَذَابِ اَنْ يُعَمَّرَۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ۟ 96
قُلْ مَنْ كَانَ عَدُواًّ لِجِبْر۪يلَ فَاِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلٰى قَلْبِكَ بِاِذْنِ اللّٰهِ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَ 97
مَنْ كَانَ عَدُواًّ لِلّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَرُسُلِه۪ وَجِبْر۪يلَ وَم۪يكَالَ فَاِنَّ اللّٰهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِر۪ينَ 98
وَلَقَدْ اَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍۚ وَمَا يَكْفُرُ بِهَٓا اِلَّا الْفَاسِقُونَ 99
اَوَكُلَّمَا عَاهَدُوا عَهْداً نَبَذَهُ فَر۪يقٌ مِنْهُمْۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ 100
وَلَمَّا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَر۪يقٌ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَۗ كِتَابَ اللّٰهِ وَرَٓاءَ ظُهُورِهِمْ كَاَنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ 101
وَاتَّـبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ عَلٰى مُلْكِ سُلَيْمٰنَۚ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّٰى يَقُولَٓا اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْۜ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِه۪ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه۪ۜ وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ بِه۪ مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْۜ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ۠ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ 102
وَلَوْ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ خَيْرٌۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟ 103
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُواۜ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ اَل۪يمٌ 104
مَا يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِك۪ينَ اَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْۜ وَاللّٰهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُوالْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ 105
مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا اَوْ مِثْلِهَاۜ اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ 106
اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ 107
اَمْ تُر۪يدُونَ اَنْ تَسْـَٔلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسٰى مِنْ قَبْلُۜ وَمَنْ يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالْا۪يمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ 108
وَدَّ كَث۪يرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِكُمْ كُفَّاراًۚ حَسَداً مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّۚ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ 109
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ 110
وَقَالُوا لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ اِلَّا مَنْ كَانَ هُوداً اَوْ نَصَارٰىۜ تِلْكَ اَمَانِيُّهُمْۜ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ 111
بَلٰى مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُٓ اَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّه۪ۖ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ۟ 112
وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارٰى عَلٰى شَيْءٍۖ وَقَالَتِ النَّصَارٰى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلٰى شَيْءٍۙ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَۜ كَذٰلِكَ قَالَ الَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْۚ فَاللّٰهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ ف۪يمَا كَانُوا ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَ 113
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللّٰهِ اَنْ يُذْكَرَ ف۪يهَا اسْمُهُ وَسَعٰى ف۪ي خَرَابِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ اَنْ يَدْخُلُوهَٓا اِلَّا خَٓائِف۪ينَۜ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ 114
وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ 115
وَقَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَداًۙ سُبْحَانَهُۜ بَلْ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ 116
بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاِذَا قَضٰٓى اَمْراً فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 117
وَقَالَ الَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللّٰهُ اَوْ تَأْت۪ينَٓا اٰيَةٌۜ كَذٰلِكَ قَالَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِثْلَ قَوْلِهِمْۜ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْۜ قَدْ بَيَّنَّا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ 118
اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۙ وَلَا تُسْـَٔلُ عَنْ اَصْحَابِ الْجَح۪يمِ 119
وَلَنْ تَرْضٰى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارٰى حَتّٰى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْۜ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّٰهِ هُوَ الْهُدٰىۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ بَعْدَ الَّذ۪ي جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ 120
اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلَاوَتِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ يُؤْمِنُونَ بِه۪ۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ۟ 121
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَنّ۪ي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ 122
وَاتَّقُوا يَوْماً لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـٔاً وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ 123
وَاِذِ ابْتَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَاَتَمَّهُنَّۜ قَالَ اِنّ۪ي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ اِمَاماًۜ قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۜ قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِم۪ينَ 124
وَاِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَاَمْناًۜ وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ اِبْرٰه۪يمَ مُصَلًّىۜ وَعَهِدْنَٓا اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ اَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّٓائِف۪ينَ وَالْعَاكِف۪ينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ 125
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اجْعَلْ هٰذَا بَلَداً اٰمِناً وَارْزُقْ اَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ اٰمَنَ مِنْهُمْ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَاُمَتِّعُهُ قَل۪يلاً ثُمَّ اَضْطَرُّهُٓ اِلٰى عَذَابِ النَّارِۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ 126
وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ 127
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَٓا اُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَۖ وَاَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَاۚ اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ 128
رَبَّنَا وَابْعَثْ ف۪يهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّ۪يهِمْۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ 129
وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ اِبْرٰه۪يمَ اِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُۜ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَاۚ وَاِنَّهُ فِي الْاٰخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِح۪ينَ 130
اِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُٓ اَسْلِمْۙ قَالَ اَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ 131
وَوَصّٰى بِهَٓا اِبْرٰه۪يمُ بَن۪يهِ وَيَعْقُوبُۜ يَا بَنِيَّ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰى لَكُمُ الدّ۪ينَ فَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَۜ 132
اَمْ كُنْتُمْ شُهَدَٓاءَ اِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُۙ اِذْ قَالَ لِبَن۪يهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْد۪يۜ قَالُوا نَعْبُدُ اِلٰهَكَ وَاِلٰهَ اٰبَٓائِكَ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ اِلٰهاً وَاحِداًۚ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ 133
تِلْكَ اُمَّةٌ قَدْ خَلَتْۚ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْۚ وَلَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ 134
وَقَالُوا كُونُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰى تَهْتَدُواۜ قُلْ بَلْ مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفاًۜ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ 135
قُولُٓوا اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَمَٓا اُنْزِلَ اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَمَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰى وَع۪يسٰى وَمَٓا اُو۫تِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْۚ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْۘ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ 136
فَاِنْ اٰمَنُوا بِمِثْلِ مَٓا اٰمَنْتُمْ بِه۪ فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا هُمْ ف۪ي شِقَاقٍۚ فَسَيَكْف۪يكَهُمُ اللّٰهُۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُۜ 137
صِبْغَةَ اللّٰهِۚ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةًۘ وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ 138
قُلْ اَتُحَٓاجُّونَنَا فِي اللّٰهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْۚ وَلَـنَٓا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْۚ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَۙ 139
اَمْ تَقُولُونَ اِنَّ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطَ كَانُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰىۜ قُلْ ءَاَنْتُمْ اَعْلَمُ اَمِ اللّٰهُۜ وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللّٰهِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ 140
تِلْكَ اُمَّةٌ قَدْ خَلَتْۚ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْۚ وَلَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ۟ 141
سَيَقُولُ السُّفَـهَٓاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّت۪ي كَانُوا عَلَيْهَاۜ قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُۜ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ 142
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطاً لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يداًۜ وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِـعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِۜ وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً اِلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ 143
قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَٓاءِۚ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَاۖ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ 144
وَلَئِنْ اَتَيْتَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ اٰيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ وَمَٓا اَنْتَ بِتَابِـعٍ قِبْلَتَهُمْۚ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِـعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ اِنَّكَ اِذاً لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ 145
اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَٓاءَهُمْۜ وَاِنَّ فَر۪يقاً مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ 146
اَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَر۪ينَ۟ 147
وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلّ۪يهَا فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِۜ اَيْنَ مَا تَكُونُوا يَأْتِ بِكُمُ اللّٰهُ جَم۪يعاًۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ 148
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَاِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ 149
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۙ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌۗ اِلَّا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْن۪ي وَلِاُتِمَّ نِعْمَت۪ي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَۙ 150
كَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪يكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّ۪يكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَۜ 151
فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا ل۪ي وَلَا تَكْفُرُونِ۟ 152
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ 153
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ 154
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ 155
اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ 156
اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ 157
اِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَٓائِرِ اللّٰهِۚ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ اَوِ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ اَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَاۜ وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْراًۙ فَاِنَّ اللّٰهَ شَاكِرٌ عَل۪يمٌ 158
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْتُمُونَ مَٓا اَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدٰى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِۙ اُو۬لٰٓئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللّٰهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَۙ 159
اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا فَاُو۬لٰٓئِكَ اَتُوبُ عَلَيْهِمْۚ وَاَنَا التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ 160
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَع۪ينَۙ 161
خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۚ لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ 162
وَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ۟ 163
اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ 164
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ 165
اِذْ تَبَرَّاَ الَّذ۪ينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا وَرَاَوُا الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْاَسْبَابُ 166
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا لَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّاَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُ۫ا مِنَّاۜ كَذٰلِكَ يُر۪يهِمُ اللّٰهُ اَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْۜ وَمَا هُمْ بِخَارِج۪ينَ مِنَ النَّارِ۟ 167
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْاَرْضِ حَـلَالاً طَـيِّباًۘ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ 168
اِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّٓوءِ وَالْفَحْشَٓاءِ وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ 169
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا بَلْ نَـتَّبِـعُ مَٓا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَاۜ اَوَلَوْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْـٔاً وَلَا يَهْتَدُونَ 170
وَمَثَلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذ۪ي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءًۜ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ 171
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ 172
اِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْز۪يرِ وَمَٓا اُهِلَّ بِه۪ لِغَيْرِ اللّٰهِۚ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ 173
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْتُمُونَ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِه۪ ثَمَناً قَل۪يلاًۙ اُو۬لٰٓئِكَ مَا يَأْكُلُونَ ف۪ي بُطُونِهِمْ اِلَّا النَّارَ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ 174
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِۚ فَمَٓا اَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ 175
ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اخْتَلَفُوا فِي الْكِتَابِ لَف۪ي شِقَاقٍ بَع۪يدٍ۟ 176
لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّ۪نَۚ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪ ذَوِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِ وَالسَّٓائِل۪ينَ وَفِي الرِّقَابِۚ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَۚ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُواۚ وَالصَّابِر۪ينَ فِي الْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَح۪ينَ الْبَأْسِۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُواۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ 177
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلٰىۜ اَلْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالْاُنْثٰى بِالْاُنْثٰىۜ فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ اَخ۪يهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَاَدَٓاءٌ اِلَيْهِ بِاِحْسَانٍۜ ذٰلِكَ تَخْف۪يفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌۜ فَمَنِ اعْتَدٰى بَعْدَ ذٰلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ اَل۪يمٌ 178
وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيٰوةٌ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ 179
كُتِبَ عَلَيْكُمْ اِذَا حَضَرَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ اِنْ تَرَكَ خَيْراًۚ اَلْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَ بِالْمَعْرُوفِۚ حَقاًّ عَلَى الْمُتَّق۪ينَۜ 180
فَمَنْ بَدَّلَهُ بَعْدَ مَا سَمِعَهُ فَاِنَّمَٓا اِثْمُهُ عَلَى الَّذ۪ينَ يُبَدِّلُونَهُۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۜ 181
فَمَنْ خَافَ مِنْ مُوصٍ جَنَفاً اَوْ اِثْماً فَاَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ 182
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ 183
اَيَّاماً مَعْدُودَاتٍۜ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَر۪يضاً اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ وَعَلَى الَّذ۪ينَ يُط۪يقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْك۪ينٍۜ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْراً فَهُوَ خَيْرٌ لَهُۜ وَاَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ 184
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ 185
وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ 186
اُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ اِلٰى نِسَٓائِكُمْۜ هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَاَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّۜ عَلِمَ اللّٰهُ اَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ اَنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْۚ فَالْـٰٔنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْۖ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِۖ ثُمَّ اَتِمُّوا الصِّيَامَ اِلَى الَّيْلِۚ وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ وَاَنْتُمْ عَاكِفُونَۙ فِي الْمَسَاجِدِۜ تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَقْرَبُوهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ اٰيَاتِه۪ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ 187
وَلَا تَأْكُلُٓوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُوا بِهَٓا اِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُوا فَر۪يقاً مِنْ اَمْوَالِ النَّاسِ بِالْاِثْمِ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ۟ 188
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِۜ قُلْ هِيَ مَوَاق۪يتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّۜ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقٰىۚ وَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ اَبْوَابِهَاۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ 189
وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ الَّذ۪ينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُواۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ 190
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَاَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِۚ وَلَا تُقَاتِلُوهُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتّٰى يُقَاتِلُوكُمْ ف۪يهِۚ فَاِنْ قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْۜ كَذٰلِكَ جَزَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ 191
فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ 192
وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ لِلّٰهِۜ فَاِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِم۪ينَ 193
اَلشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌۜ فَمَنِ اعْتَدٰى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدٰى عَلَيْكُمْۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ 194
وَاَنْفِقُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا تُلْقُوا بِاَيْد۪يكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِۚۛ وَاَحْسِنُواۚۛ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ 195
وَاَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّٰهِۜ فَاِنْ اُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِۚ وَلَا تَحْلِقُوا رُؤُ۫سَكُمْ حَتّٰى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُۜ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَر۪يضاً اَوْ بِه۪ٓ اَذًى مِنْ رَأْسِه۪ فَفِدْيَةٌ مِنْ صِيَامٍ اَوْ صَدَقَةٍ اَوْ نُسُكٍۚ فَاِذَٓا اَمِنْتُمْ۠ فَمَنْ تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ اِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِۚ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلٰثَةِ اَيَّامٍ فِي الْحَجِّ وَسَبْعَةٍ اِذَا رَجَعْتُمْۜ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌۜ ذٰلِكَ لِمَنْ لَمْ يَكُنْ اَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ۟ 196
اَلْحَجُّ اَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌۚ فَمَنْ فَرَضَ ف۪يهِنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّٰهُۜ وَتَزَوَّدُوا فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوٰىۘ وَاتَّقُونِ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْبَابِ 197
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَبْتَغُوا فَضْلاً مِنْ رَبِّكُمْۜ فَاِذَٓا اَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ عِنْدَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِۖ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدٰيكُمْۚ وَاِنْ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلِه۪ لَمِنَ الضَّٓالّ۪ينَ 198
ثُمَّ اَف۪يضُوا مِنْ حَيْثُ اَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ 199
فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَذِكْرِكُمْ اٰبَٓاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ ذِكْراًۜ فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ 200
وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ 201
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ نَص۪يبٌ مِمَّا كَسَبُواۜ وَاللّٰهُ سَر۪يعُ الْحِسَابِ 202
وَاذْكُرُوا اللّٰهَ ف۪ٓي اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍۜ فَمَنْ تَعَجَّلَ ف۪ي يَوْمَيْنِ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۚ وَمَنْ تَاَخَّرَ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۙ لِمَنِ اتَّقٰىۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ 203
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا ف۪ي قَلْبِه۪ۙ وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَامِ 204
وَاِذَا تَوَلّٰى سَعٰى فِي الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ ف۪يهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ 205
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْاِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُۜ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ 206
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ 207
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَٓافَّةًۖ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ 208
فَاِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ 209
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَأْتِيَهُمُ اللّٰهُ ف۪ي ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَقُضِيَ الْاَمْرُۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟ 210
سَلْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ كَمْ اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ اٰيَةٍ بَيِّنَةٍۜ وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُ فَاِنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ 211
زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۢ وَالَّذ۪ينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ 212
كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّ۪نَ مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۖ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ ف۪يمَا اخْتَلَفُوا ف۪يهِۜ وَمَا اخْتَلَفَ ف۪يهِ اِلَّا الَّذ۪ينَ اُو۫تُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْياً بَيْنَهُمْۚ فَهَدَى اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا ف۪يهِ مِنَ الْحَقِّ بِاِذْنِه۪ۜ وَاللّٰهُ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ 213
اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ 214
يَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَۜ قُلْ مَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَ وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ 215
كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـٔاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـٔاً وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ۟ 216
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ ف۪يهِۜ قُلْ قِتَالٌ ف۪يهِ كَب۪يرٌۜ وَصَدٌّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِه۪ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِه۪ مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِۚ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِۜ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّٰى يَرُدُّوكُمْ عَنْ د۪ينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُواۜ وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَـالِدُونَ 217
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ اُو۬لٰٓئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ 218
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِۜ قُلْ ف۪يهِمَٓا اِثْمٌ كَب۪يرٌ وَمَنَافِـعُ لِلنَّاسِۘ وَاِثْمُهُمَٓا اَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَاۜ وَيَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَۜ قُلِ الْعَفْوَۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَۙ 219
فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْيَتَامٰىۜ قُلْ اِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌۜ وَاِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَاِخْوَانُكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَاَعْنَتَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ 220
وَلَا تَنْكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتّٰى يُؤْمِنَّۜ وَلَاَمَةٌ مُؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكَةٍ وَلَوْ اَعْجَبَتْكُمْۚ وَلَا تُنْكِحُوا الْمُشْرِك۪ينَ حَتّٰى يُؤْمِنُواۜ وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكٍ وَلَوْ اَعْجَبَكُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ يَدْعُونَ اِلَى النَّارِۚ وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِاِذْنِه۪ۚ وَيُبَيِّنُ اٰيَاتِه۪ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ۟ 221
وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْمَح۪يضِۜ قُلْ هُوَ اَذًىۙ فَاعْتَزِلُوا النِّسَٓاءَ فِي الْمَح۪يضِۙ وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتّٰى يَطْهُرْنَۚ فَاِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ اَمَرَكُمُ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ 222
نِسَٓاؤُ۬كُمْ حَرْثٌ لَكُمْۖ فَأْتُوا حَرْثَكُمْ اَنّٰى شِئْتُمْۘ وَقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ مُلَاقُوهُۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ 223
وَلَا تَجْعَلُوا اللّٰهَ عُرْضَةً لِاَيْمَانِكُمْ اَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ 224
لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللّٰهُ بِاللَّغْوِ ف۪ٓي اَيْمَانِكُمْ وَلٰكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ حَل۪يمٌ 225
لِلَّذ۪ينَ يُؤْلُونَ مِنْ نِسَٓائِهِمْ تَرَبُّصُ اَرْبَعَةِ اَشْهُرٍۚ فَاِنْ فَٓاؤُ۫ فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ 226
وَاِنْ عَزَمُوا الطَّـلَاقَ فَاِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ 227
وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ ثَلٰثَةَ قُرُٓوءٍۜ وَلَا يَحِلُّ لَهُنَّ اَنْ يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّٰهُ ف۪ٓي اَرْحَامِهِنَّ اِنْ كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ وَبُعُولَتُهُنَّ اَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ اِنْ اَرَادُٓوا اِصْلَاحاًۜ وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذ۪ي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِۖ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟ 228
اَلطَّـلَاقُ مَرَّتَانِۖ فَاِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ اَوْ تَسْر۪يحٌ بِاِحْسَانٍۜ وَلَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَأْخُذُوا مِمَّٓا اٰتَيْتُمُوهُنَّ شَيْـٔاً اِلَّٓا اَنْ يَخَافَٓا اَلَّا يُق۪يمَا حُدُودَ اللّٰهِۜ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا يُق۪يمَا حُدُودَ اللّٰهِۙ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا ف۪يمَا افْتَدَتْ بِه۪ۜ تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَعْتَدُوهَاۚ وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ 229
فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا تَحِلُّ لَهُ مِنْ بَعْدُ حَتّٰى تَنْكِحَ زَوْجاً غَيْرَهُۜ فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَٓا اَنْ يَتَرَاجَعَٓا اِنْ ظَـنَّٓا اَنْ يُق۪يمَا حُدُودَ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ 230
وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَٓاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَاَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ اَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍۖ وَلَا تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَاراً لِتَعْتَدُواۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُۜ وَلَا تَتَّخِذُٓوا اٰيَاتِ اللّٰهِ هُزُواًۘ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَمَٓا اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُـكُمْ بِه۪ۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟ 231
وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَٓاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا تَعْضُلُوهُنَّ اَنْ يَنْكِحْنَ اَزْوَاجَهُنَّ اِذَا تَرَاضَوْا بَيْنَهُمْ بِالْمَعْرُوفِۜ ذٰلِكَ يُوعَظُ بِه۪ مَنْ كَانَ مِنْكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ ذٰلِكُمْ اَزْكٰى لَكُمْ وَاَطْهَرُۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ 232
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ اَرَادَ اَنْ يُـتِمَّ الرَّضَاعَةَۜ وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِۜ لَا تُكَلَّفُ نَفْسٌ اِلَّا وُسْعَهَاۚ لَا تُضَٓارَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلَا مَوْلُودٌ لَهُ بِوَلَدِه۪ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذٰلِكَۚ فَاِنْ اَرَادَا فِصَالاً عَنْ تَرَاضٍ مِنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَاۜ وَاِنْ اَرَدْتُمْ اَنْ تَسْتَرْضِعُٓوا اَوْلَادَكُمْ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِذَا سَلَّمْتُمْ مَٓا اٰتَيْتُمْ بِالْمَعْرُوفِۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ 233
وَالَّذ۪ينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاً يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ اَرْبَعَةَ اَشْهُرٍ وَعَشْراًۚ فَاِذَا بَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪يمَا فَعَلْنَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ 234
وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪يمَا عَرَّضْتُمْ بِه۪ مِنْ خِطْبَةِ النِّسَٓاءِ اَوْ اَكْنَنْتُمْ ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ عَلِمَ اللّٰهُ اَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلٰكِنْ لَا تُوَاعِدُوهُنَّ سِراًّ اِلَّٓا اَنْ تَقُولُوا قَوْلاً مَعْرُوفاًۜ وَلَا تَعْزِمُوا عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتّٰى يَبْلُغَ الْكِتَابُ اَجَلَهُۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ حَل۪يمٌ۟ 235
لَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ طَلَّقْتُمُ النِّسَٓاءَ مَا لَمْ تَمَسُّوهُنَّ اَوْ تَفْرِضُوا لَهُنَّ فَر۪يضَةًۚ وَمَتِّعُوهُنَّۚ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدَرُهُۚ مَتَـاعاً بِالْمَعْرُوفِۚ حَقاًّ عَلَى الْمُحْسِن۪ينَ 236
وَاِنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَر۪يضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ اِلَّٓا اَنْ يَعْفُونَ اَوْ يَعْفُوَا الَّذ۪ي بِيَدِه۪ عُقْدَةُ النِّكَاحِۜ وَاَنْ تَعْفُٓوا اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۜ وَلَا تَنْسَوُا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ 237
حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلٰوةِ الْوُسْطٰى وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِت۪ينَ 238
فَاِنْ خِفْتُمْ فَرِجَـالاً اَوْ رُكْبَـاناًۚ فَاِذَٓا اَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ 239
وَالَّذ۪ينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاًۚ وَصِيَّةً لِاَزْوَاجِهِمْ مَتَاعاً اِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ اِخْرَاجٍۚ فَاِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪ي مَا فَعَلْنَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ 240
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِۜ حَقاًّ عَلَى الْمُتَّق۪ينَ 241
كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ۟ 242
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِۖ فَقَالَ لَهُمُ اللّٰهُ مُوتُوا ثُمَّ اَحْيَاهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ 243
وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ 244
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُٓ اَضْعَافاً كَـث۪يرَةًۜ وَاللّٰهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُۣطُۖ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 245
اَلَمْ تَرَ اِلَى الْمَلَأِ مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ مِنْ بَعْدِ مُوسٰىۢ اِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكاً نُقَاتِلْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ اَلَّا تُقَاتِلُواۜ قَالُوا وَمَا لَـنَٓا اَلَّا نُقَاتِلَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَقَدْ اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَٓائِنَاۜ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا اِلَّا قَل۪يلاً مِنْهُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ 246
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّٰهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاًۜ قَالُٓوا اَنّٰى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِۜ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِۜ وَاللّٰهُ يُؤْت۪ي مُلْكَهُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ 247
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اٰيَةَ مُلْكِه۪ٓ اَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ ف۪يهِ سَك۪ينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ اٰلُ مُوسٰى وَاٰلُ هٰرُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلٰٓئِكَةُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ۟ 248
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِۙ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ مُبْتَل۪يكُمْ بِنَهَرٍۚ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنّ۪يۚ وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَاِنَّهُ مِنّ۪ٓي اِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِه۪ۚ فَشَرِبُوا مِنْهُ اِلَّا قَل۪يلاً مِنْهُمْۜ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۙ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ۜ قَالَ الَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ 249
وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ قَالُوا رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَۜ 250
فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِۙ وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُۜ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُوفَضْلٍ عَلَى الْعَالَم۪ينَ 251
تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۜ وَاِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَ 252
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۢ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍۜ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُر۪يدُ۟ 253
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ ف۪يهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌۜ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ 254
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ 255
لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ 256
اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ الطَّاغُوتُۙ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ 257
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۙ قَالَ اَنَا۬ اُحْـي۪ وَاُم۪يتُۜ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ 258
اَوْ كَالَّذ۪ي مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَاۚ قَالَ اَنّٰى يُحْـي۪ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَاۚ فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُۜ قَالَ كَمْ لَبِثْتَۜ قَالَ لَبِثْتُ يَوْماً اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْۚ وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِلنَّاسِ وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْماًۜ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُۙ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ 259
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اَرِن۪ي كَيْفَ تُحْـيِ الْمَوْتٰىۜ قَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْۜ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْب۪يۜ قَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلٰى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءاً ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْت۪ينَكَ سَعْياًۜ وَاعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟ 260
مَثَلُ الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ اَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ ف۪ي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍۜ وَاللّٰهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ 261
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ ثُمَّ لَا يُتْبِعُونَ مَٓا اَنْفَقُوا مَناًّ وَلَٓا اَذًۙى لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ 262
قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَٓا اَذًىۜ وَاللّٰهُ غَنِيٌّ حَل۪يمٌ 263
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَالْاَذٰىۙ كَالَّذ۪ي يُنْفِقُ مَالَهُ رِئَٓاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَاَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْداًۜ لَا يَقْدِرُونَ عَلٰى شَيْءٍ مِمَّا كَسَبُواۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ 264
وَمَثَلُ الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ وَتَثْب۪يتاً مِنْ اَنْفُسِهِمْ كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ اَصَابَهَا وَابِلٌ فَاٰتَتْ اُكُلَهَا ضِعْفَيْنِۚ فَاِنْ لَمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ فَطَلٌّۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ 265
اَيَوَدُّ اَحَدُكُمْ اَنْ تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۙ لَهُ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۙ وَاَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَٓاءُۖ فَاَصَابَهَٓا اِعْصَارٌ ف۪يهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ۟ 266
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّٓا اَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْاَرْضِۖ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَب۪يثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِاٰخِذ۪يهِ اِلَّٓا اَنْ تُغْمِضُوا ف۪يهِۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ 267
اَلشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَٓاءِۚ وَاللّٰهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ وَفَضْلاًۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌۚ 268
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِيَ خَيْراً كَث۪يراًۜ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ 269
وَمَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ اَوْ نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُهُۜ وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ اَنْصَارٍ 270
اِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَۚ وَاِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَـرَٓاءَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيِّـَٔاتِكُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ 271
لَيْسَ عَلَيْكَ هُدٰيهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَلِاَنْفُسِكُمْۜ وَمَا تُنْفِقُونَ اِلَّا ابْتِغَٓاءَ وَجْهِ اللّٰهِۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ 272
لِلْفُقَـرَٓاءِ الَّذ۪ينَ اُحْصِرُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ لَا يَسْتَط۪يعُونَ ضَـرْباً فِي الْاَرْضِۘ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ اَغْنِيَٓاءَ مِنَ التَّعَفُّفِۚ تَعْرِفُهُمْ بِس۪يمٰيهُمْۚ لَا يَسْـَٔلُونَ النَّاسَ اِلْحَافاًۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ۟ 273
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِراًّ وَعَلَانِيَةً فَلَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ 274
اَلَّذ۪ينَ يَأْكُلُونَ الرِّبٰوا لَا يَقُومُونَ اِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذ۪ي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُٓوا اِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبٰواۢ وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰواۜ فَمَنْ جَٓاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّه۪ فَانْتَهٰى فَلَهُ مَا سَلَفَۜ وَاَمْرُهُٓ اِلَى اللّٰهِۜ وَمَنْ عَادَ فَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ 275
يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبٰوا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ اَث۪يمٍ 276
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ 277
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَذَرُوا مَا بَـقِيَ مِنَ الرِّبٰٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ 278
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ۚ وَاِنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُ۫سُ اَمْوَالِكُمْۚ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ 279
وَاِنْ كَانَ ذُوعُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ اِلٰى مَيْسَرَةٍۜ وَاَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ 280
وَاتَّقُوا يَوْماً تُرْجَعُونَ ف۪يهِ اِلَى اللّٰهِ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ۟ 281
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُۜ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِۖ وَلَا يَأْبَ كَاتِبٌ اَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّٰهُ فَلْيَكْتُبْۚ وَلْيُمْلِلِ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُ وَلَا يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْـٔاًۜ فَاِنْ كَانَ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَف۪يهاً اَوْ ضَع۪يفاً اَوْ لَا يَسْتَط۪يعُ اَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِۜ وَاسْتَشْهِدُوا شَه۪يدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْۚ فَاِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَاَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَٓاءِ اَنْ تَضِلَّ اِحْدٰيهُمَا فَتُذَكِّرَ اِحْدٰيهُمَا الْاُخْرٰىۜ وَلَا يَأْبَ الشُّهَدَٓاءُ اِذَا مَا دُعُواۜ وَلَا تَسْـَٔمُٓوا اَنْ تَكْتُبُوهُ صَغ۪يراً اَوْ كَب۪يراً اِلٰٓى اَجَلِه۪ۜ ذٰلِكُمْ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ وَاَدْنٰٓى اَلَّا تَرْتَابُٓوا اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُد۪يرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَلَّا تَكْتُبُوهَاۜ وَاَشْهِدُٓوا اِذَا تَبَايَعْتُمْۖ وَلَا يُضَٓارَّ كَاتِبٌ وَلَا شَه۪يدٌۜ وَاِنْ تَفْعَلُوا فَاِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ 282
وَاِنْ كُنْتُمْ عَلٰى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُوا كَاتِباً فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌۜ فَاِنْ اَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضاً فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ اَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُۜ وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَۜ وَمَنْ يَكْتُمْهَا فَاِنَّهُٓ اٰثِمٌ قَلْبُهُۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ۟ 283
لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاِنْ تُبْدُوا مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُۜ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ 284
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ 285
لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ 286
                    Ayet No
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
الٓمٓ ۚ
Elif, Lâm, Mîm. [12] Dinle, ey insanoğlu! Hem lafzı hem de manasıyla eşsiz bir mucize olan bu mesaja kulak ver. Senin gayet iyi tanıdığın ve şiirlerinde, yazılarında, hitabelerinde ustalıkla kullandığın şu harflere dikkatlice bak. İlâhî kudret bu basit harfleri nasıl mükemmel bir uyumla yan yana dizdi de, olağanüstü güzelliği karşısında en büyük ediplerin, âlimlerin, filozofların secdeye kapandığı; bir tek sûresinin dahî benzerini yapmakta beşeriyetin acze düştüğü eşsiz, mucizevî bir kitap ortaya koydu:
1
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ
İçinde hiçbir yanlışlık, çelişki ve şüphe bulunmayan bu [13] kitap, günah ve kötülüklerden sakınıp korunanlara dünyada ve âhirette huzur, başarı ve kurtuluş yolunu gösteren mükemmel bir rehber, yol gösterici ve hidâyettir.

İnsanı dünyada ve âhirette kurtuluşa iletecek temel hayat prensiplerini ortaya koyan bu kitabın içinde, akıl ve sağduyu ile çelişen, insanı şüpheye düşürebilecek herhangi bir yanlışlık, çelişki, eğrilik ve tutarsızlık yoktur. Bu da onun Allah'tan gelen hak bir kitap olduğunun apaçık kanıtlarından biridir.

Ancak bu kitabın hidayetinden istifade edebilmenin birinci şartı, dürüst ve iyiniyetli olmaktır. Hakkı bâtılı gözetmeyen, bencil ihtiraslarının, arzu ve heveslerinin ardından giden kimseler Kur'an'da hidâyet bulamazlar. Bunun içindir ki, tüm insanlığa doğru yolu gösteren bu kitap,ancak iyiye ve doğruya ulaşmayı arzu eden kimseleri hedefe ulaştıracaktır. Böyle kimseler, Kur'ân'ın rehberliğinde iman ve ahlak eğitiminden geçerek şu üstün özellikleri elde ederler:
2
اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ
Onlar duyu organlarıyla algılanamayan, ancak ilâhî vahyin ışığında akıl ve tefekkür yoluyla kavranabilecek hakikat âlemi olan gayb'a [14] inanırlar. Hakikatin sadece gözle görülenlerden ibaret olmadığını bilir, bunun ötesinde Allah, cennet, cehennem, melek, kıyâmet, âhiret gibi gerçeklere iman ederler.Allah'ın bildirdiği bu gaybî hakikatleri gözleriyle göremeseler, onlara elleriyle dokunamasalar bile, görüp dokunabildikleri kanıt ve işaretlerden yola çıkarak bunların varlığına inanırlar. Kâinatın her zerresinde bulunan bu işaretler, her şeyi yoktan var eden sonsuz kudret, adalet ve merhamet sahibi bir Yaratıcının varlığını hiçbir şüpheye yer vermeyecek biçimde gözler önüne serer.

Ayrıca onlar, Müslümanlığın vazgeçilmez şartı olan namazı ona gereken dikkat ve özeni göstererek güzelce kılarlar.  Beş vakit namazı aksatmadan, ibadeti mekanik hareketlere dönüştürmeden, okuduklarını anlayıp özümsemeye çalışarak vaktinde ve huşu içinde kılarlar. Böylece, Yaratıcı ile aralarındaki irtibatı, günde en az beş defa huzurunda durmak sûretiyle sürekli canlı tutarlar. Bu ibadet onları daha bilinçli, daha duyarlı ve sorumluluk sahibi kılar.

Ve onlar, kendilerine bahşettiğimiz rızıktan bir kısmını fakir ve muhtaç kimseler için harcarlar. Sahip oldukları her türlü lütuf ve nimetin onlara Allah tarafından verilmiş bir emanet olduğunu bilir ve bunları Allah yolunda, O'nun emrettiği şekilde kullanırlar.
3
وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ
Yine onlar, sana indirilen bu son ilahi vahye ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara ve diğer bütün ilâhî vahiylere inanırlar. Bütün peygamberlerin ve ilâhî kitapların aynı kaynaktan neşet ettiğini, hepsinin aynı inanç ve ahlâk ilkelerini getirdiğini bilirler. Tevrat, Zebur ve İncil'in bazı bölümleri zamanla değiştirilmiş, tahrifata uğramış olsa bile, bu kitapların Kur'an'la örtüşen kısımlarının vahiy eseri olduğunu kabul ederler. Onların değiştirilmiş kısımlarını ise, kıyamete kadar korunacak [15] tek ilâhî kitap olan Kur'ân'ın hakemliğinde düzeltirler.

Onlar âhirete de yakînen inanırlar. Sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi olan Allah'ın, şaşmaz adaleti gereğince tüm insanları yeniden diriltip hesaba çekeceğine, sonra da iyileri cennet ile ödüllendirip kötüleri cehennem ile cezalandıracağına şeksiz şüphesiz iman eder ve bu inanca uygun davranışlar gösterirler.
4
اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
İşte Rablerinin gösterdiği dosdoğru yolda yürüyenler onlardır, dünyada ve âhirette gerçek anlamda huzura, başarıya, kurtuluşa erecek olanlar da ancak onlardır.
5
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Kur'ân'ın haber verdiği hakikatleri bile bile inkâr edenlere gelince, sen onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; imana gelmezler. İkna edici deliller, tatlı ve güzel öğütler onlar için bir şey ifade etmez. Çünkü kibir, ihtiras, bencillik, inatçılık gibi hastalıklar onları hakka yönelmekten alıkoymaktadır. O halde, iman etmiyorlar diye ümidini ve cesaretini kaybetme. Hikmet ve güzel öğüt ile insanları hakka çağırmaya devam et. Temiz yürekli, iyi niyetli olanlar bu çağrıya kulak vereceklerdir. Hak ve hakikati inatla reddedenlere gelince:
6
خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟
Allah, bilerek ve isteyerek haktan yüz çevirip inkârı tercih ettikleri için onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. [16] Gözlerinin üzerinde de,gerçeği görmelerine engel bir perde vardır. Doğuştan sahip oldukları ‘hakikati keşfetme' yeteneği zamanla körelmiş ve işlevini göremez hâle gelmiştir. İnadı bırakıp hakka yönelmedikleri sürece de kalpleri ve kulakları mühürlü, gözleri perdeli kalmaya devam edecektir.

İşte onların hakkı büyük bir azaptır. Kur'ân'ın rehberliğinden yüz çevirerek inkârda direten bu insanlar, âhirette ebedî azaba mahkûm edileceklerdir. Bunun yanı sıra, dünyada da ahlâkî çöküntüler, ruhsal bunalımlar, toplumsal çalkantılar yakalarını bırakmayacaktır.

6. ve 7. âyetlerde, Kur'ân'ı açıkça reddeden inkârcıların durumu anlatıldı. Bundan sonraki 13 âyette ise, onlardan çok daha tehlikeli olan grup ele alınıyor:
7
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ
İnsanlardan öyleleri de vardır ki,gerçekte inanmadıkları hâlde, "Biz de Allah'a ve âhiret gününe iman ediyoruz!" derler.
8
يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَۜ
Allah'a ve müminlerekarşı hilekârca davranırlar. Oysa yalan ve hilekârlıkla yalnızca kendilerini aldatırlar, fakat bunun farkında değiller. Basit dünyevi menfaatler uğruna imandan yüz çevirmekle kendilerini ne büyük bir felakete sürüklediklerinin bilincinde değiller.
9
ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضاًۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Kalplerinde hastalık vardır. Kibir, inat, nankörlük, bencillik, ahlâksızlık gibi sebeplerle meydana gelen bu hastalık adeta gözlerini kör etmekte, hakkı kabul etmekten ve gerçek imana ulaşmaktan onları alıkoymaktadır. Allah da temiz ahlâk, doğru inanç ve güzel davranışlarla tedavi olmayı reddettikleri için hastalıklarını iyice artırmıştır.

Sürekli yalan söyledikleri ve insanları aldatmayı alışkanlık hâline getirdikleri için, onlara dünyada sıkıntılı bir hayat, âhirette can yakıcı bir azap vardır.

Münafıkları şu özelliklerinden tanıyabilirsiniz:
10
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
Onlara, "Yeryüzünde zulüm, haksızlık, bozgunculuk yapıp fesat çıkarmayın! Bireysel ve toplumsal hayatınızı menfaat ve kazanç ölçülerine göre değil; Kur'ân'ın belirlediği adalet, doğruluk ve erdemlilik esaslarına göre düzenleyin!" denildiği zaman, ellerindeki değer ölçüleri bozuk olduğundan, "Biz ancak ıslah edici kimseleriz! Aslında iyilikten, güzellikten başka bir amacımız yoktur!" derler. İlâhî vahyin yol göstericiliğinden yüz çevirdikleri için insanî ve ahlâkî değer yargıları tamamen tersyüz olmuş, alabildiğine yozlaşmıştır. Kötülüğü iyilik, zulmü adalet, fesadı ıslah, bâtılı hak olarak görür ve öylece göstermeye çalışırlar. Fakat siz münafıkların o süslü yalanlarına ve sahte propagandalarına değil, asıl yaptıkları işlere bakın:
11
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ
Dikkat edin; onlar toplumsal yozlaşmayı, ahlâkî çürümeyi, haksızlık ve bozgunculuğu körükleyerek yeryüzünde fesat çıkaranların ta kendileridir; fakatböyle yapmakla dünyalarını da âhiretlerini de berbat ettiklerinin bilincinde değiller.
12
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَـهَٓاءُۜ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَـهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ
Onlara, "Madem Müslüman olduğunuzu söylüyorsunuz, o hâlde Allah'a ve gönderdiği kitaba samimiyetle inanan insanların inandığı gibi siz de insana yaraşır bir şekilde iman edin!" denildiği zaman, "Ne yani; doğruluk, erdemlilik, fedakârlık gibi safsatalara aldanıp birçok menfaatten mahrum kalan o akılsız insanların inandığı gibi mi inanalım?" [17] derler.

Dikkat edin; asıl akılsızlar kendileridir; fakat bunu idrak etmezler. Basit menfaatleri uğruna her türlü ahlâksızlığa, hayâsızlığa tevessül eden bu insanlar, insanları aldatmayı kendince akıllılık sayar; hatta bununla övünürler. Oysa bu, ahmaklığın ta kendisidir. Çünkü dünya hayatı gibi peşin ve basit bir menfaat uğruna, ileride kendisini bekleyen ebedî saadeti kaybetmektedirler.
13
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْۙ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْۙ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُ۫نَ
Müminlerle uzaktan alay eden bu münafıklar, onlarla yüz yüze geldikleri zaman, "Biz de sizin inandığınız gibi inanıyoruz!" derler. Fakat onları perde arkasından yönlendiren liderleri ve akıl hocaları olan şeytanlarıyla [18] baş başa kalınca, "Bizim öyle Müslüman göründüğümüze bakmayın, aslında biz sizinle beraberiz, gerçek dostumuz ve müttefikimiz sizlersiniz. Müslüman olduğumuzu söylemekle onlarla sadece alay ediyoruz!" derler.
14
اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Hak ve hakikat karşısında takındıkları bu küstahça tavırlarından dolayı, asıl Allah onları alay edilecek duruma düşürmekte ve yüreklerindeki son iman kalıntılarını da yok ederek azgınlıkları içinde bocalar bir hâlde bırakmaktadır.
15
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰىۖ فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ
Onlar, hak ve adalet sistemine dayanan İslâm nizamını reddedip inkâr ve zulme dayalı bir hayat tarzını tercih etmek suretiyle hidâyet karşılığında dalâleti satın alan kimselerdir.

Fakat ticaretleri kâr getirmemiş, hidâyete de erememişlerdir.  Bu tercihleri onlara dünyevî bir kazanç sağlamadığı gibi, kalplerinin iyice katılaşmasına sebep olarak onları imana ermekten de büsbütün mahrum bırakmıştır. Böylece ikiyüzlülükleri onları ne bu dünyada zillet ve perişanlıktan ne de âhirette ebedî azaptan kurtarabilmiştir.Kur'ân ışığından yüz çeviren bu münafıkların durumunu, bakın şu iki misâl ne güzel anlatıyor:
16
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراًۚ فَلَمَّٓا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ف۪ي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ
Onların durumu, karanlık bir yerde ateş yakmaya çalışan bir adamın etrafında toplanan kimselerin hâline benzer. Bir adam düşünün ki, soğuk ve karanlık bir gecede etrafını aydınlatmak için bir ateş yakıyor. Adamın çevresinde, ateşin sıcaklığı ve aydınlığından faydalanmak isteyen bir grup insan vardır. Bu örnekte ateş yakan kişi Hz. Muhammed (s), yaktığı ateş Kur'ân, ateşin etrafında toplananlar Peygamber'in ümmeti, bu topluluğun içinde bulunup da ateşin ışığından istifade edemeyen insanlar ise münafıklardır.

Peygamber'in yaktığı ateş çevresini iman ve ilim nuruyla aydınlatmaya başlayınca, herkes gibi münafıklar da ışığın etrafında toplandılar. İlahî nurdan istifade etmemeleri için görünürde hiçbir sebep yoktu. Fakat kibir, inat, kıskançlık, çıkarcılık gibi sebeplerle Peygamber'e ve getirdiği mesaja karşı düşmanca tavır takındılar. Bunun üzerine, Allah'ın insan için belirlediği yaratılış kanunları devreye girdi: Allah, hakikati görme yeteneklerini ellerinden alarak nurlarını yok etti ve onları karanlıklar içinde hiçbir şey göremez bir hâlde bıraktı. Böylece münafıklar, ışık kaynağının hemen yanı başında kopkoyu inkâr karanlığına gömüldüler. Öyle ki:
17
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَۙ
Sağır, dilsiz ve kördürler. Sağırdırlar, çünkü gerçeğe kulak vermez, hakikati duymamak, anlamamak için adeta kulaklarını tıkarlar. Dilsizdirler, çünkü doğruyu itiraf edemez, hakkı dile getirmezler. Kördürler, çünkü her türlü şüpheyi izale edecek apaçık delilleri ve mucizeleri görmek, anlamak istemezler. Bu yüzden inkârcılık ve ikiyüzlülükten vazgeçmez, bir zamanlar terk ettikleri imana bir daha dönmezler.

17 ve 18. âyetlerde, inkâra tamamen saplanmış ikiyüzlüler anlatıldı. 19 ve 20. âyetlerde ise, henüz inkârda karar kılmayan, fakat birtakım çıkar kaygılarıyla inanç ile inançsızlık arasında gidip gelen bir başka münafık tipi ele alınmaktadır:
18
اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌۚ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِۜ وَاللّٰهُ مُح۪يطٌ بِالْكَافِر۪ينَ
Yahut onlar; göklerin gürlediği, şimşeklerin çaktığı zifiri karanlık bir gecede, gökten boşanan şiddetli yağmura tutulmuş kimselere benzerler. Şöyle ki:

Ölüm korkusunun verdiği dehşetle, yıldırımlara karşı güya korunabilmek için parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa ne yaparlarsa nafile, çünkü Allah, sınırsız ilim ve kudretiyle inkârcıları çepeçevre sarıp kuşatmıştır.
19
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْۜ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا ف۪يهِۙ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟
Korkunç bir gürültüyle çakan şimşek, neredeyse gözlerini kör edecek. Önlerini her aydınlattığında onun ışığında yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde dikilip kalırlar.

Bu misâlde karanlık gece, münafıkların cehalet ve inkâr karanlıklarını simgelemektedir. Yağan yağmur tüm insanlığa rahmet olarak gelen ilâhî vahyi, gök gürültüsü ve çakan şimşekler ise hak uğrunda yapılan mücadelede karşılaşılan tehlike ve zorlukları yahut ilâhî uyarı ve tehditleri temsil eder. Bu tip münafık, bilgisizlik ve inkârcılık karanlığında bocalarken, İslâm davetiyle yüz yüze geliyor. İnsanlara adaleti ve mutluluğu sunan bu din, aynı zamanda birçok tehlikeye göğüs germeyi de emretmekte, dahası, bu emre uymayanları ilâhî azapla tehdit etmektedir. Münafık, yolunu aydınlatan bu uyarılardan yararlanmak yerine, güya kendini korumak için bunları duymazlıktan, görmezlikten gelir. Bu arada, İslâm'ın sunduğu güzellikleri gördükçe ona sempati ile bakmaktan da kendini alamaz. Fakat doğruluğun ve adaletin egemen olması için mücadele edip fedakârlık göstermek gerekince tekrar yüz çevirir. Parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak, ilâhî uyarıların sonuçlarından kurtulduğu konusunda kendisini bir müddet daha avutur. Fakat gerçekte kurtulması mümkün değildir; çünkü Allah, kudretiyle onları her yönden kuşatmıştır.

Allah dileseydi, bir önceki misâlde anlatılan azgın münafıklara yaptığı gibi, bunların da işitme ve görme yeteneklerini yok ederek hakkı görmelerini, duymalarını tamamen engelleyebilirdi. Öyleyse, henüz fırsat varken gaflet uykusundan uyansınlar; akıllarını ve gönüllerini Kur'ân nuruyla aydınlatıp apaçık hakikate iman etsinler. Aksi hâlde, ilahi yasalar gereğince, onların işitme ve görme yetenekleri de zamanla işlevini göremez hale gelecektir.

Hiç kuşku yok ki, Allah'ın her şeye gücü yeter.

İnkâr ve ikiyüzlülük başta olmak üzere, her türlü günah ve kötülükten kurtulmak için yapmanız gereken şudur:
20
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ
Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk ve itaat edin ki, dünyada günahve kötülüklerden, âhirette cehennem azabından korunabilesiniz. Rabb'inizin bütün emir ve yasaklarına riayet eder, tek Rab ve İlâh olarak O'na boyun eğerseniz,dünyada kötülüklerden, fenalıklardan, adaletsizlikten, zulüm ve haksızlıklardan korunarak mutlu ve huzurlu bir toplum oluşturabilir; âhirette de cehennem azabından kurtularak cennette ebedî saadete nail olabilirsiniz.
21
اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءًۖ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَكُمْۚ فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَاداً وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
O Allah ki, sizin için yeryüzünü bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Yeryüzünü, üzerinde rahatça yaşayabileceğiniz bir döşek gibi türlü nimetlerle donattı. Göğü de atmosfer tabakaları ile yeryüzünü meteorlardan, zararlı ışınlardan ve diğer tehlikelerden koruyan bir kalkan, bir kubbe yaptı.

Ayrıca gökten tertemiz su indirdi ve onunla, size rızık olmak üzere çeşitli ürünler çıkardı. Tuzlu okyanus ve denizlerden buharlaşarak tertemiz kar ve yağmur şeklinden yeryüzüne yağan tatlı suyu size gönderdi ve hayatın kaynağı olan o su ile sizin için rengârenk, çeşitli tat ve lezzetlerde ürünler yetiştirdi.

O hâlde, Allah'ın bunca lütuf ve nimetleri muhteşem birer yaratılış mucizesi olarak karşınızda dururken, bütün bunları bile bile sakın Allah'a ortak koşmayın! [19] Hiçbir varlığı O'na denk tutmayın! Sadece O'na kulluk edin, O'ndan başka hiç kimsenin hükmüne boyun eğmeyin!
22
وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ۖ وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Ey inkârcılar! Eğer kulumuz Muhammed aleyhisselâm'a indirdiğimiz bu Kur'ân hakkında bir şüpheniz varsa, haydi onun ayarında bir sûre meydana getirin. Dinî, felsefi ve bilimsel konularda hiçbir eğitim görmemiş, üstelik Peygamber olmadan önce okuma yazması bile olmayan kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz bu Kur'ân hakkında bir şüpheniz varsa, yani "Aslında inanmak istiyoruz, fakat içimizdeki kuşkulara da engel olamıyoruz!" diyorsanız, siz de onun ayarında bir tek sûre meydana getirin. Güzellik ve doğrulukta Kur'ân'a denk, onunla boy ölçüşebilecek bir tek sûre yazın!

"Buna tek başımıza güç yetiremeyiz." diyorsanız, Allah'tan başka bütün şahitlerinizi, yani dostlarınızı, destekçilerinizi yardıma çağırın. Becerisine güvendiğiniz bütün edebiyat ustalarını, ilim adamlarını, filozofları toplayın ve aranızda yardımlaşarak, Kur'ân'dakilere benzer bir tek sûre oluşturun; eğer sözünüzde doğru, iddianızda samimi iseniz! Öyle ya, madem Kur'ân'ın insan ürünü bir kitap olduğunu iddia ediyorsunuz, öyleyse siz de ona benzer bir kitap meydana getirsenize!
23
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّت۪ي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُۚ اُعِدَّتْ لِلْكَافِر۪ينَ
Şayet bu meydan okuma karşısında aciz kalır da Kur'ân ayarında bir kitap veya bir tek suresine benzer bir sure yapamazsanız –ki hiçbir zaman da yapamayacaksınız– o hâlde, yakıtı insanlar ve taşlar olan ve inkârcılar için hazırlanan o ateşten sakının!

Ey inkârcılar! Kur'ân ayarında bir kitap meydana getirmeye asla gücünüz yetmeyecek ve hem Kur'ân'ın meydan okuması hem de sizin bu meydan okuma karşısındaki acziyetiniz kıyamete kadar sürecektir. Bu kitabın bir insan ürünü olamayacağını, insanüstü bir kaynaktan geldiğini iyice anladıktan sonra yine de iman etmemekte diretirseniz, kendi ellerinizle kendinizi cehennem ateşine atmış olacaksınız. O cehennem ki, yakıtı insanlar ve taşlardır. Yani o ateşe sadece inkârcılar atılmayacak; aynı zamanda o taptıkları putlar da –taştan başka bir şey olmadıkları gösterilmek üzere– onlarla birlikte ateşin yakıtı olacaklardır. Zira cehennem, taşları ve kayaları dahî yakıp kavuracak derecede müthiş sıcaklığı olan bir ateştir.

İslâm davasını yok etmek için her yolu deneyen müşrikler, bu meydan okuma karşısında sessiz kaldılar, cevap veremediler. Kur'ân ayarında bir kitap, hiç değilse bir tek sûre yazabilselerdi, Peygamber'i susturup iddiasını çürütecek, böylece canlarını, mallarını ve evlâtlarını fedâ ettikleri uzun ve meşakkatli bir mücadeleye katlanmak zorunda kalmayacaklardı. Oysa aralarında meşhur şairler, hatipler, edîpler bulunuyordu. Buna rağmen Kur'ân'a nazîre yapmaya teşebbüs dahî edemediler. Çünkü onun insanüstü bir kaynaktan geldiğini biliyor, ama kibir ve inatları sebebiyle inkâr ediyorlardı. Eğer Kur'ân'ın benzerini meydana getirmeye güçleri yetseydi, elbette bunu yaparlardı. Fakat yapamadılar ve kıyamete kadar da asla yapamayacaklar! Kur'an-ı Kerim'in, onların böyle bir şey yapamayacaklarını açıkça belirtmesi ve geleceğe dair verdiği bu haberin aynen gerçekleşmiş olması da, hiç kuşkusuz başlı başına bir mucizedir.

Ey insanlar! Bu meydan okuma karşısındaki acizliğiniz, Kur'ân'ın bir insan veya topluluk tarafından uydurulmuş olduğuna dair şüphelerinizi gidermeli ve onun Allah'tan gelen hak bir kitap olduğuna iman etmelisiniz. Böylece, inkârcılar için hazırlanmış olan cehennem ateşinden kurtulmakla kalmayacak, şu ilâhî müjdeyi de hak etmiş olacaksınız:
24
وَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقاًۙ قَالُوا هٰذَا الَّذ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهاًۜ وَلَهُمْ ف۪يهَٓا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
Allah'a ve âyetlerine yürekten iman eden ve bu imana yaraşır güzel, uygun, yararlı işler yaparak salih amel işleyenleri müjdele:

Onlara ödül olarak,yemyeşil ağaçlarının altından ırmaklar akan muhteşem cennet bahçeleri vardır.

Onlara ne zaman rızık olarak oradan bir meyve sunulsa, "Biz bunu daha önce de tatmıştık!" derler. Müminler cennette kendilerine bahşedilen nimetleri her tattıklarında, dünyada tattıkları ya da cennette kendilerine daha önce sunulan nimetleri hatırlayacaklardır.

Çünkü onlara, birbirine benzer nimetler verilmiştir. Cennetliklere, dünya hayatında tattıklarına benzer yiyecek ve içecekler verilecektir. Her tadıldığında bambaşka bir tat ve lezzet veren bu nimetler öncekilere benzeyecek, ama her defasında daha tatlı, daha lezzetli olacaktır.

Ayrıca, onlar için orada tertemiz eşler vardır ve onlar son­suza dek orada kalacaklardır. Müminlere cennette tertemiz, pampak eşler verilecektir. Onların hiç bi­rinde dünyadaki pisliklerden eser olmayacaktır. Cennetteki mümin hanımlar hem kir, hayız, nifâs gibi maddî; hem de ahlâksızlık, geçimsizlik, çirkinlik, uyumsuzluk gibi mânevî kirlerden arınmışlardır. Kocaları da öyle pampak, tertemizdirler. Dünyadaki eşler, birbirlerine lâyık oldukları ve birbirlerini istedikleri takdirde âhirette de birlikte olacaklardır. Dünyada birden fazla evlilik yaşamış olan kadın veya erkek, önceki eşleri arasından hangisine lâyık ise cennette onunla evli olacaktır.

Allah, hak ve hakikati bildirmek üzere Kur'ân'da çeşitli misâller verir. Gerektiğinde sivrisinekten, karıncadan, örümcekten, arıdan söz eder. Fakat inkârcılar, bu misâllerin özünde yatan gerçekler üzerinde kafa yoracakları yerde, sırf itiraz etmiş olmak için, Allah'ın böyle ‘basit ve değersiz' varlıklardan bahsetmesini bir eksiklik ve ayıp olarak niteliyorlar. Dahası, içinde böyle örnekler bulunan bir kitabın ilâhî kaynaklı olamayacağını öne sürüyorlar:
25
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْـي۪ٓ اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَاۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۚ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلاًۢ يُضِلُّ بِه۪ كَث۪يراً وَيَهْد۪ي بِه۪ كَث۪يراًۜ وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِق۪ينَۙ
Allah kullarına doğru yolu göstermek üzere bir sivrisineği de, küçüklük ve basitlik bakımından onun üzerinde olan bir şeyi de örnek vermekten çekinmez. Bunu bir ayıp, yüceliğine yakışmayan abes bir iş olarak görmez. Çünkü Allah küçüğün de büyüğün de; sivrisineğin de filin de yaratıcısıdır. Bu tür örneklerde önemli olan örneğin büyüklüğü ya da şekli değil, verdiği mesaj ve anlattığı hakikattir.

Allah'a ve gönderdiği mesaja iman edenler, bu misâllerin Rablerinden gelen gerçeğin ta kendisi olduğunu, yerli yerinde verilen bu hikmetli misâllerin hak ve hakikati ortaya koyduğunu bilirler.

Hak ve hakikati inatla inkâr eden kimseler ise, bu örnekleri alay konusu yaparak, "Allah bu misâl ile ne demek istedi? Böyle sinek, örümcek, karınca, arı gibi değersiz şeyleri örnek olarak anlatmak Allah'ın hikmetine ve şânına yaraşır mı? O bizim dünyamızdaki bu kadar basit ayrıntılarla uğraşır mı? Hayır, Allah bizi yaratmış ve serbest bırakmıştır; dilediğimizi yapar, dilediğimiz gibi yaşarız. O ne kitap ve elçi gönderir, ne de haram helâl sınırları çizerek hayatımıza karışır!" derler.

Allah bu tür örneklerle size hak ve hakikati anlatırken, aynı zamanda bunlarla birçok kimseyi doğru yoldan saptırarak dalâlete düşürür; birçoğunu da hidayete iletir. Fakat Allah bu misallerle, bile bile kötülük ve çirkinliği tercih ederek yoldan çıkan fâsıklardan başkasını saptırmaz.

İnsanın hidayete veya dalâlete düşmesi, ilahi mesaj karşısında alacağı tavra bağlıdır: Dürüst ve iyi niyetli kimseler, bu hikmet dolu âyetleri düşünüp ibret alarak doğru yolu bulurlar. Önyargılı ve kötü niyetli olanlar ise, sırf itiraz edebilmek için bu misâllere takılıp kalırlar. Küçük ve önemsiz gördükleri bu örneklerde nice dersler ve ibretler olduğunu kavrayamazlar.

Kur'ân'ın hidâyetinden nasiplenemeyecek olan fâsıklar, şu özelliklere sahiptirler:
26
اَلَّذ۪ينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ م۪يثَاقِه۪ۖ وَيَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِه۪ٓ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Onlar, kabul edip onayladıktan sonra Allah'ın ahdini bozarlar. Yani o fâsıklar; 1- İnsanlara Allah'ın adıyla yemin ederek söz verirler, fakat verdikleri sözlerden cayar, hiçbir ahit ve antlaşma tanımazlar. 2- Allah'ın kitap ve elçi göndererek kullarıyla yaptığı ilâhî sözleşmeyi, onu yeminlerle kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar. 3- Allah her insanın fıtratına, O'na kulluk etme ve iyilik yapma duygusunu vererek (A'râf, 7/172-173) ondan ahit almıştır. Ancak fâsıklar, vicdanlarında tüm derinliğiyle hissettikleri bu ahdi bile bile çiğneyerek zulüm ve inkârı tercih ederler.

Ayrıca, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri keserler. O fâsıkların bir diğer özelliği de, Allah'ın geliştirilmesini emrettiği ilişkileri kesip atmalarıdır. Onlar akraba, komşu, yoksul, yetim ve yardıma muhtaç kimselere gereken ilgi ve yakınlığı göstermezler. Gerek aile içi bağlılıkları, gerek toplumsal barış ve dayanışmayı sağlamaya yönelik bağlantıları, ilişkileri koparmaya çalışırlar. Ayrıca, insan ile vahiy arasındaki ilgiyi, bağı ve bütünlüğü keserek insanı köksüz, temelsiz, başıbozuk bir varlık hâline getirmeye çalışırlar.

Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İnsanı ve tabiatı fesada uğratarak yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İnsanın sağlıklı düşünme yeteneğini körelten, amaçsız ve hedefsiz bir neslin yetişmesine sebep olan, ekonomik ve toplumsal ilişkilerin yozlaşmasına, çürümesine yol açan bir düzen kurarlar.

Onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir. İşte buraya kadar vasıfları sayılan o fâsıklar, dünyada da âhirette de kaybetmeye, zarara ve ziyana uğramaya mahkûm olan kimselerdir.
27
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتاً فَاَحْيَاكُمْۚ ثُمَّ يُم۪يتُكُمْ ثُمَّ يُحْي۪يكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ey gâfiller! Nasıl olur da Allah'ı ve gönderdiği mesajını inkâr edersiniz? Bahşettiği bunca lütuf ve nimetlerine rağmen, hangi yüzle Rabb'inize karşı nankörlük eder, O'nun emir ve yasaklarını hiçe sayarsınız? Oysa siz bir zamanlar cansız, ruhsuz bir toprak hâlinde ölü idiniz de, Allah o topraktan insanı yaratarak size hayat verdi.

Sonra sizi öldürür, sonra diriltir ve sonra O'na döndürülürsünüz. Sizi ölü topraktan yaratan Allah, vakti gelince öldürüp yeniden toprağa döndürecektir. Diriliş Günü gelip çatınca da, toprağa karışmış ölü bedenlerini yeniden diriltecek ve böylece, yapıp ettiklerinizin hesabını vermek üzere O'nun huzuruna getirileceksiniz.

Evet, nasıl olur da Allah'ı inkâr edersiniz?
28
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟
O Allah ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.Hayvanları, bitkileri, havayı, suyu, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını hep sizin ihtiyaçlarınıza uygun olarak yarattı ve hepsini sizin hizmetinize sundu.

Sonra emir ve iradesiyle göğe yöneldi ve onları, iç içe yedi atmosfer tabakasından oluşan yedi katlı gök kubbe yahut iç içe yedi katmanlı, çok boyutlu evrenlerden oluşan yedi gök hâlinde mükemmel bir ölçüyle düzenledi.

Hiç kuşku yok ki, O her şeyi bilendir.Her şeyi en iyi bilen Allah, sizin dünyada ve âhirette huzur içinde yaşamanız için neleri yapıp nelerden sakınmanız gerektiğini de gayet iyi bilmektedir.

Yeryüzünün hayata elverişli kılınmasından sonra, insanlığın yaratılışına gelince:
29
وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Hani bir zaman Rabb'in meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. Benden alacağı güç ve yetkiyle yeryüzünde benim adıma hüküm verecek, benim emirlerimi yaratılmışlar üzerinde uygulayacak insanı yaratacağım ve onu emirlerimi uygulayan bir halife, bir temsilci olarak yeryüzünde görevlendireceğim!" demişti.

Melekler, "Ey Rabb'imiz! Yeryüzünde bozgunculuk yapıp fesat çıkaracak ve menfaati için zulmedip kan dökecek varlığı mı yaratacaksın? Oysa biz seni her türlü kusurdan tenzih etmekte, daima övgüyle anıp yüceltmekteyiz. Tabiatımıza yerleştirdiğin bu saflık, bizi hilâfete daha lâyık kılmaz mı? Doğrusu, insan denen varlığı yaratıp halife tayin etmendeki hikmeti kavrayamadık." dediler. Melekler, insan denen varlığın hem irade hem de yeryüzünde halifelik yetkisi ile donatılmasının, bu yetkiyi kötüye kullanma riskini de beraberinde taşıdığını düşünüyorlardı. Ayrıca daha önce yaratılan ve insan gibi irade sahibi olan cinlerin yaptığı kötülükleri de biliyorlardı. İçyüzünü bilemedekileri bu meselenin hikmetini öğrenmek için Allah'a bu soruyu sordular.

Meleklerin bu sözüne karşılık Allah, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim. Halifelik görevinin insana verilmesinin pek çok sebep ve hikmetleri vardır, fakat bunu yalnızca ben bilirim, siz bilemezsiniz." dedi.

Evet, kimi zaman yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek olan insan, görünürdeki bu kısmî kötülüklerinin yanı sıra, onlardan çok daha büyük ve geniş kapsamlı iyilikler yapacaktı. Fakat melekler, Allah'ın yeryüzündeki halifesinin eliyle dünyayı inşa ve imar etme, oradaki hayatı geliştirip çeşitlendirme dileğinin hikmetinden habersizdiler. Allah bu hikmeti meleklere şöyle bildirdi:
30
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Allah Âdem'e, halifelik yetki ve sorumluluğu ile ilgili bilmesi gereken her şeyi, tanıması gereken bütün varlıkların isimlerini,özelliklerini ve fonksiyonlarını öğretti. Yeryüzünde halife tayin ettiği insanı, hayatı boyunca karşı karşıya geleceği enerji, hammadde, doğa kanunları gibi yeryüzünün çeşitli güç kaynaklarına hükmedecek, onlara boyun eğdirecek gizli yetenek ve güçlerle donattı. Ona, varlıklar ile semboller arasında zihinsel bağ kurma yeteneği bağışladı. Varlıkların niteliklerini, işlevlerini araştırıp öğrenme, eşyayı kullanma, değiştirme, gizli olan yönlerini bulup ortaya çıkarma ve varlıklar üzerinde yaratıcı zekâ ile tasarruf etme yeteneğini verdi. İnsan bu bilgi ve yeteneği doğru yönde kullandığı takdirde, hem Allah'a kulluk ve hem de yeryüzünü ıslah konusunda meleklerden çok daha üstün işler başarabilecekti. Meleklere gelince, görevleri bunu gerektirmediği için onlara böyle bir güç ve yetenek verilmemişti.

Âdem'e isimlerin öğretilmesi, bu isimlerin gösterdiği manayı ve içerdiği hakikati öz gerçekliğiyle bildirmeyi ifade eder. Aksi halde öğretilen isimler soyut seslerden öte bir şey ifade etmez, bu da meleklerin dahi bilemediği bir "ilim" olarak nitelendirilmezdi.

Sonra Allah bunları, yani Âdem'e öğrettiği isimlerin karşılığı olan varlıkları meleklere göstererek, "Eğer az önce ima ettiğiniz ‘halifeliğe daha lâyık olma' iddianızdadoğru iseniz, o zaman bu varlıkların isimlerini ve özelliklerini bana Âdem'in söylediği gibisöyleyin!" dedi.
31
قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
Kendi görev alanı dışındaki konularda bilgi sahibi olmayan melekler, "Hâşâ, seni her türlü eksiklikten, noksanlıktan tenzih ederiz! Biz senin bize öğrettiklerinden başkasını bilemeyiz. Her şeyi bilen, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan ancak sensin!" dediler
32
قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۚ فَلَمَّٓا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۙ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ
Bunun üzerine Allah, "Ey Âdem, şu varlıkların özelliklerini, fonksiyonlarını ve isimlerini meleklere bildir! Böylece halifelik görevine senin daha lâyık olduğunu iyice anlasınlar!" dedi.

Âdem o varlıkların isimlerini meleklere bildirince, Allah meleklere dedi ki: "Ben size, ‘Göklerin ve yerin gizliliklerini ancak ben bilirim ve dilediğime dilediğim kadar öğretirim; açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz şeyleri de yine ben bilirim!' dememiş miydim?"

İşte burada, insanın ebedî düşmanı olan İblîs sahneye çıkıyor:
33
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ
Hani meleklere ve melekler arasında bulunan İblis'e, "Âdem'e secde [20] edin! Onun üstünlüğünü kabul ederek önünde saygıyla eğilin!" demiştik de, İblîs hariç hepsi secde etmişti. Aslen cinlerden (Kehf, 18/50) olan, fakat birtakım meziyetleri sayesinde meleklerin arasında yaşayan İblîs ise emrimize karşı gelerek secde etmemekte diretmiş, kendisini Âdem'den üstün görerek kibre kapılmış ve bu nankörlüğü sonucunda, ilâhî emre başkaldıran kâfirlerden olmuştu.
34
وَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَاۖ وَلَا تَقْرَبَا هٰذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِم۪ينَ
Daha sonra dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleşin ve oradaki nimetlerden dilediğiniz kadar serbestçe yiyin için. Bundan böyle, sen ve eşin Havvâ cennette yaşayacaksınız. Orada dilediğiniz yerden dilediğiniz kadar yiyip içebilir, cennetin bütün nimetlerinden faydalanabilirsiniz. Ancak sınırsız bir özgürlüğe sahip olmadığınızı, size bu nimetleri bahşeden Allah'a muhtaç birer kul olduğunuzu asla unutmayın! Bunun için, iman ve itaatinizi sınamak üzere, cinsellik (A'râf, 7/19-22) meyvesini size şimdilik yasaklıyorum. Ben izin verinceye kadar, bu ağaca sakın yaklaşmayın; yoksa büyük bir günah işlemiş ve bizzat kendinize zulmetmiş olursunuz!"
35
فَاَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَاَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا ف۪يهِۖ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ وَلَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ
Fakat cennetten kovulan ve Âdem ile Havvâ'nın da aynı akıbete uğramasını isteyen şeytan, onlara uzaktan vesvese vererek şu düşünceyi telkin etti: "Rabb'iniz size bu meyveyi, ilahi güçlere sahip birer melek veya sonsuz hayat sahibi olmayasınız diye yasaklamıştır. Allah şahittir ki, bunu sırf sizin iyiliğiniz için söylüyorum." (A'râf, 7/20-21) Âdem ve Havvâ, şeytanın vesvesesine aldanıp yasak meyveden yediler. Böylece İblîs, onları aldatarak içinde bulundukları cennet yurdundan çıkarmış oldu.

Biz de Âdem ve Havva'yı cennetten çıkardıktan sonra, insana ve şeytana seslenerek dedik ki: "Birbirinize ebedî düşmanlar olarak dünyaya inin! Artık yeryüzüne yerleşecek ve belli bir süreye kadar orada yaşayacaksınız. Bundan böyle orayı kendinize yurt edinecek; ölüm veya kıyamet vakti gelinceye kadar orada yaşayıp imtihan edileceksiniz."
36
فَتَلَقّٰٓى اٰدَمُ مِنْ رَبِّه۪ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِۜ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ
Derken Âdem, işlediği günahtan dolayı pişmanlık duyarak tövbe etmenin yollarını aradı. Sonra nasıl tövbe edeceğini kendisine ilham eden Rabb'inden birtakım sözler aldı ve bu hikmetli sözlerle O'na şöyle yalvardı: "Ey Rabb'imiz, biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen mutlaka kaybedenlerden olacağız (A'râf, 7/23)." Bunun üzerine, Allah da onu bağışladı. Kuşkusuz O, pişmanlık duyup tövbe eden kullarına karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

Aslında İblîs de Âdem de aynı günahı işlemişler, ikisi de Allah'ın emrine isyân etmişlerdi. Fakat İblîs günahında diretti, tövbeye yanaşmadı. Âdem ise günahının ezikliğini yüreğinde hissederek Rabb'i karşısında boyun büküp suçunu itiraf etti. İblîs'in yaptığı gibi kibre kapılmadı, günahını bir başka günahla telafi yoluna da gitmedi. Aksine, içtenlikle tövbe ederek Rabb'inin sonsuz merhametine sığındı. Bu yüzden Âdem bağışlandı, İblîs ise ebedî lânete mahkûm edildi.

Âdem ile Havvâ, günahları bağışlandıktan sonra yeniden cennete döndüler. Yaşadıkları bu tecrübe, ebedî düşmanları olan şeytanı tanımalarını sağlamıştı. Yeryüzü halifesinin böyle bir eğitim ve ön hazırlık aşamasını geçmesi gerekiyordu. Daha sonra, asıl yaratılış gayeleri olan halifelik görevini yerine getirmek ve şeytanla yapacakları mücadele ile imtihan olunmak üzere cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderildiler. Nitekim Allah daha Âdem'i yaratmadan önce meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." diyerek insanın imtihan için dünyaya gönderileceğini bildirmişti.

Allah dileseydi, isyankârlığının cezasını derhâl vererek İblîs'i oracıkta yok edebilir yahut bir daha hiç kimseyi saptırmaması için onu cehenneme atabilirdi. Fakat ilâhî hikmet gereğince, insan nefsâni duygular ve şeytanî vesveseler ile imtihan olunacak ve bu mücadele sonucunda, insanın özünde gizlenmiş olan güç ve yetenekler ortaya çıkacaktı. Bunun için Allah, kıyamete kadar şeytana mühlet verdi ve ilâhî vahiy ile desteklediği insanı, iyi ile kötü arasında seçim yapması ve ebedî cennet nimetleri yahut ebedî cehennem azabı ile noktalanacak olan imtihan dünyasında mücadele etmesi için şeytanla birlikte yeryüzüne gönderdi:
37
قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَم۪يعاًۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Böylece Âdem, Havvâ ve İblîs'e seslenerek şöyle dedik: "Hepiniz oradan yeryüzüne inin! Bundan böyle, peygamberler ve kitaplar göndererek size ve sizden sonraki nesillere doğru yolu göstereceğim. Artık benden size bir elçi, bir kitap, bir yol gösterici gelince, kimler benim gösterdiğim yolda yürüyerek hidâyetime tâbi olursa, onlara Hesap Günü'nde korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."
38
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟
"İlâhî hidayetten yüz çevirerek hakikati inkâr eden ve insanlığın dünyada ve âhirette yegâne kurtuluş reçetesi olan âyetlerimizive yol gösterici mesajlarımızı yalanlayanlara gelince, onlar da ateş halkıdırlar ve orada ebedî kalacaklardır."

Âdem (as)'dan bu yana, bu mesajı insanlığa tebliğ eden birçok elçi ve kitap geldi. İlâhî davetin son temsilcisi olarak da, son Peygamber Muhammed (sav) ve Kur'ân-ı Kerîm gönderildi. Bu mesaj sadece Araplara değil, Allah'ın iradesine boyun eğdiğini öne süren İsrailoğulları başta olmak üzere, tüm insanlığa seslenmektedir:

Buraya kadar bütün insanlık hak dine davet edildikten sonra, ilâhî mesajdan yüz çevirmenin ne gibi sonuçlar doğurduğunu gösteren bir örnek olarak İsrailoğulları [21] kıssasını ele alınıyor. Âyetlerde hitap Yahudilere yönelik olmakla birlikte, müminler de aynı duruma düşmemeleri için dolaylı olarak uyarılmaktadır:
39
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَوْفُوا بِعَهْد۪ٓي اُو۫فِ بِعَهْدِكُمْ وَاِيَّايَ فَارْهَبُونِ
Ey İsrailoğulları! Size bahşettiğim peygamberlik, kitap, ilim, liderlik, ilâhî yardım gibi nimetlerimi ve emirlerime itaat ettiğiniz sürece, sizi nasıl bütün insanlığa üstün kıldığımı hatırlayın.

Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım. Size vadettiğim zafer ve başarıyı elde etmek ve âhirette ebedî saadete nail olmak istiyorsanız, Son Peygamber de dâhil olmak üzere, gönderdiğim tüm elçilere ve kitaplara iman edin. Ve başkasından değil, yalnızca benden korkun! Bu dünyanın gelip geçici çıkar endişeleri sizi inkâra ve zulme sürüklemesin. Sizi hak dine inanmaktan alıkoymak isteyenlerin tehditlerine de aldırmayın. Asıl benim azabıma uğramaktan ve benim sevgimi kaybetmekten korkun.
40
وَاٰمِنُوا بِمَٓا اَنْزَلْتُ مُصَدِّقاً لِمَا مَعَكُمْ وَلَا تَكُونُٓوا اَوَّلَ كَافِرٍ بِه۪ۖ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۘ وَاِيَّايَ فَاتَّقُونِ
Yanınızda bulunan Tevrat'ın tahrif edilmemiş kısımlarını onaylayıcı olarak indirdiğimiz bu son vahye iman edin; onu inkâr edenlerin ilki ve öncüleri siz olmayın! [22] Elinizdeki Tevrat'ı size gönderen Allah, şimdi de Kur'ân-ı Kerîm'i göndermiştir. Kur'ân'ı inkâr ettiğiniz takdirde, Tevrat'a iman iddianızın hiçbir anlamı kalmayacak ve sizden etkilenerek inkâra sürüklenecek toplumların vebâli de sizin omuzlarınızda olacaktır.

Benim âyetlerimi ve bu âyetlerin içerdiği hükümleri servet, makam, şan, şöhret gibi basit menfaatlerle değişmeyin ve başkasından değil, sadece benden sakının! İnsanların övgü ve kınamalarını değil, benim rıza ve hoşnutluğumu dikkate alın.
41
وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Hakkı bâtıl ile bulandırmayın ve bile bile gerçeği gizlemeyin! Bâtıl yorum ve iddialarınızı Tevrat'a karıştırarak hakikati çarpıtmayın!  Ahmed adındaki Son Peygamber'in geleceğini müjdeleyen (Saff Sûresi, 61/6) Tevrat âyetlerini ve kitapta yer alan diğer gerçekleri gizlemeyin.
42
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِع۪ينَ
Namazı kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin! Siz de Müslümanlar gibi beş vakit namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'ın hükmüne boyun eğen müminlerle birlikte, Kur'ân'ın ve Son Elçi'nin emirlerine boyun eğin! Unutmayın ki, bedenî ibadetlerin sembolü olan namaz ve mâlî ibadetlerin sembolü olan zekât, bütün peygamberlere ve ümmetlerine emredilen evrensel ibadetlerdendir.

Yahudi din bilginleri, halka kutsal kitaba inanıp onunla amel etmelerini ve Allah'ın rızasına uygun şe­kilde yaşamalarını öğütlüyor, fakat kendileri tam aksi davranışlar sergiliyorlardı. Ayrıca İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet edildiğine göre, Medine'deki Yahudi bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip "Muhammed hakkında ne dersin?" diye soranlara, "Doğrudur, haktır." diyerek Peygamber'e uymalarını tavsiye ediyor fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan gelecek hediye ve vergilerden mahrum kalma endişesiyle Müslüman olmaya yanaşmıyorlardı.

İşte bu Yahudi bilginlerini çelişkili tu­tumları ve samimiyetsizlikleri sebebiyle eleştirmek ve aynı zamanda Müslümanları, özellikle ümmetin önderleri konumunda bulunan âlimleri ve yöneticileri böyle bir duruma düşmemeleri konusunda uyarmak üzere aşağıdaki âyet nazil oldu:
43
اَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Ey Yahudi din adamları! Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Oysa kitabı okuyorsunuz, hiç akletmez misiniz?

Siz başkalarına güzel şeyleri öğütlerken, kendinizi neden ihmal ediyorsunuz? Sırrınızı ifşa etmeyeceğine güvendiğiniz kimselere gizlice Müslüman olmalarını tavsiye ederken, neden kendiniz hak dinden yüz çeviriyorsunuz? Oysa içerisinde birtakım tahrifatlar olsa bile, bütün peygamberlere imanı emreden; dürüst, tutarlı ve ahlâklı olmayı öğütleyen Tevrat'ı okuyup duruyorsunuz. Siz hiç aklınızı kullanmaz, yaptığınız işin neticesini düşünmez misiniz? [23]
44
وَاسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ وَاِنَّهَا لَكَب۪يرَةٌ اِلَّا عَلَى الْخَاشِع۪ينَۙ
Sabır ve namazla Allah'tan yardım dileyin. Doğrusu bu, Allah'a saygıyla bağlananlardan başkasına ağır gelir. Ey Yahudiler! Son kitaba iman etmenizi engellemeye çalışan şer güçlere boyun eğmeyin! Onlara karşı sabırla göğüs gerip direnin ve namazla, duayla Rabb'inizden yardım dileyin. Eğer dürüstlük ve samimiyetten ayrılmaz, zorluklar karşısında yılmayıp direnirseniz, Allah size elbette yardım edecektir. Gerçi bu ağır ve zor bir görevdir, ama Allah'a saygıyla bağlananlar için; binlerce yıllık geleneklerin ürettiği toplumsal baskıları, çıkar kaygılarını ve önyargıları aşıp hak dine iman etmek hiç de zor değildir.
45
اَلَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا رَبِّهِمْ وَاَنَّهُمْ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ۟
O saygılı kimseler ki, bir gün mutlaka Rablerine kavuşacaklarını, eninde sonunda O'na döneceklerini bilirler. Allah'a saygıyla bağlanan insanlar, hangi ırktan ve hangi dinden olurlarsa olsunlar, bir gün mutlaka Allah'ın huzuruna çıkacaklarını ve bu dünyada yapıp ettikleri her şeyin hesabını vereceklerini bilirler. Bu bilinç, onları hakkı kabul etmeye ve doğru davranışlar göstermeye sevk eder.
46
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَنّ۪ي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ
Ey İsrailoğulları! Size bahşettiğim nimetlerimi ve ilâhî yasalara itaat ettiğiniz sürece sizi âlemlere, yanikendi döneminizdeki toplumlaranasıl üstün kıldığımı hatırlayın. Size daha önceki peygamberler döneminde bahşettiğim nimetlerimi hatırlayın. O vakitler elçilerime iman ve itaat ettiğiniz sürece, sizi insanlığın önderleri ve efendileri kılmıştım. Bugün de bu nimete nail olmak ve müminlere vaad ettiğim zafer ve başarıyı elde edip âhirette ebedî saadeti kazanmak istiyorsanız, gönderdiğim Son Elçi'ye ve Kur'ân'a iman edin.
47
وَاتَّقُوا يَوْماً لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـٔاً وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
Ve öyle bir günden sakının ki; o gün hiç kimse başkası adına bedel ödeyemeyecek yahut başkasının cezasını çekmeyecek, hiç kimsenin cezayı hak eden kişinin kurtuluşu için iltimas, aracılık ve şefaat etmesine izin verilmeyecek, hiç kimseden kurtuluş fidyesi kabul edilmeyecek ve ilâhî yardımı hak etmeyen hiç kimseye yardım edilmeyecektir.

Ey Yahudiler! Mahşer günü gelip çattığı zaman, mensubu olmakla övündüğünüz ırkınız, meşrebiniz, toplumuz, cemaatiniz size fayda vermeyecek, ilâhî adalet karşısında hiçbir kişi veya toplum özel ve ayrıcalıklı muamele görmeyecektir. Bugün ilâhî mesajdan yüz çevirdiğiniz takdirde, "Peygamber torunları" veya "Şanlı bir tarihin evlatları" olmanız sizi azaptan kurtaramayacaktır. Mahşer günü kişiye ancak imanı ve salih amelleri fayda verecektir. Sözde aracıların, şefaatçilerin hiç kimseye faydası dokunmayacaktır.

Şefaat, yetkili kimse nezdinde aracılık ederek bir kimsenin bağışlanmasına veya bir nimete kavuşmasına vesile olmak demektir. Dinî bir terim olarak ise, günahkâr bir kimsenin, Allah katında mertebesi yüksek olan bir zatın Allah'a dua etmesi sonucunda affedilmesi anlamına gelmektedir. Kur'ân, ancak Allah'ın dilediği kimselerin (Yûnus, 10/3; Tâhâ, 20/109; Sebe, 34/23; Necm, 53/26) yine ancak O'nun tayin ettiği kimselere (Enbiyâ, 21/28) şefaat edebileceğini bildirmiştir. Yani kimlerin şefaate lâyık olduğunu ve bu kimselere kimlerin şefaat edeceğini Allah belirlemektedir. Buna göre, şefaat yetkisi verilecek olanlar, diledikleri kişilere değil, ancak şefaati hak ettiği bildirilen kişilere şefaat edeceklerdir. Demek ki asıl ikram şefaat edilene değil, şefaat edene yapılmaktadır. Yani Allah, rızasını kazanmış olan bir kulunu onurlandırmak için, affa layık gördüğü günahkâr bir kulunu azaptan kurtarması için ona şefaat yetkisi vermektedir. Bunun benzeri dünyada da yaşanmaktadır. Örneğin Allah, herhangi bir şekilde hidâyeti hak eden bir kimseyi, razı olduğu bir kulu aracılığıyla hidâyete ulaştırır. Böylece hidâyeti hak eden bir kulunu inkârdan kurtarırken, aynı zamanda o kişinin hidâyetine vesile olan kimseye de ikramda bulunmuş olur.

Şu da unutulmamalıdır ki, şefaat yetkisi tamamen ve yalnızca Allah'ın elindedir (Zümer, 39/43) ve Allah'ın izni olmadan hiç kimse şefaat edemeyecektir. Şu hâlde, şefaat kullardan değil Allah'tan istenmeli ve aracıları memnun etmek için değil, Allah'ın rızasını kazanmak için çaba gösterilmelidir.
48
وَاِذْ نَجَّيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ
Ey İsrailoğulları! Sizi Firavun ve ordusundan nasıl kurtardığımızı da hatırlayın: Hani Mısırlılar size en acı işkenceleri çektiriyorlardı. Nüfusunuzun artmasını engellemek ve gücünüzü kırmak için oğullarınızı boğazlıyor, kız çocuklarınızı ve kadınlarınızı ise hizmetçi ve cariye olarak kullanmak üzere sağ bırakıyorlardı.

İşte bütün bunlarla, Rabb'iniz sizi eğitip olgunlaştırmak ve insanlığı doğru yola ileten örnek ve öncü bir toplum yapmak üzere çetin bir sınavdan geçirmekteydi.
49
وَاِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَاَنْجَيْنَاكُمْ وَاَغْرَقْـنَٓا اٰلَ فِرْعَوْنَ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ
Hani sizin için denizi yarıp sizleri kurtarmış, Firavun ve ordusunu da Kızıldeniz'e batırıp boğmuştuk; siz de bunu gözlerinizle görüyordunuz.

Firavunun zulmü altında yaşayan İsrailoğulları, bu zulümden kurtulmak için Hz. Musa önderliğinde Mısır'dan çıktılar. Fakat Firavun, onları yakalayıp cezalandırmak üzere büyük bir orduyla peşlerine düştü. Hz. Musa bu takipten kurtulmak için Cenab-ı Hakk'ın izniyle Kızıldeniz kıyısına kadar geldi. Önlerinde deniz, arkalarında Firavun'un ordusu vardı. İşte o anda, ilahi bir mucize olarak deniz yarıldı ve İsrailoğulları açılan yoldan geçerek karşı kıyıya ulaştılar. Firavun ve askerleri, denizin ayrılmış olan sularını dehşetle gördüler; fakat bir anlık tereddütten sonra, kin ve düşmanlıklarından dolayı onlar da denizden açılan yola girerek takibe koyuldular. Ancak denizin açılan suları tekrar birleşmeye başladı ve sonunda Firavun ve ordusu, tek bir kişi bile kurtulamadan sulara gömüldüler. İşte Allah, bu tarihi kıssayı İsrailoğulları'na hatırlatmakta ve Elçisine itaat etmeleri gerektiğini, aksi hâlde Firavun'la aynı akıbeti paylaşacaklarını bildirerek onları uyarmaktadır.
50
وَاِذْ وٰعَدْنَا مُوسٰٓى اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِه۪ وَاَنْتُمْ ظَالِمُونَ
Ey İsrailoğulları! Hani ilk ilâhî emirleri almak üzere huzurumuza gelmeden önce, bu büyük buluşmaya ruhen hazırlanması içinMusa'ya kırk gün 40 gece mühlet vermiştik. Musa Tevrat'ın on emir olarak bilinen ilk kısmını almak üzere, kavminin yetmiş önderiyle birlikte Sina Dağı'na gelmişti. Orada ona aracısız vahyedecektik. Bu işe ruhen hazırlanması için, ona 40 gün boyunca oradaki bir mağarada tek başına ibadet ve tefekkürle meşgul olarak beklemesini emrettik. Fakat siz onunyanınızdan ayrılmasından hemen sonra, kendi ellerinizle yaptığınız altından bir buzağıya tapınmaya başladınız. İşte siz böyle zalim kimselersiniz. İsyankârlık ve serkeşlik toplumsal genlerinize öylesine nüfuz etmiş ki, bugün de Kur'an'ı ve Son Peygamber'i inkâr ederek aynı isyankârca tavrı göstermekten çekinmiyorsunuz.Nitekim Musa zamanında da o Sina'dan dönünceye kadar buzağı heykeline tapınmıştınız.
51
ثُمَّ عَفَوْنَا عَنْكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Derken buzağıya tapma günahından sonra tövbe ettiniz de, lütuf ve ihsanlarıma şükredesiniz diye sizi bağışladık.Bu tövbe hadisesi aşağıdaki 54. âyette izah edilecektir.
52
وَاِذْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Ey İsrailoğulları! Hani dosdoğru yolda yürümeniz için, Musa'ya daha sonraki çağlarda Tevrat adıyla anılacak olan Kitabı ve ilâhî hükümleri doğru anlama, hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü, doğru ile eğriyi birbirinden ayırt etme ölçü ve yeteneği olan Furkan'ı [24] vermiştik.
53
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ اَنْفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُٓوا اِلٰى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ عِنْدَ بَارِئِكُمْۜ فَتَابَ عَلَيْكُمْۜ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ
Ve hani Musa kavmine, "Ey kavmim! Siz o buzağıya tapınmakla kendinize gerçekten zulmettiniz! O hâlde, yaratıcınıza yönelerek tövbe edin ve kalbinizdeki kötü eğilimleri, bencil duyguları dizginleyerek yahut aranızdan puta tapanları yakalayıp ölüm cezasıyla cezalandırarak nefislerinizi öldürün! [25] Bu, yaratıcınız katında sizin için en hayırlısıdır." demişti.

Bunun üzerine tövbe edip yeniden hakka yöneldiniz de,Rabb'iniz sizleri bağışladı. Şüphesiz O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
54
وَاِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسٰى لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتّٰى نَرَى اللّٰهَ جَهْرَةً فَاَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ
Ey İsrailoğulları! Yine bir zamanlar siz, birçok mucizeye bizzat şahit olduğunuz hâlde, "Ey Musa; biz Allah'ı apaçık karşımızda görmedikçe sana asla inanmayacağız!" demiştiniz. Yani kendilerine bağlı olmakla övündüğünüz atalarınız böyle demişlerdi ve siz de bugün onların izinden giderek aynı günaha ortak oluyorsunuz. Tevrat'ta da zikredilen bu olay şöyle gerçekleşmişti: Allah Musa'ya, İsrailoğulları'ndan yetmiş kabile reisini de yanına alıp Sina Dağı'na gelmesini emretmişti. Musa Allah'ın huzuruna çıkıp O'ndan ilâhî emirleri alınca, bu emirlerin yazılı olduğu taş levhaları getirip reislere sundu. Fakat onlar, "Sadece senin sözünle Allah'ın sana bunları vahyettiğine nasıl inanırız? Allah'ı bizzat kendi gözlerimizle görmedikçe sana asla inanmayacağız!" dediler.

Bunun üzerine, siz öylece bakınıp dururken, o anda gökten düşen ve içinizdeki isyankârları oracıkta yakıp küle çeviren bir yıldırım sizi çarpıvermişti. Bu dehşet verici olay, orada bulunan herkesin gözleri önünde cereyan etmişti. İnatçı ve küstahça davranışlarından dolayı Allah onları böyle cezalandırmıştı.Zira onlar bundan önce Musa'nın hak Peygamber olduğunu gösteren onlarca mucizeye bizzat şahit olmuşlardı.
55
ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Mucizevî bir şekilde cereyan eden bu yıldırım çarpmasından sonra, bahşettiğim nimetlere şükredip kulluk görevinizi hakkıyla yerine getiresiniz diye sizi ölümünüzün ardından yine mucizevî bir şekilde diriltmiştik. Ölümün ve hayatın yalnızca Allah'ın elinde olduğunu gözler önüne seren bu mucize, aynı zamanda, ahlâkî değerler ve toplumsal dinamikler bakımından ölen bir toplumun, ancak ilâhî vahyin yol göstericiliği sayesinde yeniden hayata dönebileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olmuştu.
56
وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰىۜ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْۜ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Ey İsrailoğulları! Siz Mısır'dan çıkıp Sina Yarımadası'na girdiğiniz sırada, sizi çölün kavurucu ikliminden ve güneşin yakıcı sıcağından korumak için serinletici bulutları üzerinize gölgelik yapmıştık. Ayrıca bu verimsiz arazide size, bala benzer tatlı bir gıda olan ve çalılıkların üzerine çiğ damlası gibi yağan, yerden mantar gibi biten kudret helvası ve sürüler hâlinde gelip kolayca yakalayabileceğiniz şekilde ayaklarınızın dibine düşen bıldırcınlar göndermiştik.

Size sunduğum nimetler o denli boldu ki, kırk yıl boyunca ıssız çöllerde açlık ve sıkıntı çekmeksizin bu nimetlerle beslendiniz. Sonra size buyurmuştuk ki: "Size bahşetmiş olduğumuz bu tertemiz ve helâl nimetlerden yiyin için; sakın nankörlük ve isyankârlık etmeyin!" Ama onlar, bunca nimetler karşısında zulmü, inkârı ve nankörlüğü tercih ettiler.

Fakatböyle davranmakla bize değil, ancak kendilerine kötülük ediyorlardı. Zira nankörlüklerinin neticesinde hüsrana uğrayacak olan kendilerinden başkası değildi.
57
وَاِذْ قُلْنَا ادْخُلُوا هٰذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُوا حِطَّةٌ نَغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْۜ وَسَنَز۪يدُ الْمُحْسِن۪ينَ
Hani İsrailoğulları'na Kudüs'ü ele geçirmelerini emrederek demiştik ki: "Yöneticileri zalim olan şu şehre girin ve orada dilediğiniz yerden bol bol yiyin için. Fakat şehri ele geçirdiğiniz zaman kapısından kibir ve çalımla değil, ‘Bağışla bizi ya Rab!' diyerek alçakgönüllülük ve saygıyla eğilerek girin ve şehir halkına karşı merhametli, bağışlayıcı olun ki, biz de sizin günahlarınızı bağışlayalım. Günahlarınızın bağışlanmasını istiyorsanız, siz de başkalarını affetmelisiniz. Şunu iyi bilin ki, emrimize uyup iyilik yapanları hak ettiklerinden çok daha fazlasıyla ödüllendireceğiz."

Allah İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkardıktan sonra onlara Kudüs'e girmelerini ve orada yaşayan Amalikler'i şehirden çıkarmalarını emretmişti. Fakat İsrailoğulları, Allah'ın bu emrine karşı gelerek demişlerdi ki:

"Ya Musa, orada zorba ve acımasız bir millet yaşıyor. Onlar oradan çıkmadıkça, biz kesinlikle o şehre girmeyiz. Eğer kendiliklerinden çıkıp giderlerse, ancak o zaman oraya gireriz (Mâide, 5/22). Sen ve Rabb'in gidin ve onlarla kendiniz savaşın; biz burada oturup bekleyeceğiz!" (Mâide, 5/24)

Bunun üzerine Allah, İsrailoğulları'nı kırk yıl boyunca çölde perişan bir hâlde dolaşmaya mahkûm etti. Bu dönemin sonunda yetişen yeni nesil, Yuşa Peygamber'in liderliği altında bu kasabayı fethederek şehre girdiler. Allah onlara şehrin kapısından kibirlenmeden, taşkınlık göstermeden alçakgönüllü ve saygılı bir şekilde girmelerini, günahlarının affedilmesi için O'na dua etmelerini emretmiş ve böyle davrandıkları takdirde günahlarını bağışlayacağını; adaleti, dürüstlüğü ve güzel ahlâkı karakter edinen kimselere bunun da ötesinde üstün nimetler ve imtiyazlar bağışlayacağını vaad etmişti. Fakat onlar bütün bu emirleri çiğneyip tersine çevirdiler ve şehre barbar, acımasız despotlar gibi girdiler.

Kur'ân'ın eğitimi altında ahlâkî olgunluğun zirvesine ulaşan Hz. Muhammed (sav), Mekke'ye zafer kazanmış bir komutan olarak girerken, âyette istenen güzel davranışın en mükemmel örneğini göstermişti. Fethettiği şehre mağrûr ve muzaffer bir kumandan edasıyla değil, son derece mütevâzı bir hâlde, mübarek sakalları devesinin semerine değecek kadar tevazuundan eğilmiş, adeta secde eder bir vaziyette ve Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lütuflarına şükrederek girmişti (Heysemî, VI/169).

Âyette geçen "Hıtta" (affet, bağışla) kelimesi iki şekilde anlaşılabilir ki, ikisi de doğrudur: 1- Allah'tan günahlarınızın bağışlanmasını dileyerek şehre girin. 2- Şehir halkının bağışlanma talebini geri çevirmeyin. Genel af ilân edin ve halkı öldürmekten, şehri talan etmekten kaçının.
58
فَبَدَّلَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا قَوْلاً غَيْرَ الَّذ۪ي ق۪يلَ لَهُمْ فَاَنْزَلْنَا عَلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا رِجْزاً مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ۟
Fakat o zalimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler.  İsrailoğulları içindeki isyankârlar, Allah'ın emrini hiçe sayarak kibir, çalım ve taşkınlık gösterileri içinde şehre girdiler. Tövbe istiğfar etmek şöyle dursun, iyice günaha ve zulme daldılar. Üstelik "hıtta" kelimesini, "buğday" anlamına gelen "hınta" ile değiştirerek Allah'ın emrini alaya aldılar.Böylece ilâhî yasaları ya açıkça reddettiler ya da keyiflerince yorumlayarak kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalıştılar.

Biz de yaptıkları kötülüklerden dolayı, o zalimlerin üzerine gökten korkunç bir azap indirdik. Yaptıkları kötülüklerden dolayı onlara gökten, yani doğrudan doğruya kendi katımızdan bela ve musibetler gönderdik. Bulaşıcı hastalıklar, kıtlık, yenilgi, iç savaş ve benzeri toplumsal felaketlerle onları cezalandırdık.
59
وَاِذِ اسْتَسْقٰى مُوسٰى لِقَوْمِه۪ فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَۜ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناًۜ قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْۜ كُلُوا وَاشْرَبُوا مِنْ رِزْقِ اللّٰهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَ
Ey İsrailoğulları! Hani Musa, çölde susuz kalan halkı için Allah'a dua edip su istemişti. Biz de ona, "Asanla şu kayaya vur!" demiştik. Dileseydik, Musa'nın kayaya vurmasına gerek kalmadan da onlara su verebilirdik. Fakat ilâhî hikmet uyarınca, bahşettiğim lütuf ve nimetlerin elde edilebilmesi için kullarımın da istekte bulunmasını ve bu yönde çaba göstermesini gerekli kıldık.

Musa asasıyla kayaya vurur vurmaz, derhâl oradan on iki pınar fışkırmış ve İsrailoğulları'nı meydana getiren on iki boydan her biri, diğerinin hakkına saldırmaksızın kendi su içeceği yeri kolayca öğrenmişti. Musa, "Kayaya vurmayla suyun ne alâkası var? Kupkuru kayadan böyle suyun çıktığı nerede görülmüş?" demedi. Rabb'ine tam bir güven ve bağlılıkla, hiç tereddüt etmeden emri yerine getirdi. Demek ki, bir toplum Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ettiği takdirde Allah onları asla yalnız ve yardımsız bırakmayacak; gerektiğinde çöldeki kayadan sular çıkararak imkânsız zannedileni mümkün kılacak, olmazı olur yapacaktır.

İşte o vakitler ilâhî vahye itaat eden İsrailoğulları'na Allah şöyle buyurmuştu: "Allah'ın nimetlerinden yiyin için. Bu nimetlerin devamını istiyorsanız, sakın yeryüzünde bozgunculuk yapıp fitne ve kargaşa çıkarmayın!"
60
وَاِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسٰى لَنْ نَصْبِرَ عَلٰى طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ مِنْ بَقْلِهَا وَقِثَّٓائِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَاۜ قَالَ اَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذ۪ي هُوَ اَدْنٰى بِالَّذ۪ي هُوَ خَيْرٌۜ اِهْبِطُوا مِصْراً فَاِنَّ لَكُمْ مَا سَاَلْتُمْۜ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۟
Eyİsrailoğulları! Hani siz, "Ey Musa!" demiştiniz, "Biz tek bir çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Her gün aynı yemeği yemekten bıkıp usandık. Artık o gökten gelen ilâhî nimetleri de istemiyoruz. Bizim için Rabb'ine dua et de, bize Mısır'da olduğu gibi toprakta yetişen yeşillik, kabak, sarımsak, mercimek, soğan gibi çeşitli yiyecekler çıkarsın. Böylece biraz da keyfimize göre lüks ve refah içerisinde yaşayalım!"

Bunun üzerine Musa dedi ki: "Siz bu üstün nimeti değersiz bir şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Allah yolunda özgürce mücadele edip cenneti kazanmak yerine, Mısır'da köleyken elde ettiğiniz o lüks, fakat onursuzca hayatı mı tercih edeceksiniz? Allah sizi burada eğiterek dünyanın önderleri yapmak istiyor; fakat siz arzu ve heveslerinizin tatmini peşinde koşuyor, yerleşik hayatın getireceği lüks ve sefahati bir müddet olsun terk etmeye yanaşmıyorsunuz. O hâlde, bir zamanlar kölelik hayatı yaşadığınız Mısır'a hor ve hakir bir hâlde geri dönün; istedikleriniz orada var. Öyle yerlerdezalim diktatörlerin egemenliği altında nisbî bir güvenliğe kavuşur, bol bol sebze meyve yersiniz; fakat yeniden zillet ve esaret altında ezilerek belanızı da bulursunuz!"

Böylece o isyankâr Yahudiler, Allah'ın gazabına uğrayarak aşağılık ve perişanlığa mahkûm edildiler. Musa döneminden birkaç kuşak sonra da çöküş sürecine girdiler. Devletleri yıkıldı, cemiyetleri dağılıp perişan hâle düştüler ve Fâtiha sûresinde ifade edildiği gibi, "gazaba uğrayan" bir toplum oldular.

Çünkü söz ve davranışlarıyla Allah'ın âyetlerini inkâr ediyor, haksız yere Peygamberleri öldürüyorlardı. Kendilerini ilâhî hükümlere çağıran Peygamberlere ve onların izinden giden davetçilere hayat hakkı tanımıyor, onların toplumdaki saygınlık ve etkinliklerini yok etmeye çalışıyorlardı.

Bunun da sebebi, emrimize isyan etmeleri ve hak hukuk tanımayıp azgınlık ederek sınırı aşmalarıydı.

Bütün bu kötülüklerden korunup dünya ve âhirette kurtuluşa ermenin yolu şudur:
61
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَالَّذ۪ينَ هَادُوا وَالنَّصَارٰى وَالصَّابِـ۪ٔينَ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۖ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Gerçek şu ki, dış görünüşleri itibariyle Kur'ân'a iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve bu üç semavi şeriatın mensupları gibi Allah'a, ilahi vahye ve nübüvvete iman eden Sâbiîler var ya;

Bu gibi Kitap Ehli olup da şirki ve putperestliği reddeden din mensuplarından her kim Allah'ın varlığına, birliğine; her türlü kusur, eksiklik ve acziyetten beri olduğuna ve yapılan her iyilik ve kötülüğün hesabının görülüp karşılığının verileceği âhiret gününe hakkıyla iman eder ve İslâm'ın ortaya koyduğu prensipler doğrultusunda güzel ve yararlı işler yaparsa,

İşte Rablerinin katında onlara iman ve amellerinin karşılığı olarak muhteşem mükâfatlar vardır; Hesap Gününde onlar ne korku duyacak ne de üzüleceklerdir.

Âyette geçen "iman edenler", İslâm toplumuna mensup olup dış görünüş itibariyle kelime-i şehadeti kabul eden kimselerdir. İman ve amel derecesi ne olursa olsun, kendisini Müslüman olarak tanımlayan, İslam toplumunun bir üyesi olan ve zahiren Müslüman görünen herkes "iman edenler" kapsamına girer.

Yahudiler, bilindiği gibi Tevrat ve Zebur'u kutsal kitap kabul edip Hz. İsa'dan önceki peygamberlere iman eden kimselerdir.

Hristiyanlar, Tevrat ve Zebur'un yanı sıra İncil'i de kutsal kitap kabul eden ve Hz. Muhammed'den önceki peygamberlere iman eden kimselerdir.

Sâbiîlere gelince, "Sâbiî" kelimesi, "ortaya çıkmak, zuhur etmek" anlamında "sabee" fiilinden türetilmiş olup, "yeni ortaya çıkan, türedi" anlamına gelmektedir. Arap müşrikleri, puta tapmayı reddeden ve bilinen semavi dinlerden ayrı olarak yeni bir tevhid inancıyla ortaya çıkan kimselere Sâbiî derlerdi. Nitekim İslam öncesi dönemde hanîf inancına mensup olanlara Sâbiî ismini verdikleri gibi, Peygamber'i ve ona tabii olan Müslümanları da bu isimle anmışlardır. Buna göre Sâbiîler, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi yerleşik semavi dinlerden ayrı olarak ortaya çıkan ve Allah'ın varlığına, birliğine, ilahi vahye ve nübüvvete iman edip putlara tapmayı reddeden inanç gruplarına verilen ortak bir isimdir. İslam öncesi dönemdeki hanîfler, Yahya Peygamber'in takipçileri olup bir yönüyle Yahudiliğe bir yönüyle Hristiyanlığa benzeyen ve halen Irak'ta yaşayan Mandenler ve Nasuralar Sâbiî gruplardandır. Şirk inancına sahip oldukları halde, tek tanrılı din mensuplarına tanınan ayrıcalıklardan faydalanmak için kendilerini Sâbiî olarak adlandıran Irak'taki Harranîler, ayette sözü edilen Sâbiîlerle karıştırılmamalıdır.

Âyette sayılan bu dört grubun ortak özelliği, genel olarak Allah'ın birliğine, ilâhî vahye ve peygamberliğe iman etmeleri ve puta tapmayı reddetmeleridir. Bunlar, âyette ifade edilen ve Kur'an'ın başka yerlerinde ayrıntılarıyla açıklanan bu üç şartı yerine getirdikleri takdirde, ebedî kurtuluşu kazanıp cennete girebileceklerdir.

Ayetin muhatabı, ebedî kurtuluş konusunda iddia sahibi olan semavi din mensuplarıdır. Bu yüzden burada müşrik, putperest, mecusi gibi din mensuplarına ve hiçbir ilâhî kaynağa dayanmayan satanist, ateist, agnostik gibi gruplara değinilmemiştir. Zira onların kurtuluşa ermeleri için, her şeyden önce putperestlik ve şirk inancından vaz geçip Allah'ın varlığına, birliğine, O'nun kitap ve elçi gönderdiği gerçeğine iman etmeleri gerekmektedir. Onlar ancak bu şartları yerine getirdikleri takdirde Ehl-i Kitap olarak kabul edilip bu ayetin muhatabı olmaya hak kazanabilirler.

Bu âyet, aynı zamanda, ebedî kurtuluşun kendi tekellerinde olduğunu iddia eden Yahudilere cevap mahiyetinde gelmiştir. Zira Yahudiler, Allah katında özel ve ayrıcalıklı bir toplum olduklarına inanıyorlardı. Bu yüzden iman ve amelleri ne olursa olsun, sadece İsrailoğulları'ndan oldukları için doğruca cennete gideceklerini, diğer insanların ise her hâlükârda cehennemlik olduğunu iddia ediyorlardı. Âyette Yahudilerin bu bâtıl iddiası reddedilerek ebedî kurtuluşun gerçek ölçüsü ortaya konmuştur. Buna göre hiç kimse, şu veya bu dine inandığını öne sürmekle veya herhangi bir ırka, sınıfa, cemaate mensup olmakla kurtuluşa eremez. Çünkü Allah katında özel ve ayrıcalıklı bir sınıf veya toplum yoktur. Cennete girebilmenin tek yolu, Allah'a ve âhiret gününe gereğince inanmak, O'nun gönderdiği emir ve yasaklara riayet etmek ve ilâhî prensiplerin öngördüğü biçimde yararlı ve güzel davranışlar ortaya koymaktır. Âyetin asıl konusu bâtıl bir iddiayı reddetmek olduğundan, Allah'ın rızasını kazanıp cennete girebilmenin temel şartları ana hatlarıyla ortaya konmuş; ancak ayrıntıya girilmemiştir. Ebedî kurtuluş için gereken diğer inanç esasları ve sözü edilen salih amellerin neler olduğu, Kur'ân'ın diğer âyetlerinde yeri geldikçe ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

Bu konuyla ilgili diğer âyetleri yok sayıp yalnızca bu âyetin yüzeysel anlamını esas alarak Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapan Yahudi ve Hristiyanların, Hz. Muhammed'e ve Kur'ân'a iman etmeseler dahi mümin sayıldıklarını ve cennete girilebileceklerini söylemek doğru değildir. Zira Allah, Yahudi ve Hristiyanları defalarca ve ısrarla Son Elçi'ye ve Kur'ân'a imana davet etmekte, bu çağrıyı bilerek reddedenleri ise açıkça lanetlemektedir (Bakara, 2/41, 89-91; Nisa, 4/47, 150).  Gaflet veya bilgi eksikliği gibi sebeplerle bu daveti reddeden halk kesiminin Allah katında belli şartlarda mazur görülebileceği söylense bile, Hz. Muhammed'i kendi evladını tanıdığı gibi tanıyan (Bakara, 146; En'âm, 20) ve Kur'ân'ın Allah kelamı olduğunu pekâlâ bilen, fakat gerek kibir ve inadından, gerek makam ve itibarını koruma adına bile bile hakkı red ve inkâr eden hahamların, rahiplerin, din âlimlerinin ve önderlerin ilâhî azaba ve lanete müstahak olduklarında şüphe yoktur (Bakara, 2/41, 89-91). Ancak İslam tebliği kendilerine tam olarak ulaşmamış olan Yahudi ve Hristiyanlar şirke ve putperestliğe bulaşmadan Allah'a ve hesap gününe iman ettikleri, hem kutsal kitaplarının hem de akıl ve vicdanın gösterdiği erdemli davranışları yapıp kötülüklerden uzak durdukları takdirde, ilahi rahmete nail olup cennete girebilirler. Burada sözü edilen "Allah'a ve âhiret gününe iman"ın gerçek ve sahih bir iman olması gerektiği açıktır. Mesela, İsa Peygamber'i "Allah" yahut "Allah'ın oğlu" olarak nitelendiren bir kimse Allah'a gerçek anlamda iman etmiş sayılamaz. Aynı şekilde, herhangi bir toplumun âhirette özel ve ayrıcalıklı muameleye tabi tutulacağını, orada iltimas ve kayırma olacağını iddia eden kimse de gerçekte âhirete iman etmiyor demektir.
62
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَۜ خُذُوا مَٓا اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Ey İsrailoğulları! Geçmiş tarihlerde atalarınızın yaşadığı ve kitaplarınızda size nakledilen [26] şu mucizevî olayı hatırlayın: Hani Allah'a verdiğiniz sözün önemini iyice idrak etmeniz ve bu antlaşmayı bozduğunuz takdirde doğabilecek vahim sonuçları zihninizde hep canlı tutabilmeniz için, Sina Dağı'nı yerinden sökmüş ve tıpkı bir bulut gölgesi üzerinize yıkılacakmış gibi kaldırarak sizden şöyle söz almıştık:

"Size verdiğimize sımsıkı sarılın ve içindekileri aklınızda tutun ki, kötülüklerden sakınıp korunabilesiniz. Size bahşetmiş olduğum bu kitaba tüm gücünüzle, ciddiyetle ve karalılıkla sarılın. Kitapta yer alan temel hayat prensiplerini, emir ve yasakları sürekli aklınızda ve gündeminizde tutun ki, yeryüzünde adalet, barış ve huzuru sağlayarak kötülüklerden sakınıp korunabilesiniz ve böylece âhirette ebedî saadete nail olasınız."
63
ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَۚ فَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنْتُمْ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
Ama bütün bunlardan sonra, yine sözünüzden cayıp yüz çevirdiniz.

Allah'ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olurdunuz. Lütuf ve merhameti sayesinde Allah sizi hemen cezalandırmadı; tövbe etmeniz için size mühlet verdi. Siz de tövbe ettiniz de, büsbütün hüsrana uğramaktan kurtuldunuz. Şimdi de ilahî lütuf ve merhamete lâyık olmak istiyorsanız, Allah'a vermiş olduğunuz sözü yerine getirmeli ve Son Elçiye iman etmelisiniz.

Yahudilerin dönekliğini gösteren çarpıcı bir örnek daha:

Bir zamanlar İsrailoğulları'na, cumartesi günü hiçbir işle meşgul olmayıp dinlenmeleri ve o günü Allah'a adayıp ibadetle geçirmeleri emredilmişti (Tevrat, Çıkış, 31: 12-17). Fakat içlerinden pek çoğu, açgözlülükler ederek çeşitli hilelerle bu yasağı çiğnediler (A'râf, 7/163). Bu yüzden de, –fiziksel veya ahlâkî yönden– maymuna dönüştüler:
64
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذ۪ينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِـ۪ٔينَۚ
Ey Yahudiler! Sizden cumartesi yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Biz de açgözlülüklerinin cezası olarak onlara, "Aşağılık maymunlara dönüşün! Yani ihtirasları uğruna tüm insanî değerleri ayaklar altına alan onursuz ve kişiliksiz varlıklar olun!" demiştik.
65
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّق۪ينَ
İşte bu cezayı, hem o çağda yaşayanlara hem de sonradan geleceklere ibret verici bir ders ve kötülükten sakınanlar için öğüt alınacak bir örnek kıldık.

Dört asırdan fazla Mısır'da kalan Yahudiler, Mısırlıların bazı inançlarından etkilenmişlerdi. Mısır'da sığır mukaddes bir hayvan kabul ediliyordu. Kesilip eti yenmez, çifte koşulmaz, toprak sürmezdi. Bu inanç kısmen Yahudilere de sirayet etmişti. Allah, bu inançlarını kırmak için bir inek kurban etmelerini onlara emretti. Eğer gerçekten Allah'a ve Elçisine iman ediyorlarsa, daha önceden taptıkları putu kendi elleriyle kırmalıydılar. Fakat bir tek Allah'a iman kalplerinde henüz tam olarak yerleşmemişti. Bu yüzden, emri yerine getirmemek için bahaneler öne sürerek işi savsaklamaya çalıştılar. Ayrıntı üzerine ayrıntı sordular, fakat soru sordukça daha da köşeye sıkıştılar. O kadar ki, sonunda onlara açıkça, o dönemde özellikle tapmak için seçilen altın renkli ineği kurban etmeleri emredildi.
66
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ٓ اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةًۜ قَالُٓوا اَتَتَّخِذُنَا هُزُواًۜ قَالَ اَعُوذُ بِاللّٰهِ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ
Bir zamanlar Musa, İsrailoğulları arasında iyice yaygınlaşan batıl inançları yıkmak ve aynı zamanda bir cinayet olayını aydınlatmak üzere kavmine, "Allah size, bir zamanlar "efendileriniz" olan Mısırlıların inançlarına göre kutsal sayılan bir inek kurban etmenizi emrediyor!" demişti.

Onlar da, "Nasıl olur, insanların yüzyıllarca kutsal kabul ettiği bir ineği nasıl kesebiliriz? Hem kurban kesmenin cinayeti çözmeyle ne ilgisi var? Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler.

Bu küstahça tavır karşısında Musa, "İlâhî buyruklar konusunda gayriciddî davranıp cahillik etmekten Allah'a sığınırım!" dedi.
67
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَۜ قَالَ اِنَّهُ يَقُولُ اِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا فَارِضٌ وَلَا بِكْرٌۜ عَوَانٌ بَيْنَ ذٰلِكَۜ فَافْعَلُوا مَا تُؤْمَرُونَ
Onlar emri yerine getirmemek için işi yokuşa sürerek, "Bizim için Rabb'ine dua et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın!" dediler. Fakat her itiraz edişlerinde iş biraz daha zorlaşıyor, yükümlülükleri her seferinde biraz daha artıyordu:

Musa, "Allah onun ne tamamen kocamış ne de çok genç; ikisi arasında orta yaşta bir inek olduğunu söylüyor, haydi size verilen emri yerine getirin!" dedi.
68
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا لَوْنُهَاۜ قَالَ اِنَّهُ يَقُولُ اِنَّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَٓاءُۙ فَاقِعٌ لَوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِر۪ينَ
Onlar yine, "Bizim için Rabb'ine dua et de, bize onun rengini bildirsin!" dediler.

Musa, "Allah onun, görenlere hayranlık veren sapsarı, parlak renkli bir inek olduğunu söylüyor!" dedi.
69
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَۙ اِنَّ الْبَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَاۜ وَاِنَّٓا اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَمُهْتَدُونَ
Onlar yine, "Bizim için Rabb'ine dua et de, onun özelliklerini bize iyice açıklasın. Çünkü bu inek kurban etme meselesi kafamızı karıştırdı. Bu nitelikleri taşıyan pek çok inek var ve hepsi de birbirine benziyor.Ama Allah dilerse, herhâlde doğru olanı yaparız!" dediler.
70
قَالَ اِنَّهُ يَقُولُ اِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا ذَلُولٌ تُث۪يرُ الْاَرْضَ وَلَا تَسْقِي الْحَرْثَۚ مُسَلَّمَةٌ لَا شِيَةَ ف۪يهَاۜ قَالُوا الْـٰٔنَ جِئْتَ بِالْحَقِّۜ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُوا يَفْعَلُونَ۟
Musa: "Allah onun, boyunduruk altına alınmamış, toprak sürmeyen, ekin sulamayan, her yerde serbestçe dolaşan, alacasız ve beneksiz; kısacası tam da Mısırlılarca kutsal sayılan bir inek olduğunu söylüyor!" dedi.

İsrailoğulları, daha fazla itirazın kendilerini helake sürükleyeceğini anladılar. Böylece, "İşte şimdi gerçeği söyledin!" dediler ve istemeyerek de olsa ineği boğazladılar; fakat az kalsın bunu yapmayacaklardı.

Aslında bu iş için herhangi bir ineği kesmeleri yeterli olacaktı. Fakat onlar basit bir inek kesme emrini bile o kadar kurcaladılar ki, sonunda kendileri de işin içinden çıkamaz hâle geldiler. Öyleyse, müminler kendilerine emredileni itiraz etmeden ve güçleri yettiğince yapmalı, olmadık yorumlara dalıp gereksiz yükümlülükler icat ederek dini karmakarışık hükümler yumağı hâline getirmekten kaçınmalıdırlar.

Bu ineğin kurban edilişinin asıl sebebine gelince:
71
وَاِذْ قَتَلْتُمْ نَفْساً فَادّٰرَءْتُمْ ف۪يهَاۜ وَاللّٰهُ مُخْرِجٌ مَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَۚ
Ey İsrailoğulları! Hani siz bir cana kıymıştınız da, onun kim tarafından öldürüldüğü hakkında anlaşmazlığa düşmüştünüz. İçinizden bazıları bir cinayet işlemiş ve suçu başkalarının üzerine atarak büyük bir kargaşaya sebep olmuşlardı. Ortada şahit de olmadığı için cinayet aydınlatılamamıştı. Oysa Allah, gizlediklerinizi ortaya çıkaracaktı. Şöyle ki:
72
فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَاۜ كَذٰلِكَ يُحْـيِ اللّٰهُ الْمَوْتٰى وَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Bunun üzerine, "Onun bir parçasıyla buna vurun! Yani kurban edilen ineğin bir parçasını alıp öldürülen kişinin cesedine değdirin!" dedik. Musa aleyhisselâm kurban edilen inekten bir parça aldı ve onu, öldürülen kişinin cesedine dokundurdu. Bunun üzerine, ceset mucizevî bir şekilde dirilerek kendisini kimlerin öldürdüğünü söyledi, sonra tekrar eski hâline döndü.

İşte Allah, ölüleri böyle kolayca diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size mucizelerini böyle gösterir. Mahşer gününde de sizleri böyle yeniden diriltecek ve hesaba çekecektir.
73
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةًۜ وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Ey Yahudiler! Ama bunca mucizeleri gördükten sonra, kalpleriniz yine kaskatı kesilip taş gibi oldu; hatta daha da sert! Taşlar, kayalar bile, sizin şu duyarsız kalplerinizin yanında yumuşacık kalır. Nitekim Allah Sina Dağı'na tecelli ettiği zaman dağ dehşetten paramparça olmuştu.

Çünkü öyle kayalar vardır ki, içerisinden ırmaklar kaynar. Öyleleri de var ki, çatlayıp yarılır da bağrından pınarlar fışkırır. Yine öyle kayalar vardır ki, Allah korkusuyla dağlardan yuvarlanıp aşağıya düşer. Yani tabiattaki kayalar, ağaçlar, hayvanlar bile Allah'ın takdir ettiği fiziksel yasalara harfiyen itaat ederler. O hâlde, ey inkârcılar! Akılsız ve şuursuz dediğiniz şu taşlar, ağaçlar, kuşlar bile yüce yaratıcının kanunlarına kayıtsız şartsız boyun eğerken, akıl ve irade sahibi olan sizler, sonsuz merhamet ve şefkatiyle sizi yoktan var eden ve yaratılmışlar içinde en şerefli makama yücelten Rabb'inize karşı nasıl olur da nankörlük eder, emirlerine başkaldırırsınız?Unutmayın ki, Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
74
اَفَتَطْمَعُونَ اَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللّٰهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Şimdi ey Müslümanlar! Yahudilerin bu isyankâr, inatçı ve nankörce tutumları ortada iken, hâlâ onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onların içinde din âlimi ve lider mevkiinde bulunan öyle kimseler vardı ki, Allah'ın sözlerini bizzat peygamberin ağzından dinler ve bu sözlerin Allah'tan gelen hak olduğuna iyice kanaat getirdikten sonra, sırf dünyevî menfaatler elde edebilmek amacıyla onu bile bile değiştirirlerdi. Şimdi Son Elçi'yi ve Kur'ân'ı inkâr eden Yahudi din âlimleri de aynı tavrı göstermektedirler. Şöyle ki:
75
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَا بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ قَالُٓوا اَتُحَدِّثُونَهُمْ بِمَا فَتَحَ اللّٰهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَٓاجُّوكُمْ بِه۪ عِنْدَ رَبِّكُمْۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
İnananlarla karşılaştıkları zaman, "Biz de inanıyoruz. Çünkü Hz. Muhammed'in taşıdığı niteliklere sahip bir peygamberin geleceği bize Tevrat'ta zaten müjdelenmişti!" derler.

Fakat birbirleriyle baş başa kalınca, liderleri ve akıl hocaları, bu sözü söyleyenleri kınayarak:

"Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Muhammed'in peygamberliğine dair Allah'ın size Tevrat'ta bildirdiği şeyleri, Rabb'inizin huzurunda yapacağınız tartışmada size karşı delil olarak kullansınlar da böylece insanların gerçeği öğrenmesini sağlasınlar diye mi onlara anlatıyorsunuz? Neden Müslümanların ellerine koz veriyorsunuz? Böyle yapmakla, sahip olduğunuz makamın, servetin ve itibarın elinizden gideceğini hiç düşünmüyor musunuz?" derler.
76
اَوَلَا يَعْلَمُونَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ
Peki onlar, gizledikleri ve açıkladıkları her şeyi Allah'ın zaten bildiğini ve bunları her hâlükârda Elçisine, inananlara ve tüm insanlığa bildireceğini bilmiyorlar mı?
77
وَمِنْهُمْ اُمِّيُّونَ لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ اِلَّٓا اَمَانِيَّ وَاِنْ هُمْ اِلَّا يَظُنُّونَ
İçlerinden bir de bilgiden yoksun, kara cahil ümmiler var ki, bunlar kitabı bilmezler. Dini temel kaynaklarından araştırıp öğrenmezler. Tüm bildikleri, kulaktan duyma hurafe ve kuruntulardan ibaret olup, sadece zanna dayanırlar. Böyle kimselere hakikati anlatmak neredeyse imkânsız gibidir. Onları asıl yönlendirenler ise, hakikati pekâlâ bildikleri hâlde, basit çıkarlar uğruna Allah'ın kitabındaki bazı hükümleri gizleyen veya değiştiren sözde din âlimleridir:
78
فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِاَيْد۪يهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هٰذَا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ لِيَشْتَرُوا بِه۪ ثَمَناً قَل۪يلاًۜ فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ اَيْد۪يهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ
O hâlde, kitabı kendi elleriyle yazıp da, onunla servet, makam, şöhret gibi basit çıkarlar elde etmek için, "Bunlar Allah katındandır!" diyen kimselerin vay hâline!

Evet; ellerinin yazdığı şeylerden dolayı vay hâline onların; bütün o kazandıklarından ötürü vay hâline onların!

Allah'ın dinini tahrif eden bu insanların uydurduğu bâtıl düşüncelerden biri de şudur:
79
وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّٓا اَيَّاماً مَعْدُودَةًۜ قُلْ اَتَّخَذْتُمْ عِنْدَ اللّٰهِ عَهْداً فَلَنْ يُخْلِفَ اللّٰهُ عَهْدَهُٓ اَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Yahudiler, "İşlediğimiz günahların karşılığında cehennemde geçireceğimiz sayılı birkaç gün dışında, bize asla ateş dokunmayacaktır! Çünkü biz Allah'ın seçkin ve ayrıcalıklı kullarıyız; her türlü günahı işlemiş olsak bile, İsrailoğulları ırkından olduğumuz için sonunda mutlaka cennete gireceğiz!" dediler.

Ey Muhammed! Onlara de ki: "Bu hususta Allah'tan bir güvence mi aldınız —ki O asla sözünden caymaz— yoksa Allah adına bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz? Allah'ın adil olmadığını, size özel muamele edip işlediğiniz zulüm ve haksızlıkları cezasız bırakacağını mı iddia ediyorsunuz?"
80
بَلٰى مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَاَحَاطَتْ بِه۪ خَط۪ٓيـَٔتُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
Hayır; Allah mutlak adalet sahibidir ve O'nun katında ayrıcalıklı bir sınıf veya millet yoktur! Hangi ırka, hangi dine, hangi toplumsal statüye mensup olursa olsun, her kim kötülük yapar da işlediği günahlar kendisini çepeçevre sarıp kuşatır ve böylece zulmü, haksızlığı, isyankârlığı bir yaşam biçimine dönüştürür ise, işte onlar cehennem halkıdırlar ve sonsuza dek orada kalacaklardır.
81
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟
Allah'a, ahiret gününe ve gönderdiği bütün kitaplara iman eden ve bu imana yaraşır güzel ve yararlı işler yapanlara gelince, onlar da cennet halkıdırlar ve sonsuza dek orada kalacaklardır.

Biz bu hakikati, Yahudilere daha önce defalarca bildirmiştik:
82
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ لَا تَعْبُدُونَ اِلَّا اللّٰهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَاناً وَذِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينِ وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْناً وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ اِلَّا قَل۪يلاً مِنْكُمْ وَاَنْتُمْ مُعْرِضُونَ
Hani gönderdiğimiz kitaplar ve peygamberler aracılığıyla, İsrailoğulları'ndan şöyle söz almıştık:

"Sadece Allah'a kulluk ve itaat edin. Ana babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyi davranın. İnsanlara güzel söz söyleyin. Bütün insanlara karşı dürüst, adil, nazik ve güleryüzlü davranın. Namazı güzelce kılın, zekâtı verin."

Fakat bu sözleşmeyi kabul edip onayladıktan sonra, içinizden pek azınız hariç, aksini yaparak sözünüzden caydınız. Şimdi de Kur'ân'ı inkâr ederek hâlâ yüz çevirmektesiniz. Bu da, daha önce isyankârlık eden atalarınızla aynı karakteri taşıdığınızı gösteriyor.

İslam'dan önce, Medineli putperest Evs ile Hazrec kabileleri arasında yüzyıllardır süren bir düşmanlık vardı. Medine çevresindeki Yahudi kabilelerinden Kureyzaoğulları ve Kaynukaoğulları Evs ile; Nadiroğulları ise Hazrec ile askeri ittifak hâlindeydi. Bu iki Arap kabilesi savaşa girince, onların Yahudi müttefikleri de birbirleriyle savaşıyordu. Böylece Tevrat'ta yazılı olan emre bilerek çiğnemiş oluyorlardı. Zira Tevrat'a göre Yahudilerin birbirlerini öldürmeleri yasaktı. Bununla birlikte, bir Yahudi kabilesi diğer Yahudi kabilesinden savaş esiri alınca, onları fidye karşılığında serbest bırakıyordu. Tevrat'ın apaçık hükmünü çiğneyerek birbirlerini katleden Yahudiler, bu esirleri Tevrat'ın hükmünün gereğini yerine getirmek için serbest bıraktıklarını söylüyorlardı. Allah, Yahudilerin bu çelişkili tutumlarına dikkat çekerek buyuruyor ki:
83
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَكُمْ لَا تَسْفِكُونَ دِمَٓاءَكُمْ وَلَا تُخْرِجُونَ اَنْفُسَكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ ثُمَّ اَقْرَرْتُمْ وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ
Yine bir zamanlar, "Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, kardeşlerinizi yurtlarından çıkarmayacaksınız!" diye sizden kesin bir söz almıştık. Siz de bizzat şahitlik ederek bunları onaylamıştınız.
84
ثُمَّ اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ تَقْتُلُونَ اَنْفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَر۪يقاً مِنْكُمْ مِنْ دِيَارِهِمْۘ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِمْ بِالْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِۜ وَاِنْ يَأْتُوكُمْ اُسَارٰى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ اِخْرَاجُهُمْۜ اَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍۚ فَمَا جَزَٓاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذٰلِكَ مِنْكُمْ اِلَّا خِزْيٌ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يُرَدُّونَ اِلٰٓى اَشَدِّ الْعَذَابِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Ama işte siz yine birbirinizi öldürüyor, kendi halkınızdan bir kısmını haksız yere yurtlarından sürüp çıkarıyorsunuz. Üstelik onlara karşı günah ve düşmanlıkta inkârcılarla yardımlaşıyorsunuz. Kâfirlerle askeri ve siyasi ittifaklar kuruyor, onlarla aynı cephede mümin kardeşlerinize karşı savaşıyorsunuz.

Hem Tevrat'ı hiçe sayıp mümin kardeşlerinizi sürgün ediyorsunuz, hem de esir olarak elinize düştüklerinde, güya Tevrat'ın hükümlerini uyguluyor ve size ödeyecekleri fidye karşılığında onları serbest bırakıyorsunuz. Oysa aynı Tevrat'a göre, onları yurtlarınızdan çıkarmanız ta işin başında size yasaklanmıştı.

Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını işinize gelmediği için görmezlikten gelerek inkâr mı ediyorsunuz?

İçinizden bunu yapanların cezası, dünya hayatında aşağılanma, yenilgi, esaret ve perişanlıktan başka nedir ki? Diriliş Günü'nde ise onlar, cehennem azabına mahkûm edilerek azabın en şiddetlisine sürüleceklerdir. Unutmayın, Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
85
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا بِالْاٰخِرَةِۘ فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ۟
Onlar, şu gelip geçici dünya hayatını, âhiretin ebedî nimetlerine tercih eden ve dünyada basit menfaatler elde etme uğruna, öte dünyadaki ebedî saadetten ve sonsuz cennet nimetlerinden mahrum olan kimselerdir. Artık onların cehennemdeki azapları hafifletilmeyecek ve azaptan kurtulmaları için kendilerine yardım da edilmeyecektir.

Son Elçi'yi inkâr eden Yahudiler, aslında önceki peygamberlere de pek farklı davranmamışlardı:
86
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِنْ بَعْدِه۪ بِالرُّسُلِ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ اَفَكُلَّمَا جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوٰٓى اَنْفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْۚ فَفَر۪يقاً كَذَّبْتُمْۘ وَفَر۪يقاً تَقْتُلُونَ
Doğrusu biz Musa'ya, bugünkü Tevrat'ın ilk bölümlerini oluşturan kitabı verdik ve ardından, insanlığı doğru yola iletmek üzere peş peşe peygamberler gönderdik.

Meryem oğlu İsa'ya da ölüleri diriltme, hastalıkları tedavi etme, çamurdan yapılmış şekillere hayat verme gibi apaçık mucizeler bahşettik ve onu Kutsal Ruh Cebrail'in vahiy ve ilham gücü ile destekledik.

Ama ey Yahudiler, ne zaman size bir peygamber hoşunuza gitmeyecek bir emir getirdiyse, her defasında büyüklük taslayıp kafa tutmadınız mı? Sonra da o peygamberlerden bazılarını yalanlayıp bazılarını öldürmediniz mi?
87
وَقَالُوا قُلُوبُنَا غُلْفٌۜ بَلْ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفْرِهِمْ فَقَل۪يلاً مَا يُؤْمِنُونَ
Yahudiler, kendilerini hak dine davet edenSon Elçiye, "Boşuna nefesini tüketme, sana ve söylediklerine karşı kalplerimiz kapalıdır. Biz imanımızda öylesine sabit ve kararlıyız ki, aksine söylenecek hiçbir söz, ortaya konacak hiçbir delil bizi etkileyemez." dediler. Bilakis, apaçık hakikati inkâr etmeleri sebebiyle Allah onları lânetlemiştir; bu yüzden ne kadar zayıf bir imana sahiptirler!
88
وَلَمَّا جَٓاءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْۙ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذ۪ينَ كَفَرُواۚ فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِه۪ۘ فَلَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الْكَافِر۪ينَ
Onlara Allah tarafından, yanlarındaki Tevrat'ın değiştirilmemiş bölümlerini onaylayan bir kitap gelince —ki öteden beri putperest kâfirlere karşı onun sayesinde zafer kazanacakları ümidiyle Son Elçi'nin gelmesini bekleyip duruyorlardı— işte o tanıdıkları ve bekledikleri (Tesniye, 18: 15,18) Son Elçi onlara gelince, kendi ırklarından değil diye onu inkâr ettiler.

O hâlde, Allah'ın lâneti inkârcıların üzerine olsun!

Son Peygamber'e ve Kur'ân'a iman etmedikleri için Yahudileri lanetleyen bu ayet-i kerime, Ehl-i Kitab'ın, yalnızca kendilerine gönderilen kitap ve peygamberlere inanmakla kurtuluşa eremeyeceğini açıkça göstermektedir (Bakara, 2/62).
89
بِئْسَمَا اشْتَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْ اَنْ يَكْفُرُوا بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بَغْياً اَنْ يُنَزِّلَ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۚ فَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ عَلٰى غَضَبٍۜ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ مُه۪ينٌ
Allah'ın, kullarından lâyık gördüğüne sonsuz lütfundan bahşetmesini, yani Araplardan bir yetime kitap ve peygamberlik vermesini çekemeyerek O'nun indirdiği Kur'ân âyetlerini inkâr etmekle kendi canlarını, öz benliklerini ve dolayısıyla âhiretteki ebedî kurtuluşlarını ne kötü bir şeyle değiştiler de, gazap üstüne gazaba uğradılar!

Allah'ı ve âyetlerini inkâr eden bütün kâfirler için, dünyada ve âhirette hor ve hakir kılıcı, alçaltıcı bir azap vardır.

Peygamber (s)'in zevcelerinden Hz. Safiye'nin anlattığı şu olay, Yahudilerin nasıl bile bile inkâra saplandıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Yahudi liderlerinden Huyeyy bin Ahtab'ın kızı olan ve bilahare İslam'ı kabul eden Safiyye (ra) diyor ki:

"Peygamber (as) hicret edip Medine'ye gelince, Yahudilerin önde gelen liderlerinden ve âlimlerinden olan babam ile amcam onu görmeye gittiler. Eve döndüklerinde, Amcam Ebu Yâsir, babama, "Bu o mudur? Sence Muhammed Tevrat'ta geleceği müjdelenen o Peygamber midir?" diye sordu. Babam, "Evet vallahi; beklediğimiz Peygamber'in ta kendisidir." diye cevap verdi. Amcam, "Bundan emin misin?" diye sorunca, babam, "Evet, eminim." dedi. Amcam, "O hâlde ne yapmak niyetindesin?" diye sordu. Babam da, "Allah'a yemin ederim ki, yaşadığım sürece ona düşmanlık edeceğim ve başarısız olması için elimden geleni yapacağım!" diye cevap verdi." (Sîreti İbn-i Hişâm, Safiyye'den Bir Tanıklık)

İşte Yahudilerin bu inatçı ve inkârcı tavırlarından dolayıdır ki;
90
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا نُؤْمِنُ بِمَٓا اُنْزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرُونَ بِمَا وَرَٓاءَهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقاً لِمَا مَعَهُمْۜ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ اَنْبِيَٓاءَ اللّٰهِ مِنْ قَبْلُ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Onlara, "Allah'ın gönderdiği mesajların tümüne iman edin!" denilince, "Biz ancak bize indirilene inanırız!" der, ötesini inkâr ederler. Son Peygamberi ve Kur'ân'ı reddederler.

Oysa gayet iyi bilirler ki, bu Kur'ân, yanlarındaki Tevrat'ın tahrif edilmemiş bölümlerini onaylayan ve mutlak gerçeği, doğruyu ortaya koyan hak bir kitaptır.

Ey Muhammed! Gerçek iman ehli olduklarını iddia eden bu inkârcılara de ki: "Madem bu kadar inançlıydınız da, daha önce Allah'ın Peygamberlerini neden öldürüyordunuz? Son Elçiye karşı gösterdiğiniz küstahça tavrı, bir zamanlar Zekeriya'ya, Yahya'ya, İsa'ya ve daha önceki nice Peygamberlere de göstermediniz mi? O peygamberlerden nicelerini öldürüp nicelerini inkâr etmediniz mi? Aslında siz kendi kitabınıza da inanmıyorsunuz. Aksi hâlde, size Tevrat'ta müjdelenen Son Peygamberi yalanlamaz, böylece geçmişte bazı Peygamberleri öldüren atalarınızın işlediği suça ortak olmazdınız."
91
وَلَقَدْ جَٓاءَكُمْ مُوسٰى بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِه۪ وَاَنْتُمْ ظَالِمُونَ
Ey İsrailoğulları! Andolsun Musa da size apaçık deliller ve mucizeler getirmişti. Fakat onunSina Dağı'na çıkmak için aranızdan ayrılmasından hemen sonra, buzağı heykeline tapınmaya başladınız. İşte siz, böyle nankör ve zalim kimselersiniz!
92
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَۜ خُذُوا مَٓا اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواۜ قَالُوا سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاُشْرِبُوا ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْۜ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِه۪ٓ ا۪يمَانُكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Hani bir zamanlar, Allah'a verdiğiniz sözün önemini iyice idrak etmeniz ve antlaşmayı bozduğunuz takdirde doğabilecek vahim sonuçları zihninizde hep canlı tutabilmeniz için, Sina Dağı'nı yerinden sökmüş ve tıpkı bir bulut gölgesi gibi üzerinize yıkılacakmış gibi kaldırarak, sizden şöyle bir söz almıştık:

"Size bahşettiğimiz ilâhî prensiplere bütün gücünüzle, sımsıkı sarılın ve ondaki emir ve tavsiyelere içtenlikle kulak verin!"

Ama onlar, "İşittik ve isyan ettik!" dediler. Dilleriyle "İşittik!" derlerken, tavır ve davranışlarıyla "İsyan ettik!" diyorlardı. Dilleriyle inandıklarını iddia ettiği şeyleri, hayatları ile inkâr ediyorlardı.

Bunun neticesinde, inkâr etmeleri sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi içirildi. Azgınlıklarının doğal sonucu olarak, altın buzağı heykeli ile sembolize edilen isyankârlık, inkârcılık ve dünyevî arzuları ilâh edinme tutkusu iliklerine kadar işledi. Bunun neticesinde Allah'a isyan ettiler, peygamberle­ri öldürdüler ve yeryüzünde daima fesat çıkardılar.

Ey Peygamber! Kendi peygamberlerine dahi isyan eden ve bunca günahları işledikleri hâlde, gerçek iman ehli olduklarını iddia eden o Yahudilere de ki: "Eğer siz inanan kimseler iseniz, şu sözde imanınız size ne kötü şeyler emrediyor! Bu ne tuhaf bir imandır ki, sahibini günaha, isyankârlığa ve Allah'ın âyetlerini inkâra sevk ediyor!"
93
قُلْ اِنْ كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الْاٰخِرَةُ عِنْدَ اللّٰهِ خَالِصَةً مِنْ دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Ey Peygamber! Allah katında özel ve imtiyazlı bir millet olduklarını, en büyük günahları işleseler dahi mutlaka cennete gideceklerini ve kendilerinden başka hiç kimsenin cennetlik olamayacağını iddia eden o Yahudilere de ki:

"Eğer Allah katında ahiret yurdu ve cennet nimetleri, iddia ettiğiniz gibi başka hiç kimseye değil de sadece size ait ise ve bu iddianızda gerçekten samimi iseniz, o zaman ölümü arzu etsenize! Mademki Allah katında ayrıcalıklı bir yere sahipsiniz ve ölümden sonra sizleri ebedî cennet nimetleri bekliyor, o hâlde neden ölüm denilince ödünüz kopuyor? Ölümden sonra ebedî mutluluğun yalnız size ait olduğuna gerçekten inanmış olsaydınız, elem ve kederlerle dolu şu üç beş günlük dünya hayatına böyle sımsıkı sarılmazdınız. Allah katında bu kadar değerli oldukları iddiasında bulunan insanların dünya hayatına böylesine bir tutkuyla bağlanmaları ve ölümden bu derece ürkmeleri olacak şey midir?"
94
وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ اَبَداً بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يهِمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ
Fakat Yahudiler, elleriyle yaptıkları kötü işlerden dolayı âhirette azap çekeceklerini çok iyi bildiklerinden, ölümü asla arzu etmezler. Allah da zalimleri çok iyi bilmektedir. Oysa gerçek müminler Allah adına söz söyleme cüretinde bulunmaz, ilâhî nimetlerin sırf kendilerine özgü olduğu iddia etmezler. Evet, cennete girmeyi kuvvetle ümit ederler, fakat bunun gereği olan dürüstlük, samimiyet ve fedakârlığı ortaya koymaktan da geri kalmazlar. İntihar etme anlamında ölümü elbette arzu etmezler; fakat gerektiğinde seve seve ölüme koşmasını da bilirler. Yahudilere gelince:
95
وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلٰى حَيٰوةٍۚ وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُوا يَوَدُّ اَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ اَلْفَ سَنَةٍۚ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِه۪ مِنَ الْعَذَابِ اَنْ يُعَمَّرَۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ۟
Sen onların ölümü arzu etmek şöyle dursun, insanlar arasında hayata en düşkün, hatta âhirete inanmayan şu müşriklerden bile daha tutkun olduklarını göreceksin.

Onlardan her biri, kendisine binlerce yıl ömür verilmesini ister. Oysa ömürlerinin uzatılması, onları azaptan kurtaracak değildir. Hiç kuşkusuz Allah, yaptıkları her şeyi görmektedir ve cezasını da mutlaka verecektir.

Yahudiler, İsrail soyundan gelmeyen birine vahiy getirdiği için Cebrail'e düşmanlık beslediklerini ve bu yüzden Peygamber'e iman etmeyeceklerini söylüyorlardı. Cebrail'in, vahyi kendi istediği kimseye değil, Allah'ın emriyle ve ancak O'nun dilediği kimseye indirdiğini gayet iyi bildikleri hâlde, kibir, inat ve ırkçılık taassupları yüzünden bu sözü söylemişlerdi. Bunun üzerine, Cebrail'e düşmanlığın Allah'a düşmanlık anlamına geldiğini, bunun da ilâhî gazaba sebep olduğunu bildiren aşağıdaki âyetler nazil oldu:
96
قُلْ مَنْ كَانَ عَدُواًّ لِجِبْر۪يلَ فَاِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلٰى قَلْبِكَ بِاِذْنِ اللّٰهِ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَ
Ey Muhammed! Son ilâhî vahyi kendi ırklarından olmayan birine indirdi diye vahiy meleği hakkında kötü sözler söyleyen Yahudilere de ki: "Her kim, kendisinden önceki ilâhî vahiyleri onaylayan, inananlara yol gösterici ve müjde olan Kur'ân'ı Allah'ın izniyle senin kalbine indirdi diye Cebrail'e düşmanlık beslerse, aslında doğrudan ve bizzat Allah'a düşmanlık beslemiş olur.
97
مَنْ كَانَ عَدُواًّ لِلّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَرُسُلِه۪ وَجِبْر۪يلَ وَم۪يكَالَ فَاِنَّ اللّٰهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِر۪ينَ
"Şu hâlde, her kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, özellikle de iki seçkin melek olan Cebrail'e ve Mikail'e düşmanlık beslerse, şunu iyi bilsin ki, bu açıkça inkârcılıktır ve Allah da inkârcıların düşmanıdır!"
98
وَلَقَدْ اَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍۚ وَمَا يَكْفُرُ بِهَٓا اِلَّا الْفَاسِقُونَ
Ey şanlı Elçi! Gerçek şu ki, biz sana Cebrail aracılığıyla, insanlığı dünyada ve âhirette kurtuluşa ileten apaçık âyetler indirdik. O âyetleri, ahlaksızlık ve inkârcılık bataklığına saplanmış olan fâsıklardan başkası inkâr etmez.

Zaten Yahudiler, öteden beri azgınlık, nankörlük ve isyankârlığı âdet edinmişlerdir. Nitekim:
99
اَوَكُلَّمَا عَاهَدُوا عَهْداً نَبَذَهُ فَر۪يقٌ مِنْهُمْۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Onlar ne zaman Allah ile veya insanlar ile bir antlaşma yaptılarsa, içlerinden bir grup her defasında antlaşmaya ihanet edip onu bir kenara atmadı mı? Aslında onların çoğu, kendi kitaplarına dahî inanmıyorlar. Şöyle ki:
100
وَلَمَّا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَر۪يقٌ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَۗ كِتَابَ اللّٰهِ وَرَٓاءَ ظُهُورِهِمْ كَاَنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Allah tarafından onlara, ellerindeki Tevrat'ın tahrif edilmemiş bölümlerini onaylayan bir Peygamber gelince, kendilerine daha önce Kitap verilmiş olan bu insanlardan bazıları, sanki hakikati hiç bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını kaldırıp arkalarına atıverdiler. Tevrat'ta geleceği müjdelenen Son Peygamberi inkâr etmek suretiyle hem Tevrat'ı hem de Kur'ân'ı hiçe saymış oldular.Allah'ın kitabını atınca da, onun yerini hurafe ve masallarla doldurdular:
101
وَاتَّـبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ عَلٰى مُلْكِ سُلَيْمٰنَۚ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّٰى يَقُولَٓا اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْۜ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِه۪ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه۪ۜ وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ بِه۪ مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْۜ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ۠ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Yahudiler, bir zamanlar Süleyman Peygamber'in egemenliği altında esaret hayatı yaşayan şeytanların Süleyman'ın peygamberlik ve hükümranlığı aleyhinde uydurdukları asılsız iddiaların ardına düştüler. Süleyman Peygamber, her türlü zulüm, azgınlık ve kötülüğü yapan ve bu yüzden "şeytan" diye nitelendirilen bu insan ve cin gruplarını sindirip egemenliği altında almıştı. Süleyman'ı can düşmanı gören bu şeytanlar, doğal olarak ona kim besliyor ve aleyhinde iftiralar uyduruyorlardı. Daha sonraki Yahudiler, bu "şeytanların" telkiniyle Süleyman Peygamber hakkında çirkin iddialar ortaya atmış ve bunların bir kısmını Tevrat'a da eklemişlerdi. Bu iddialara göre, Süleyman (as) güya putlar adına mabetler yaptırmış ve kendisi de o putlara taparak –hâşâ– kâfir olmuştur (Tevrat, 1. Krallar, 11/1-10). Onlara göre Süleyman bir peygamber değil, bütün kudret ve saltanatını sihir yoluyla elde eden ve hatta zaman zaman putlara tapan bir günahkârdı.

Oysa Süleyman asla kâfir olmamıştı. Çünkü o ne sihirle meşgul olmuş, ne de putlara tapmıştı. Fakat asıl o şeytanlar, Allah'a ve Peygamberlerine karşı gelerek kâfir olmuşlardı. Şöyle ki:

O şeytanlar, insanlara büyücülüğü ve Babil'de Hârût ile Mârût adındaki iki melek aracılığı ile indirilen vahye dayalı bilgi ve becerileri öğretiyorlardı. Süleyman Peygamberden sonra İsrailoğulları Babil şehrine sürgün edildiklerinde, Hârût ve Mârût adındaki iki melek aracılığıyla onlara birtakım bilgi ve beceriler öğretilmişti. Fakat peygamberlere karşı gizli örgütler halinde faaliyet gösteren ve gerek şeytana tapanların, gerek mason teşkilatlarının ilk nüvesini oluşturan bir grup Yahudi, kendilerini esaretten kurtarmak üzere gönderilen bu bilgileri sihir malzemesi hâline getirerek kötü emellerine alet ediyorlardı.

Oysa Hârût ve Mârût, onlara bu bilgileri aktarırken:

"Ey İsrailoğlu! Sana öğrettiğimiz bu bilgiler iki tarafı keskin kılıç gibidir; iyilikte de kullanılabilir kötülükte de. O hâlde dikkat et, biz ancak bir imtihan aracıyız, sakın öğrendiklerini sihir amacıyla kullanıp da kâfir olma!" demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. Öğrettiklerini de, ancak zalimlere karşı kendilerini savunmaları için onlara öğretiyorlardı.

Ama Yahudiler arasındaki o şeytanlar, bu iki melekten, erkekle karısının arasını ayıracak türden büyülere malzeme yapabilecekleri şeyleri öğreniyorlardı.

Gerçi Allah'ın izni olmadıkça, onlar öğrendikleri bu sihir ile hiç kimseye zarar verecek de değillerdi. Kara büyü denilen o yaptıkları sihir gerçekte insanlara tesir edecek, zarar verecek değildi. Fakat onlar bunu zarar vermek amacıyla yaptıkları için günahkâr oluyorlardı.

Nitekim onlar, meleklerin öğrettiği bu güzel bilgilerden kendilerine fayda verecek olanları değil, zarar verecek olanları öğreniyorlardı. Yani bu bilgileri iyilik amacıyla değil, kötülük amacıyla kullanıyorlardı.

Gerçek şu ki, böyle bir çıkar alışverişinde bulunarak imanlarını kaybetme pahasına sihirle uğraşanların, özellikle de, İslâm'a ve Müslümanlara karşı şeytani taktiklerle, yıkıcı propagandalarla savaş açanların, âhiretten yana bir nasiplerinin olmadığını pekâlâ biliyorlardı.

Vicdanlarını ne kötü bir şey karşılığında sattılar, neler kaybettiklerini bir bilselerdi. [27]
102
وَلَوْ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ خَيْرٌۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟
Gerek Süleyman'a başkaldıran önceki inkârcılar, gerekse Son Elçiye karşı amansız bir muhalefet yürüten Medineli Yahudiler, gerekse kıyamete kadar İslâm'a karşı mücadele bayrağı açacak olan kâfirler, şayet Allah'a, âhiret gününe ve Allah'ın gönderdiği âyetlere iman edip inkârcılıktan, zulümden, büyücülükten, cincilikten sakınmış olsalardı, Allah tarafından verilecek ödül, kendileri için bu dünyada kazandıklarından çok daha iyi olacaktı; bir bilselerdi!

Süleyman Peygambere en ağır iftiraları atmaktan çekinmeyen Yahudiler, Son Elçi'ye karşı da aynı inkârcı tutumu sergilediler. Şöyle ki, müminler Peygamber'e bir şey söylemek istediklerinde, ona "Râinâ" diye seslenirlerdi. "Bizi gözet" anlamına gelen bu kelime, günlük dilde "Lütfen bir dakika bakar mısın?" anlamında kullanılırdı.  Peygamber'in yüzüne karşı görünüşte saygılı davranan, fakat ona gizlice zarar vermek için ellerinden geleni yapmaktan geri kalmayan Yahudiler, bu kelime ile hakaret anlamı kasdederek Rasulullah'a hitap etmeye başladılar. Şöyle ki, "Râinâ" kelimesi Arapçada "kibirli ve cahil insan" anlamına da geliyordu. Ayrıca İbranicede buna benzer "Dinle, dinlemez olasıca!" anlamına gelen bir kelime vardı. Yine bu kelime, ufak bir dil sürçmesi ile "Bizim çobanımız" anlamına gelen "Râînâ"ya da dönüştürülebiliyordu. İşte Yahudiler, kelimeyi bu tür hakaret anlamları içerecek tarzda telaffuz etmeye başladılar. Bunun üzerine, "Râinâ" kelimesi yerine, aynı anlama gelen ve hiçbir suistimale meydan vermeyen "Unzurnâ" (bize bak, bizi gözet) kelimesini kullanmaları hususunda müminleri uyaran ve bu tür kelime oyunlarıyla İslam'ı ve Peygamber'i alay konusu edinenlerin akıbetinin cehennem olduğunu bildiren aşağıdaki âyet nazil oldu:
103
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُواۜ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Ey iman edenler! Peygambere seslenirken "Râinâ" demeyin, bunun yerine, aynı anlama gelen başka bir kelime kullanarak "Unzurnâ" deyin ve size emredileni doğru anlamak için iyi dinleyin. Allah'ın emrine başkaldıran veya Elçisi ile alay etmeye kalkışanlara gelince, inkârcılar için cehennemde elem verici, can yakıcı bir azap vardır.

O hâlde ey müminler! Kötü niyetli kimseler tarafından kirletilmiş, içi boşaltılmış kelime ve kavramları kullanmamalı, bunun yerine, meramınızı daha net ve güzel biçimde ifade edecek, hiçbir suistimale meydan vermeyecek kelime ve kavramlar kullanmalısınız. Esasen iyi bir anlama sahip olsa bile, kötü niyetli insanlar tarafından farklı anlamlara çekilebilen kaypak kelimelerden uzak durmalısınız. Örneğin, "iman ve inanç birliği" anlamına gelen "milliyetçilik" kelimesi zamanla yozlaştırılarak "belli bir ırkın menfaatlerini koruma" anlamında kullanılmaya başlamışsa, artık bu kelimede ısrar etmemeli, onun yerine, "ümmet birliği" veya "inanç birlikteliği" gibi yeni bir kavram oluşturmalısınız.

Bu inkârcılar niçin müminlere bu derece kin besliyorlar derseniz, bunun asıl sebebi şudur:
104
مَا يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِك۪ينَ اَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْۜ وَاللّٰهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُوالْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ
Ey müminler! Gerek Kitap Ehli gerek müşrikler olsun, hiçbir kâfir, size Rabb'inizden bir hayrın indirilmesini istemez. Gerek Allah'a ve ahiret gününe inandıklarını iddia eden Yahudi ve Hristiyanlar olsun, gerekse ölüm ötesi hayatı, peygamberliği ve kutsal kitapları kökten inkâr eden müşrikler olsun, kâfirlerden hiçbiri, Rabb'iniz tarafından size kitap ve vahiy gönderilmesini istemez. İlâhî emirlere boyun eğen bir toplumun Allah tarafından seçilip görevlendirilmesi onları rahatsız eder. Müminler kervanına katılıp bu onuru sizinle paylaşmak yerine, ahmakça bir haset duygusuna kapılarak sizin de onlar gibi haktan sapıp dalâlete düşmenizi isterler.

Oysa Allah, elçilik ve önderlik görevini yalnızca onu hak edenlere vererek lütuf ve rahmetini dilediğine bahşeder. Zira kimlerin bu nimetleri layık olduğunu en iyi bilen O'dur.Hiç kuşkusuz Allah, sonsuz lütuf sahibidir.

Kaldı ki, Son Elçi'nin getirdiği şeriat, zaten öncekilerin özü, esası ve zirvesidir:

Yahudiler, İslâm inancının özü hakkında müminlerin zihinlerinde şüphe uyandırmak amacıyla şöyle diyorlardı:

"Kur'an hem önceki kitapların Allah tarafından gönderildiğini söylüyor, hem de o kitaplarda bulunan bazı hükümleri değiştirip yeni hükümler ortaya koyuyor. Nasıl olur da aynı Allah, farklı zamanlarda farklı emirler verir? Allah'ın hükümlerinde iptal ve değiştirilme söz konusu olabilir mi? Allah hiç kendi yaptığını bozar, söylediğini geri alır mı? Verdiği hükümden, koyduğu kanundan vazgeçer mi? Elbette böyle bir şey olamaz. Şu halde, Yahudi şeriatinde yer alan her hüküm en ince ayrıntısına kadar ebediyen geçerlidir ve bunlara aykırı hükümler veren Kur'an, Allah'ın kelamı olamaz!"

İşte Yahudilerin bu itirazlarına cevaben, aşağıdaki âyetler nazil oldu:
105
مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا اَوْ مِثْلِهَاۜ اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Biz önceki ümmetlere gönderdiğimiz kutsal kitaplardaki bazı geçici toplumsal–hukukî düzenlemeleri içeren herhangi bir âyeti, değişen şartlara uygun olarak yürürlükten kaldırır veya zamanın çarkları arasında yok ederek unutturur isek, mutlaka ondan daha iyisini veya en azından onun bir benzerini göndeririz.

Öyle ya, Allah kendi mesajını korumayacak mı sanıyordun? Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?
106
اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
Yine bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı sadece Allah'ındır? Böyle bir Allah nelere kadir olamaz, nelere güç yetiremez ki? Ve yine bilmez misin ki, sizin bu âlemde Allah'tan başka dostunuz, Allah'tan başka koruyucunuz ve yardımcınız yoktur. Yoksa siz, bu göklerde ve yerde başka bir yöneticinin, başka bir kural koyucunun hükümran olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır; mülk (mutlak hükümranlık ve egemenlik) O'nun, hüküm O'nundur. Kâinat O'nun, söz O'nundur. Mülk Allah'ın olduğu için yasayı koymak veya yürürlükten kaldırmak, yani mülkünde dilediği gibi tasarruf etmek de O'nun hakkıdır.

Cenab-ı Allah'ın, varlık âleminde bugün yarattığını yarın yok etmesi veya farklı bir varlığa dönüştürmesi nasıl yadırganmıyor ve "Madem Allah bunu yarattı, o halde neden yok ediyor?" denmiyorsa, şeriate ait âlemde de farklı zaman ve zeminler için farklı hükümler vermesi garipsenmemelidir. Bu Allah'ın ilim ve iradesinde haşa bir noksanlık değil, tam tersine, ilâhî hikmet ve rahmetin en parlak tecellisidir.

Baksana bu muhteşem hükümranlığa, bu nihayetsiz mülk ve saltanata! Bu âlemde her an neler yapılıyor, neler yıkılıyor; ne oluşumlar, ne yok oluşlar yaşanıyor; ne kudretler ortaya çıkarılıyor görmez misin? Allah'ın kâinata egemen kıldığı ilâhî yasalar uyarınca, yıkılanların yerine peyderpey yenilerinin geldiğini, tekamül ve seleksiyon (doğal ayıklanma) kurallarıyla daha iyilerinin ortaya konduğunu görmez misin? Böyle bir sonsuz kudretin sahibi olan Allah, şeriat ve hukuk âleminde niçin bir hükmü yürürlükten kaldırıp onun yerine daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun bir dengini koymasın? Niçin daha önce gönderdiği Tevrat ve İncil'in bazı hükümlerini değiştiren yeni bir kitap, yeni bir şeriat göndermesin? Bilakis, her zamanın, her mekânın, her ortamın durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde hem kalıcılık ve hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan hükümler koymak bizatihi ilim, hikmet ve adaletin ta kendisidir.

Nitekim önceki kutsal kitapları genel anlamda onaylayan bu Kur'ân, hem bu kitaplarda yapılan tahrifatı düzelterek hem de insanlığın gelişim sürecine ve sosyal şartlarının değişimine uygun olarak bazı emirleri, hükümleri ve yükümlülükleri değiştirerek kıyamete kadar geçerli olacak en son ve en mükemmel hayat sistemini ortaya koymuştur. Örneğin Yahudi şeriatında yer alan Cumartesi yasağını kaldırmış, onlara haram kılınan bazı yiyecekleri helal kılmış, kıblenin yönünü Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a çevirmiş, önceki ümmetlere yasaklanan ganimeti helal kılmış ve daha önceki şerîatlerde bulunmayan birçok yeni hüküm getirmiştir. Nitekim Musa ve Yakup Peygamberler zamanında şekillenmeye başlayan Yahudi şeriati de önceki şeriatı yürürlükten kaldırarak yeni hükümler getirmişti.
107
اَمْ تُر۪يدُونَ اَنْ تَسْـَٔلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسٰى مِنْ قَبْلُۜ وَمَنْ يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالْا۪يمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ
Yoksa ey insanlar, vaktiyle Yahudilerin Musa'yı sorguya çektikleri gibi, siz de Peygamberinizi olur olmaz isteklerde bulunarak sorguya mı çekeceksiniz?

Yahudiler, neredeyse verdiği her emirde Musa'ya itiraz etmiş, ancak uzun tartışmalardan sonra bu emirleri yerine getirmişlerdi. Hatta "Ey Musa, bize Allah'ı açıkça göstermedikçe sana asla inanmayacağız!" (Nisa, 4/153) diyecek kadar ileri gitmişlerdi. İnek kurban etme meselesinde de sonuna kadar ayak diretmiş, nihayet helak olacaklarını anlayınca emri zoraki yerine getirmişlerdi (Bakara, 2/67-73). O halde ey Ümmet-i Muhammed! Sakın siz de bugün nesh (önceki şeriatlerin değiştirilmesi) ve benzeri hususlarda Yahudilerin aldatıcı propagandalarına kanıp da, onların Musa Peygambere gösterdikleri küstahça tavrı Son Elçi'ye göstermeye kalkmayın. Şunu iyi bilin ki:

Hak ve hakikat apaçık ortadayken, her kim Peygamber'e karşı böyle küstahça ve ahmakça itirazları yüzünden imanı inkâr ile değiştirirse, yani imandan yüz çevirip inkâra yönelirse, dümdüz yolda sapmış demektir.

Sanmayın ki Yahudi ve Hristiyanlar, yeterince ikna olamadıkları için hakkı inkâr ediyorlar. Tam aksine:
108
وَدَّ كَث۪يرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِكُمْ كُفَّاراًۚ حَسَداً مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّۚ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
. Ey müminler! Kitap Ehli'nden birçokları, kendilerine hak ve hakikat apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kin ve haset yüzünden, iman etmenizden sonra sizi yeniden inkâra döndürmek isterler.

Buna karşılık siz,içinde bulunduğunuz şartlar değişip de Allah size yeni çıkış yolları açarak bir sonraki emrini gönderinceye kadar onları bağışlayın, densizliklerine sabredin, çirkin ve incitici sözlerine aldırmayın. Onların size karşı düşmanlıkları ve taşkınlıkları, dengenizi kaybedip onlarla tartışmanıza, kavga ve münakaşalara dalmanıza sebep olmasın. Hiç kuşku yok ki, Allah'ın her şeye gücü yeter.
109
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Siz üzerinize düşeni hakkıyla yerine getirmeye çalışın. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için yapıp gönderdiğiniz her iyiliği, Mahşer Günü Allah'ın huzurunda mutlaka göreceksiniz. Unutmayın ki, Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.
110
وَقَالُوا لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ اِلَّا مَنْ كَانَ هُوداً اَوْ نَصَارٰىۜ تِلْكَ اَمَانِيُّهُمْۜ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Önceki kutsal kitaplara inandıklarını öne sürenler, "Yahudi veya Hristiyan olanlardan başkası cennete giremeyecektir!" dediler. Yani Yahudiler de Hristiyanlar da, din adına uydurdukları bâtıl iddiaları kabul etmeyen ve gelenek hâline getirdikleri birtakım dinî formaliteleri yerine getirmeyen kimselerin —iman ve erdem sahibi olsalar bile— Allah'ın hoşnutluğunu kazanamayacağını, ebedî saadete ulaşamayacağını söylüyorlar.

Bu, onların kendi kuruntularıdır. Bu iddia, hem Yahudilerin hem Hristiyanların kendi kuruntularından, boş hayallerinden ve delilsiz, ispatsız iddialarından başka şey değildir.Onlara de ki: "Eğer doğru söylüyorsanız, kutsal kitaptan delilinizi getirin!"
111
بَلٰى مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُٓ اَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّه۪ۖ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ۟
Hayır, cennet ne Yahudilere mahsustur ne de Hristiyanlara! Zira Allah hiçbir topluma özel ve ayrıcalıklı muamele etmez. O'nun rızasını kazanıp ebedî kurtuluşa ulaşmanın bir tek ölçüsü vardır, o da şudur: Her kim ihlas ve samimiyetle yüzünü Allah'a teslim ederse, yani tüm ruhu ve benliğiyle yalnızca Allah'ın buyruklarına teslim olur ve bu teslimiyetin canlı şahidi olarak doğru, güzel ve yararlı davranışlar ortaya koyarsa, işte ona Rabb'inin katında hak ettiği mükâfatı mutlaka verilecektir. Böylelerine Hesap Gününde korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İşte bu vasıflara sahip olan kimselere Müslüman, bu dine de İslam denir. Bu dinden yüz çevirenlere gelince:
112
وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارٰى عَلٰى شَيْءٍۖ وَقَالَتِ النَّصَارٰى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلٰى شَيْءٍۙ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَۜ كَذٰلِكَ قَالَ الَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْۚ فَاللّٰهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ ف۪يمَا كَانُوا ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَ
Yahudiler, "Hristiyanlar bir esas üzere değildirler. Onların iddia ettiği dini hiçbir temel dayanakları yoktur!" dediler.

Buna karşılık, onlara kızan bazı Hristiyanlar da, "Yahudiler bir esas üzere değildirler. Asıl onların hiçbir temel dayanakları yoktur!" dediler. Üstelik onlar, Yahudiliğin ve Hristiyanlığın iki ayrı din olamayacağını, her ikisinin de aynı kaynağa dayandığını anlatan Tevrat adındaki kitabı okuyorlar. Yahudilerin ve Hristiyanların kutsal kitap kabul ettikleri Tevrat, her iki grubun da bu iddialarının hakikate aykırı olduğuna şahittir. Zira birçok tahrifat, çarpıtma ve hatta şirk unsuru ile iç içe geçmiş olmasına rağmen, her iki inanç sistemi de aslen vahiy kaynaklıdır ve içerisinde, Müslümanların da kabul edeceği doğru hükümler bulunmaktadır.

İlâhî vahiy ve peygamberlik hakkında bilgi sahibi olmayan müşrik Araplar da onların dediklerine benzer sözler söylediler. Vahiy bilgisinden yoksun olan müşrik Araplar ve Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Konfüçyüsçülük, Taoizm gibi yeryüzündeki diğer dinlere mensup olanlar da Yahudi ve Hristiyanların bu iddialarına benzer iddialarda bulunmuşlardı. Onlar da hiçbir kanıta dayanmadan, kendilerinin mensup olduğu din dışındaki dinlerin temelden bâtıl olduğunu ve hiçbir asla dayanmadığını söylüyorlardı.

İşte Müslümanlar böyle olmamalı, öbür dinleri kökünden inkâr etmemelidirler. Bâtıl dinlerde dahi hak unsurların bulunabileceğini hesaba katmalı, bu hak unsurları kabul ve tasdik etmekten asla çekinmemelidirler. Söylediklerini akıl süzgecinden geçirerek söylemeli ve iddialarını daima aklî ve naklî delillere dayandırmalı, belgelerle isbat etmelidirler.

Şunu da unutmamalıdırlar ki, en açık ve ikna edici deliller karşısında bile inatla direten, bâtıl önyargıların ve asılsız iddiaların peşinden körü körüne sürüklenen, fakat buna rağmen kendi tuttuğu yolun hak, diğerlerinin bâtıl ve cehennemlik olduğunu iddia eden gruplar, cemaatler ve din mensupları her zaman olacaktır.

Fakat hak ehli ile bâtıl ehli arasındaki anlaşmazlıklar ebediyete kadar sürüp gidecek değildir. Mahşer Günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri her hususta aralarında hükmünü verecektir. O gün, bu dünyada yalan ve şarlatanlıkla, baskı ve zorbalıkla ve daha akla hayale gelmez yollarla ortaya koydukları ve artık kesinlik kazanmış, hiç bozulmaz zannedilen haksız hükümleri Allah iptal edecek ve bütün bu anlaşmazlıkları nihaî hükme bağlayacaktır. Onun için müminler, inandıkları hak yolda sabır ve kararlılıkla yürümeye devam etmeli, fakat hak dini kabul etme hususunda hiç kimseyi zorlamamalı, şiddet ve baskı uygulamamalıdırlar. Başkalarının hakkına tecavüz etmedikleri sürece, her insanın kendi inanç ve kanaatini özgürce ifade etme ve ibadetlerini ifa etme hakkına saygı duymalıdırlar.

İnanç özgürlüğünün en önemli göstergelerinden biri, insanların Allah'a kulluk ettikleri ibadet yerleridir:

Miladi 70 yılında Romalılar, Hristiyanlarla birlikte Kudüs'e saldırarak Yahudileri kılıçtan geçirmişlerdi. Ayrıca Hz. Süleyman tarafından inşa edilen Beyt-i Makdis'i (Mescid-i Aksâ) tahrip etmiş, içine hayvan leşi atmışlardı. Aşağıdaki âyetler bu tarihi olaya atıfta bulunarak, ibadet yerlerinin böyle günahkâr kimselerin elinde değil, Allah'tan korkanların yönetimi altında olması gerektiğini bildirmektedir:
113
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللّٰهِ اَنْ يُذْكَرَ ف۪يهَا اسْمُهُ وَسَعٰى ف۪ي خَرَابِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ اَنْ يَدْخُلُوهَٓا اِلَّا خَٓائِف۪ينَۜ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ
Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve içki, kumar, fuhuş gibi türlü ahlâksızlıkları yaygınlaştırarak camiye giden yolları tıkayan, böylece mescitlerin toplumsal etkinlikten yoksun, cemaatsiz ve işlevsiz kalmasına sebep olarak buraların harap olması için çaba harcayan kimselerden daha zalim kim olabilir? Mescitleri harap eden bu zalimler, müminleri kandırmak için zaman zaman mescitlere gidip orada boy gösteriyorlar.

Oysa onların bu mescitlere, ancak müminlerin egemenliği altında ve korku içerisinde girmeleri gerekir.  İbadet yerlerinde fesat çıkaran, mescitlerde Allah'ın adının anılmasını yasaklayan ve insanları ibadetten alıkoyan zalimler, yıkmaya çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler.

Onlara bu dünyada zillet ve perişanlık vardır; âhirette ise onların hakkı çetin bir azaptır.

Beyt-i Makdis'i tahrip eden Romalılar hakkında nazil olan bu âyet, ibadet yerlerini tahrip eden, insanların özgürce ibadet etmesine engel olan bütün şer güçleri kapsamaktadır. Bu bakımdan, Peygamber (sav)'i ve Ashabı'nı Kâbe'yi ziyaretten alıkoyan Arap müşrikleri ve kıble değişikliğini hazmedemeyip Müslümanları Kâbe'ye yönelmekten engellemeye çalışan Hicaz Yahudileri de bu âyetin kapsamına girer. Ayrıca, İslam beldelerini talan edip mescitleri yakıp yıkan Haçlı Orduları ve bugün Irak'ta, Afganistan'da, Filistin'de ve dünyanın daha pek çok yerinde Müslümanları katleden, mescitleri tahrip eden kâfirler de bu âyetin kapsamı dâhilindedir.

Kâfirler mescitleri yakıp yıksalar da, o mescitlerden alıkonulan ve Allah'a cidden ibadet etmek isteyen müminler asla ümitsizliğe kapılmamalı, gerçekte hiçbir engelin Müslüman'ı namazdan alıkoyamayacağını, çünkü yeryüzünün tümüyle mescit olduğunu unutmamalıdırlar:
114
وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
Doğu da Allah'ındır, batı da. Sadece mescitler değil, doğusu ve batısı ile yeryüzü bütün yönleri ve istikametleriyle Allah'ındır. Bu bakımdan, Müslüman için yeryüzü bütünüyle mescittir. İbadete elverişli her yerde ve her durumda namazını kılabilir. Şu hâlde, namazda hangi tarafa yönelirseniz yönelin, Allah'ın yüzü, yani hoşnutluğu ve sevgisi oradadır. Kıble yönünü tespit edemediğiniz durumlarda, tahminî bir yöne yönelerek namazınızı kılabilirsiniz. Hiç kuşku yok ki, Allah'ınkudret ve şefkati sınırsızdır, O her şeyi bilendir. Kullarının kendisini nerede, ne zaman ve hangi niyetle zikrettiğini çok iyi bilir.
115
وَقَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَداًۙ سُبْحَانَهُۜ بَلْ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ
İnkârcılardan bazıları, "Allah çocuk edinmiştir." dediler. "Melekler Allah'ın kızlarıdır." diyen Arap müşrikleri, "Hürmüz ve Ehrimen Allah'ın oğullarıdır." diyen Mecusiler ve özellikle de "İsa Mesih, Allah'ın oğludur." diyen Hıristiyanlar, Allah'a çocuk isnat ederek derin bir sapıklığa düşmüşlerdir. Çocuk edinmek eksiklikten, acizlikten kaynaklanır. Zaten bütün sapık inanç ve ideolojiler, Allah'ın herhangi bir konuda yetersiz, âciz, muhtaç ve zayıf olduğu varsayımından yola çıkarlar. Oysa O, her türlü kusur ve noksanlıktan uzaktır, yücedir. Öyle ki, göklerde ve yerde var olan her şey O'nundur ve hepsi O'na boyun eğmektedir.
116
بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاِذَا قَضٰٓى اَمْراً فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bütün mevcudatı yoktan var eden O'dur. Bir şeyi yaratmak isteyince, mesela bir çocuğun babasız doğmasını takdir edince, ona sadece "Ol!" der, o da hemen oluverir. İşte İsa Peygamber de böyle babasız yaratılmıştır. Nitekim Allah ilk insanı da babasız ve annesiz yaratmıştı.
117
وَقَالَ الَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللّٰهُ اَوْ تَأْت۪ينَٓا اٰيَةٌۜ كَذٰلِكَ قَالَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِثْلَ قَوْلِهِمْۜ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْۜ قَدْ بَيَّنَّا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ
Müşrikler arasından, ilâhî hikmet ve imtihan gerçeğini kavrayamamış bazı cahiller, "Allah mademki inanmamızı istiyor, öyleyse peygamber ve kitap göndereceğine bizimle bizzat kendisi konuşsa veya bize hiçbir şekilde itiraz edemeyeceğimiz bir mucize gönderse ya! Neden her birimize tek tek vahiy göndermiyor da, emir ve yasaklarını elçileri aracılığıyla bize iletiyor?" dediler.

Kendilerinden önceki çağlarda yaşamış kâfirler de tıpkı onların dediklerine benzer sözler söylemişlerdi. Kalpleri inkâr ve inatçılıkta ne kadar da birbirine benzemiş!

Aslında biz, yersiz önyargılardan ve bencillik, haset, kibir gibi saplantılardan arınarak içtenlikle inanmak isteyenler için, onlara fazlasıyla yetecek mucizeleri açıkça ortaya koymuşuzdur. Evet, aklını kullananlar için tüm evren, yüce Yaratıcı'nın ilim, kudret ve merhametini gözler önüne seren sayısız mucizelerle doludur. Bunların da ötesinde:
118
اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۙ وَلَا تُسْـَٔلُ عَنْ اَصْحَابِ الْجَح۪يمِ
Ey Muhammed! Gerçekten biz seni, iman edenleri cennet ile müjdeleyen ve inkârcıları cehennem ile uyaran hak Peygamber olarak gönderdik. Tüm uyarılara rağmen haktan yüz çevirecek olurlarsa, üzülme. Çünkü sen, kendi arzu ve iradesiyle cehennemlik olanlardan sorumlu değilsin. Öyleyse, kâfirleri ‘kazanma' uğruna bile olsa onlara yaranmaya çalışmamalısın. Unutma ki:
119
وَلَنْ تَرْضٰى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارٰى حَتّٰى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْۜ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّٰهِ هُوَ الْهُدٰىۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ بَعْدَ الَّذ۪ي جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
Yahudiler de Hristiyanlar da, kendi dinlerine uymadığın sürece senden asla razı olmayacaklardır. Siz ne kadar dürüst ve merhametli olursanız olun, İslâm'ı terk edip de onların sahip olduğu inancı ve hayat tarzını benimsemediğiniz sürece onlar sizi hiçbir zaman sevmeyecek, asla gerçek bir dost ve müttefik olarak görmeyeceklerdir. Kutsal kitapları tahrif eden ve uydurdukları hurafelerle Allah'ın dinini tanınmaz hâle getiren bu insanlar, sizi de bu hurafelere uymaya çağıracaklardır.

Onlara de ki: "Allah'ın gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Allah tarafından gönderilen inanç sistemi ve hayat tarzı, insanı dünyada ve âhirette kurtuluşa iletecek yegâne inanç sistemidir. İşte Kur'an, bu hidayet yolunu apaçık ortaya koymak üzere gönderilmiştir."

Ey Peygamber! Sana Kur'ân ile gelen bunca ilimden sonra, şayet onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, yemin olsun ki, Allah tarafından kendine ne bir dost bulabilirsin, ne de bir yardımcı. O halde, Yahudi ve Hristiyanların iman etmelerini sağlamak, onların dostluğunu ve sevgisini kazanmak gibi endişe ve arzular seni Allah'ın hidayetinden saptırmasın.

Bununla birlikte, Yahudi ve Hristiyanlardan Kur'ân'a iman edenler de olacaktır:
120
اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلَاوَتِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ يُؤْمِنُونَ بِه۪ۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ۟
Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkıyla okurlar. Yahudi ve Hristiyanlardan dürüst ve samimi olanlar, Tevrat ve İncil'i saygıyla, manasını çarpıtmadan, açık yüreklilikle üzerinde düşünerek ve manasını anlayıp idrak ederek okurlar. Okudukları bu kitap, onları doğal olarak Kur'ân'a ve Son Peygamber'e imana sevk eder. İşte onlar, ellerindeki kutsal kitaba değer veren ve ona gerçek anlamda iman eden kimselerdir.

Kitab-ı Mukaddes'i tahrif ederek, manasını çarpıtarak yahut içindeki hakikatleri gizleyerek onu ve dolayısıyla Kur'ân'ı inkâr edenlere gelince, bunlar da dünyada ve âhirette en büyük kayba, en büyük hüsrana uğrayanlardır.

İşte bu feci âkıbete uğramamak için:
121
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَنّ۪ي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ
Ey İsrailoğulları! Size bahşettiğim nimetleri ve emirlerime uyduğunuz sürece sizi tüm insanlara nasıl üstün kıldığımı hatırlayın.
122
وَاتَّقُوا يَوْماً لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـٔاً وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse başkası adına bedel ödeyemeyecek yahut başkasının cezasını çekmeyecek, hiç kimseden kurtuluş fidyesi kabul edilmeyecek, affa lâyık olmayan hiç kimseye şefaat fayda vermeyecek ve ilâhî yardımı hak etmeyen hiç kimseye yardım edilmeyecektir.

Demek ki, Allah'ın kitabına uymadığınız takdirde, şu veya bu soydan gelmiş olmanız hiçbir şey ifade etmeyecektir. Nitekim Allah, atanız İbrahim'e şöyle söz vermişti:
123
وَاِذِ ابْتَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَاَتَمَّهُنَّۜ قَالَ اِنّ۪ي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ اِمَاماًۜ قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۜ قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِم۪ينَ
Hani bir zamanlar Rabb'i, İbrahim'i birtakım emir ve yasaklar içeren sözlerle imtihan etmiş ve İbrahim, tam bir teslimiyetle Allah'ın emirlerini yerine getirerek hepsini başarıyla tamamlamıştı. Bunun üzerine Allah, "Seni insanlara önder yapacağım!" buyurdu. İbrahim, "Soyumdan da önderler çıkar, ya Rab!" dedi. Allah, "Hayır! Ahdim zalimlere erişmez. Verdiğim söz sadece önderliğe lâyık olanlar içindir. Zulüm ve haksızlık yapanlara gelince, onlar senin soyundan dahi olsalar önderlik makamına geçemezler. Zira önderlik, liyakat ve ehliyet gerektiren bir iştir; herhangi bir ırkın veya sınıfın imtiyazı altında olamaz." buyurdu. O hâlde, İbrahim'in takipçisi olduğunu iddia edenler şunu hatırlasınlar:
124
وَاِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَاَمْناًۜ وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ اِبْرٰه۪يمَ مُصَلًّىۜ وَعَهِدْنَٓا اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ اَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّٓائِف۪ينَ وَالْعَاكِف۪ينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
Hani biz, İbrahim'den bu yana inananların kıblesi ve Kâbe'si olan bu kutsal evi, insanlar için her yıl toplanacakları bir buluşma yeri ve savaşları, düşmanlıkları, cinayetleri sona erdiren bir barış, huzur ve emniyet vesilesi ve mazlumlar için güvenli bir sığınak kılmıştık. Yalnızca Allah'a kulluk esasına dayanan inanç sistemini tebliğ ve tatbik edeceği uluslararası bir merkez olmak üzere, İbrahim'e Kâbe'yi inşa etmesini emretmiştik. Öyleyse, ey müminler! Siz de İbrahim'intakipçileri olduğunuzun göstergesi olarak, onun Kâbe'de namaza durduğu yer olan Makam-ı İbrahim'den kendinize bir namazgâh edinin! Onun Rabb'ine bağlılığını, tevhid mücadelesini ve üstün ahlaki özelliklerini kendinize örnek edinin ve size emanet etmiş olduğu tevhid inancından asla sapmayın. Bunun sembolik bir ifadesi olarak da, Kâbe'yi tavaf ettiğiniz zaman, İbrahim'in Kâbe'yi inşa ederken üzerine çıktığı kayanın bulunduğu yer olan Makam-ı İbrahim'de tavaf namazı kılın.

Hani biz İbrahim'e ve İsmail'e, "Kâbe'yi tavaf edenler, orada ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Beyt'imi maddî ve manevî kirlerden arındırarak tertemiz tutun!" diye emretmiştik. Zira dünyanın her yerinden gelen müminler, Allah'a kulluk görevlerini yerine getirmek, tanışıp aralarındaki bağları güçlendirmek ve sorunlarını görüşmek üzere her yıl Kâbe'de bir araya geleceklerdi.
125
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اجْعَلْ هٰذَا بَلَداً اٰمِناً وَارْزُقْ اَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ اٰمَنَ مِنْهُمْ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَاُمَتِّعُهُ قَل۪يلاً ثُمَّ اَضْطَرُّهُٓ اِلٰى عَذَابِ النَّارِۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ
O vakit İbrahim, "Ey Rabb'im, burayı güvenli bir şehir kıl ve bu şehir halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır!" diye dua etmişti.

Bunun üzerine Allah şöyle buyurmuştu: "Evet, iman edenleri dünya ve âhiret nimetleriyle ödüllendireceğim. Fakat kim de âyetlerimi inkâr ederse, onu dünyadaki geçici nimetlerden azıcık faydalandıracak; fakat sonunda cehennem azabına süreceğim. Ne kötü bir son!"
126
وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
Hani İbrahim ve oğlu İsmail, bir tekAllah'a kulluk ve ibadet edilmesi için inşa ettikleri Kâbe'nin temellerini birlikte yükseltirlerken, Rablerine şöyle dua ediyorlardı:

"Ey Rabb'imiz, senin hoşnutluğun için yaptığımız iyilikleri, dua ve yakarışlarımızı bizden kabul eyle! Doğrusu sen bütün duaları işitensin, her şeyi bilensin."
127
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَٓا اُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَۖ وَاَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَاۚ اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ
"Ey Rabb'imiz! Bizleri, senin birliğine inanan, sana yönelen ve sadece sana boyun eğen dosdoğru müminler eyle! Soyumuzdan da, yalnızca sana boyun eğen ve ancaksana kulluk eden mümin bir topluluk çıkar. İbadetlerimizi nerede ve nasıl yapacağımızı bizlere öğret. Lâyık olduğun kulluk ve itaati hakkıyla yerine getiremedik, bunun için affını diliyoruz; tövbemizi kabul eyle. Hiç kuşku yok ki, sen çok bağışlayıcı, çok merhametlisin."
128
رَبَّنَا وَابْعَثْ ف۪يهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّ۪يهِمْۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟
"Ey Rabb'imiz! Onlara kendi içlerinden, senin âyetlerini okuyan, kitabı ve kitaptaki hükümlerin pratik hayata uygulanması olan hikmeti öğreten ve onları her türlü şirk ve günah kirlerinden arındıran bir peygamber gönder. Hiç kuşku yok ki, azîz ve hakîm olan ancak sensin. Sonsuz kudret, izzet ve şeref sahibi olan, aynı zamanda yaptıklarını yerli yerinde ve en güzel biçimde yapan, daima en güzel, en doğru hükümler veren ancak sensin."
129
وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ اِبْرٰه۪يمَ اِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُۜ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَاۚ وَاِنَّهُ فِي الْاٰخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِح۪ينَ
Aklını, vicdanını ve sağduyusunu körelterek kendini sefih kılandan başka kim, İbrahim'in o dosdoğru dininden yüz çevirmek ister? Gerçekten Biz onu dünyada seçip yüceltmiştik. Elbette o, âhirette de sâlihlerdendir. Ebedî nimet ve saadeti hak eden dürüst, faziletli ve iyiliksever kullarımızdandır.
130
اِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُٓ اَسْلِمْۙ قَالَ اَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ
Öyle ki, Rabb'i ona, "Yalnızca Benim emirlerime itaat et ve yalnızca bana boyun eğ!" demişti. O da hiç tereddüt etmeden, "Ben tüm benliğimle âlemlerin Rabb'ine boyun eğdim ve O'nun emirlerine kayıtsız şartsız itaati kabul ettim!" demişti.
131
وَوَصّٰى بِهَٓا اِبْرٰه۪يمُ بَن۪يهِ وَيَعْقُوبُۜ يَا بَنِيَّ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰى لَكُمُ الدّ۪ينَ فَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَۜ
İbrahim, hayatı boyunca Allah'ın emirlerine teslim olmuş ve bunu son nefesinde oğullarına da vasiyet etmişti. İbrahim'in torunu Yakup da kendi oğullarına şöyle vasiyette bulunmuştu: "Oğullarım! Allah, insanı dünya ve âhirette kurtuluşa iletecek mükemmel bir ahlak, inanç ve hukuk sistemi olan İslâm adındaki bu dini size lâyık gördü. Öyleyse, ancak O'na yürekten boyun eğen Müslümanlar olarak can verin! Son nefesinize kadar Allah'a kulluk ve itaatten ayrılmayın!"

Diğer bir adı da İsrail olan Yakub Peygamber, İsrailoğulları'nı meydana getiren on iki boydan her birinin atası olan oğullarına, işte bunları emir ve tavsiye etmişti.  O hâlde, ey Yahudiler; Yakup Peygamber'in, ölüm döşeğinde iken size Yahudiliği tavsiye ettiğini nasıl söyleyebilirsiniz?
132
اَمْ كُنْتُمْ شُهَدَٓاءَ اِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُۙ اِذْ قَالَ لِبَن۪يهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْد۪يۜ قَالُوا نَعْبُدُ اِلٰهَكَ وَاِلٰهَ اٰبَٓائِكَ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ اِلٰهاً وَاحِداًۚ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Yoksa Yakub'a ölüm geldiğinde, siz yanında mıydınız? Hani Yakup, oğullarına, "Benim ölümümden sonra kime kulluk edeceksiniz? Ben aranızdan ayrıldıktan sonra bir tek Allah'a kulluk ve ibadeti terk etmeyeceksiniz, değil mi?" diye sormuştu. Onlar da, "Bizler senin ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek bir ilâha, âlemlerin yegâne Rabb'i ve hükümranı olan Allah'a kulluk edecek ve yalnızca O'na boyun eğeceğiz! Sana söz veriyoruz babacığım, asla hak dinden ayrılmayacağız! Rabb'imizin göndereceği bütün kitaplara ve peygamberlere kayıtsız şartsız iman ve itaat edeceğiz." demişlerdi.
133
تِلْكَ اُمَّةٌ قَدْ خَلَتْۚ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْۚ وَلَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Onlar bir ümmetti; geldi geçti. Onların kazandıkları iyilik ve kötülükler onlara, sizin kazandıklarınız da size aittir ve siz, onların yaptıklarından hesaba çekilecek değilsiniz. Geçmiş atalarınız güzel işler yaptıkları halde siz kötülük yapmışsanız, onların soyundan gelmiş olmanızın size hiçbir faydası olmayacaktır. Yine atalarınız fena işler yapmış, fakat siz bu hususta onlara uymamış iseniz, onların fenalığı da sizden sorulmayacaktır. Sizden hesabı sorulacak olan, yalnızca kendi yapıp ettiklerinizdir. O hâlde, öncekilerin iyilikleriyle öğünmenin, kötülükleri sebebiyle de üzülmenin; geçmişe destanlar dizerek, ağıtlar yakarak oyalanmanın bir anlamı yoktur. Siz onların iyiliklerinden örnek, kötülüklerinden ibret alarak kulluk görevinizi en iyi şekilde yapmaya bakın.

Geçmiş peygamberlerle övündükleri hâlde, onların yolunu terk eden günümüz inkârcılarına gelince:
134
وَقَالُوا كُونُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰى تَهْتَدُواۜ قُلْ بَلْ مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفاًۜ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
Peygamberlerin getirmiş olduğu hak dini zamanla bozup değiştirerek Yahudilik ve Hristiyanlık adı altında bâtıl inanç sistemleri oluşturanlar, "Yahudi veya Hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız!" dediler. Yani Yahudiler Yahudiliğin, Hristiyanlar daHristiyanlığın doğru yol olduğunu iddia ediyor, uydurdukları bu inanç sistemini kabul etmeyen hiç kimsenin cennete giremeyeceğini söylüyorlar. Ne var ki, Yahudilik dedikleri, Hz. Musa'nın ve ondan sonra gelen peygamberlerin tebliğ ettiği hak dinin zamanla bozulup değiştirilmiş şeklinden başka bir şey değildir. Özel ayinleri, düzenlemeleri vs. ile birlikte bugünkü Yahudilik, İsa Peygamber'den dört yüz yıl kadar önce doğmuş ve bu adı almıştır. Hıristiyanlık ise, İsa aleyhisselâm'dan çok sonraları gerek Aziz Pavlus'un, gerek kilisenin müdahaleleri sonucu birçok yönüyle değişikliğe uğrayarak bugünkü özel inanç şekline dönüşmüştür. Dolayısıyla, Yahudiler de Hristiyanlar da insanları gerçekte Allah'ın dinine değil, kendi uydurdukları bid'at ve hurafelere davet etmektedirler.

Ey Müslüman! Onlara de ki: "Hayır, biz sizin uydurduğunuz hurafelere değil, bir tek Allah'a kulluk eden ve O'na asla ortak koşmayan İbrahim'in dinine uyarız! Biz sizin veya bir başkasının uydurup dinin temelleri diye dayattığı bâtıl iddialara değil, sizin de örnek ve önder kabul ettiğiniz İbrahim, Musa ve İsa başta olmak üzere, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği hak dine, bir tek Allah'a kulluk esasına dayanan İslâm dinine uyarız! Sizin zamanla tahrif ettiğiniz bu dinin özünü ve aslını, işte Son Peygamber açıkça ortaya koymuş bulunuyor. İnandığınızı iddia ettiğiniz peygamberlerin izinden gitmek istiyorsanız, siz de şirkten ve inkârdan uzak durarak hak dine boyun eğmelisiniz. Nitekim İbrahim, sizin bugün ‘dinin temel esasları' saydığınız batıl inançları asla benimsememişti. Örneğin Allah'a oğul isnat etmemiş, Peygamberleri ve azizleri tanrılaştırmamış, Allah'ın herhangi bir kitabını veya elçisini asla inkâr etmemişti."
135
قُولُٓوا اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَمَٓا اُنْزِلَ اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَمَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰى وَع۪يسٰى وَمَٓا اُو۫تِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْۚ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْۘ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
O hâlde, ey müminler! Bu evrensel hakikati tüm insanlığa ilan ederek deyin ki: "Bizler Allah'a, yani O'nun varlığına ve birliğineiman ettiğimiz gibi, bize gönderilen Kur'ân âyetlerine; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve sonraki nesillere gönderilen vahiylere; ayrıca, Musa'ya ve İsa'ya verilen kitaplara ve mucizelere ve diğer bütün peygamberlere Rableri tarafından bahşedilen vahiylere inanırız.

Onların arasında hiçbir ayrım gözetmeyiz. Hepsinin Allah'tan geldiğine ve her birinin aynı mesajı getirdiğine iman ederiz. Yahudi ve Hristiyanların yaptığı gibi, bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr etmeyiz. Çünkübiz,yalnızca Allah'a kulluk eden ve ancak O'na boyun eğen kimseleriz."
136
فَاِنْ اٰمَنُوا بِمِثْلِ مَٓا اٰمَنْتُمْ بِه۪ فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا هُمْ ف۪ي شِقَاقٍۚ فَسَيَكْف۪يكَهُمُ اللّٰهُۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُۜ
Ey müminler! Eğer Yahudiler, Hristiyanlar ve diğerleri bu çağrıya olumlu cevap verir ve sizin inandığınız gibi Allah'ın kitapları ve elçileri arasında hiçbir ayrım gözetmeden ilâhî mesaja tümüyle inanırlarsa, işte o zaman doğru yolu bulmuş olurlar. Ama eğer yüz çevirirlerse, derin bir çıkmaza saplanmışlar ve sırf kıskançlık ve inatçılıkları yüzünden size karşı koyuyorlar demektir. Fakat sen üzülme, onlara karşı Allah sana yeter! Allah'a dayanıp sabır ve kararlılıkla mücadelene devam ettiğin takdirde, onlar sana asla zarar veremeyecek, seni hak yoldan çeviremeyeceklerdir. Hiç kuşkusuz O her şeyi işiten, her şeyi bilendir.

Allah'ın gönderdiği her şeriatta, iman edip hak dine girenlerin tepeden tırnağa yıkanıp temizlenmeleri emredilmiş ve inkârdan kurtulup tertemiz bir hayata geçişin sembolik bir ifadesi olarak hemen her ümmette bir gelenek olarak uygulanmıştır. Ancak Hristiyanlar, bu uygulamaya bambaşka bir anlam yükleyerek özünden saptırmışlardı. Pavlus'un Hristiyanlığa soktuğu aslî günah düşüncesini temel alan Hristiyanlar, Âdem ile Havvâ'nın (as) işledikleri günah yüzünden onların soyundan gelen insanların günahkâr ve kirlenmiş bir hâlde doğduğuna inanıyor, bu yüzden çocuklarını "kutsanmış" suya batırıp vaftiz ederek güya onları "temizlediklerini" iddia ediyorlardı. Oysa İslam'a göre hiç kimse bir başkasının günahını yüklenemez ve hiçbir çocuk, anne babasının işlediği günahtan dolayı cezalandırılamaz. Doğan her çocuk, tertemiz bir fıtrat üzere ve hakikati keşfetmeye, güzel ve doğru işler yapmaya yatkın bir hâlde dünyaya gelir. Zaten insan kötülük yapmaya programlanmış olarak doğmuş olsaydı, günahlarından dolayı hesaba çekilmesi ve cezalandırılması da adaletsizlik olurdu. İşte İsa Peygamber'in getirdiği hak dini değiştirip yozlaştıran Hristiyanların bu iddialarına karşılık yüce Allah buyuruyor ki:
137
صِبْغَةَ اللّٰهِۚ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةًۘ وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ
Ey müminler! İnsanın günahkâr ve kirlenmiş bir hâlde dünyaya geldiğini iddia eden Hristiyanlara deyin ki: Bizler Allah'ın verdiği renklerle boyanmışızdır. Öyle ya, kimin boyası Allah'ın boyasından daha güzel olabilir? İşte bu yüzden biz, ancak O'na kulluk ederiz. İnsanoğlu, Allah'ın verdiği doğal renklerle boyanmış bir hâlde, tertemiz bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Eğer insan günah işliyorsa, bunun sebebi yaratılışında kirlilik değil, tam aksine, yaratılışındaki saflığa rağmen bilerek ve isteyerek kötülüğü tercih etmiş olmasıdır. İnsan, fıtratında var olan güzelliklerin bozulmamasını, aksine daha da gelişip olgunlaşmasını istiyorsa, Allah tarafından gönderilen ve yaratılış özellikleriyle birebir örtüşen doğal ve tertemiz inanç sistemine iman etmeli, hayatının her alanını bu inanca göre şekillendirerek ilâhî renge boyanmalıdır.
138
قُلْ اَتُحَٓاجُّونَنَا فِي اللّٰهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْۚ وَلَـنَٓا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْۚ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَۙ
Ey İslam davetçisi! Allah'ın seçkin ve ayrıcalıklı kulları olduklarını iddia eden Yahudilere ve Hristiyanlara de ki: "Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'iniz olduğu hâlde, bazı toplumları kayırdığını, birilerine özel muamele yaptığını söyleyerek O'nun adalet ve hikmeti hakkında bizimle tartışmaya mı gireceksiniz? O sadece sizin Rabb'iniz midir ki, size ayrıcalıklı davransın ve yalnızca sizin ırkınızdan Peygamber göndersin? Hayır, Allah'a kul olma açısından sizinle diğer insanlar arasında hiçbir fark yoktur veAllah katında her toplum, eşit derecede sorumluluk ve hak sahibidir.Ayrıca bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size aittir. İnsanlar Allah katında mensup oldukları ırka ve sınıfa göre değil, yaptıkları iyilik ve kötülüklere göre hesaba çekileceklerdir. Bunun için biz insanları hak dine davet eder, fakat bu hususta hiç kimseyi zorlamayız. Her insanın din ve vicdan hürriyetine hakkıyla riayet ederiz.İyi bilin ki, Biz O'na ihlas ve samimiyetle bağlanmış kimseleriz. Her yaptığımızı yalnızca O'nun rızası için yaparız. Yalnızca O'na kulluk eder, O'ndan başka ilahlara, aracılara bel bağlamayız. O'nun rızasına uygun olmayan hususta asla hatır gönül dinlemeyiz."

Zaten bütün Peygamberler, hep bu gerçeği dile getirmişlerdi.
139
اَمْ تَقُولُونَ اِنَّ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطَ كَانُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰىۜ قُلْ ءَاَنْتُمْ اَعْلَمُ اَمِ اللّٰهُۜ وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللّٰهِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Ey Yahudiler ve ey Hristiyanlar! Yoksa siz İbrahim'in, İsmail'in, İshak'ın, Yakup'un ve onların soyundan gelen Peygamberlerin Yahudi veya Hristiyan olduklarını mı iddia ediyorsunuz? Oysa Yahudilik de Hristiyanlık da, peygamberlerden çok sonraları din adamları, rahipler ve yorumcular tarafından icat edilen kurallar, düzenlemeler ve ayinlerden ibarettir. Dolayısıyla, Hz. Musa ve Hz. İsa da dâhil, hiçbir peygamber "Yahudi" veya "Hristiyan" değildi ve olamazdı. Aksine, bütün peygamberler, "Yalnızca Allah'a kulluk etmek ve O'ndan gelen bütün emirlere tam bir teslimiyetle itaat etmek" anlamına gelen "İslâm" inancına bağlı birer "Müslüman" idiler.

Ey İslâm davetçisi! Bütün bunlara rağmen, hâlâ iddialarında diretirlerse, onlara de ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah hem Kur'ân'da hem de elinizdeki muharref Tevrat ve İncil'de bu hakikati açıkça bildirmişken, hâlâ bâtıl iddianızda diretecek, kendi kitabınızda yer alan gerçekleri inkâr etme pahasına inadınızı sürdürecek misiniz?" Şu hâlde, Allah tarafından kendisine ulaşan bir tanıklığı bile bile gizleyenden daha zalim kim olabilir? Hz. Muhammed'in, daha önceki peygamberlerin tahrif edilen mesajını orijinal hâliyle ortaya koyan hak peygamber olduğunu bile bile, bu hakikatin şahitliğini ve savunuculuğunu yapmak yerine onu gizleyen ve birtakım tevillerle gerçeği çarpıtan hahamlardan, papazlardan, sözde din âlimlerinden daha zalim, daha kötü kim olabilir? Şunu asla unutmayın ki, Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
140
تِلْكَ اُمَّةٌ قَدْ خَلَتْۚ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْۚ وَلَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ۟
Ey insanlar! Geçmişte yaşayan atalarınızla övünerek kendinizi avutmayın! Onlar bir ümmetti; geldi geçti. Onların kazandıkları iyilik ve kötülükler onlara, sizin kazandıklarınız size aittir ve siz, onların yaptıklarından hesaba çekilecek değilsiniz.

Müslümanlar, hicretten önce Mescid-i Aksâ ile Kâbe'yi aynı hizaya getirip iki kıbleye birden yönelerek namaz kılıyorlardı. Mekke ile Kudüs'ün ortasında yer alan Medine'ye hicretten sonra, Allah müminlere Mescid-i Aksâ'ya yönelmelerini emretti. Beytü'l-Makdis adıyla da bilinen Mescid-i Aksâ, Hz. Süleyman tarafından Kudüs'te inşa edilen ve Yahudilerce kutsal sayılan bir mabetti. Allah müminlere bu mabedi kıble edinmelerini emrederek, ilâhî dinin tek ve evrensel olduğunu, bütün peygamberlerin yöneldikleri yönün aynı ol­duğunu ve ibadetlerindeki gerçek maksadın Allah'a yönelmek olduğunu bildirmişti. Böylece Müslümanlar, 17 ay boyunca Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kıldılar. Bundan sonraki aşamada Allah, Hz. İbrahim tarafından inşa edilen ve insanlığın ilk kıblesi olan Mescid-i Harâm'a yönelmelerini müminlere emredecekti. Bu değişiklik aynı zamanda, ilâhî mesajı taşıma ve insanlığa önderlik etme görevinin Son Elçi'ye başkaldıran Yahudi ve Hristiyanlardan alınıp yeni Müslüman topluma verildiğini sembolize ediyordu. Bu değişiklik karşısında münafıklardan, müşriklerden ve özellikle de Yahudilerden gelebilecek itiraz ve tepkilere karşı müminleri uyarmak ve Kıble değişikliği ile ilgili ön hazırlık olmak üzere, aşağıdaki âyetler nâzil oldu:
141
سَيَقُولُ السُّفَـهَٓاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّت۪ي كَانُوا عَلَيْهَاۜ قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُۜ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
İnsanlar arasından, kıble değişikliğinin anlam ve önemini kavrayamayan bazı düşüncesiz kimseler ve özellikle de, kendilerini Allah'ın seçkin ve ayrıcalıklı kulları zanneden ve müminlerin zihinlerinde şüphe uyandırmak için fırsat kollayan Yahudiler, "Müslümanlar bu güne kadar bizim kıblemize yöneliyorlardı. Onları üzerinde bulundukları kıblelerinden çevirip Kâbe'ye yönelten sebep nedir?" diyecekler. Onlara de ki: "Doğu da Allah'ındır, batı da. Aslında herhangi bir yönün diğerine üstünlüğü söz konusu değildir.Önemli olan doğuya veya batıya yönelmek değil, Allah'ın emrini yerine getirmektir. Aşağıda 144. âyette zikredilecek olan kıble değişikliği de Allah'ın bir emridir. Zira Allah, Son Elçi'yi inkâr ederek kendisine başkaldıran İsrailoğulları'ndan ilâhî emaneti geri almış ve yeni İslam toplumuna vermiştir. Çünkü Allah, hangi ırktan ve hangi toplumdan olursa olsun, hak dinin sancağını taşımaya lâyık gördüğü ve başarıya, kurtuluşa, zafere ulaşmasını dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir."
142
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطاً لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يداًۜ وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِـعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِۜ وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً اِلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ
Ey müminler! İşte böylece sizi, her türlü aşırılıktan uzak duran, adil, dengeli, ölçülü ve hayırlı bir ümmet yaptık ki, tüm insanlığa karşı hakikate tanıklık eden güzel örnekler ve adil şahitler olasınız ve bu Peygamber de size karşı güzel bir örnek ve şahit olsun.

Ey Muhammed! Senin daha önceMekke'de iken yönelmiş olduğun kıbleyi, yani Mescid-i Harâm'ı size kıble yaptık ki, Peygamberin izinden gidenleri, gerisin geriye dönecek olanlardan ayırıp açıkça ortaya koyalım. Bu imtihan sonucunda, iman iddiasıyla ortaya çıkan insanlar iki gruba ayrılacaktır: 1. Allah'ın emirlerine kayıtsız şartsız boyun eğen samimi müminler, 2. Çıkarlarına uygun olduğu sürece İslâm'ın hükümlerini kabul eden, fakat arzu ve beklentilerine aykırı düştüğü anda ilâhî emirleri reddeden münafıklar.

Doğrusu bu imtihan, Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelecektir. Nitekim daha önce Peygamberi tasdik eden bazı Yahudiler, binlerce yıl kıble edindikleri Kudüs'e yönelmekten vazgeçip Mekke'ye yönelmelerini emreden âyetler gelince, bunu gururlarına yediremeyip Allah'ın emrini reddederek yeniden inkâra saplanacaklardı.

Bu arada Allah, daha önceleri Mescid-i Aksâ'ya yönelerek kılmış olduğunuz namazları elbette kabul edecek, ihlâs ve samimiyetle O'na bağlandığınız sürece, sizin imanınızı asla boşa çıkarmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah, insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.

Kıble değişikliği ile ilgili ön hazırlıklar tamamlandıktan ve gönüller buna iyice alıştırıldıktan sonra, bütün semavî din mensuplarının hürmet gösterdikleri, kendisine mensup olmakla şeref duydukları ortak ataları olan İbrahim Peygamber tarafından insanlığın ilk mabedi olarak inşa edilen ve kıyamete kadar müminlerin kıblesi ve Kâbe'si olarak kalacak olan Mescid-i Haram'a yönelmeyi emreden âyetler nâzil oldu:

Peygamber (sav) Medine'ye hicret edince, Allah'tan gelen emirle Mescid-i Aksâ'yı kıble edindi. [28] Fakat gönlünde yatan, İbrahim aleyhisselâm'dan bu yana müminlerin kıblesi olan Beytullah'a yönelmekti. Yahudilerin kutsal mabedi olan Mescid-i Aksâ'ya yönelme emrinin geçici olduğunu, yakın bir zamanda Kâbe'ye yönelme emrinin geleceğini bilmiyordu. Ayrıca İsrailoğulları'nın liderliğinin sona erdiğini ve Kudüs'ün merkez olma niteliğini kaybettiğini düşünüyordu. Bu yüzden Rabb'ine yalvararak kıblenin değiştirilmesini niyaz ediyor, ümitle vahyin gelmesini bekliyordu. Nihayet Allah, Peygamber'inin dua ve yakarışlarına şu sözlerle icabet etti:
143
قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَٓاءِۚ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَاۖ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ
Ey Muhammed! Biz senin, yüzünü sık sık göğe çevirip durduğunu ve kıblenin değiştirilmesi için dua ettiğini görüyoruz. Üzülme, elbette seni hoşnut olacağın kıbleye yönelteceğiz:

Artık namaz kılarken, yüzünü Mekke tarafına, Mescid-i Haram yönüne çevir!

Ve siz deey inananlar, her nerede olursanız olun, namaz kılarken yüzünüzü o yöne çevirin! Yeryüzünün hangi noktasında olursanız olun, yurtlarınızın farklılığına, yönlerinizin değişikliğine; ırklarınızın, dillerinizin ve renklerinizin başkalığına rağmen, aynı hedefe yönelen, aynı hayat düzeninin egemenliğini gerçekleştirmeye çalışan bir tek ümmet olma bilinciyle namazda yüzünüzü Kâbe'ye çevirin!Ancak kıbleye yönelmenin çeşitli sebeplerden dolayı mümkün olmadığı veya kıblenin hangi yönde olduğu bilinemediği durumlarda veya düşman korkusu gibi bir mazeret söz konusu olduğunda, buna yakın herhangi bir yöne dönmek de yeterli olur. 

Kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu pekâlâ bilirler. Yahudiler de Hristiyanlar da, bütün ilâhî din mensuplarının ortak atası olan Hz. İbrahim tarafından, insanlığın ilk mabedi olarak inşa edilen Kâbe'ye yönelmenin, yüce Allah'ın emrine dayalı, tartışma götürmez kesin bir gerçek olduğunu gayet iyi bilirler. Üstelik ellerindeki kitaplarda da bu onlara bildirilmiştir. Fakat dünyevi çıkarlarına ters düştüğü için bunu kabullenmeye yanaşmazlar.

Fakatşunu iyi bilsinler ki, Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.
144
وَلَئِنْ اَتَيْتَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ اٰيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ وَمَٓا اَنْتَ بِتَابِـعٍ قِبْلَتَهُمْۚ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِـعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ اِنَّكَ اِذاً لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ
Ey Muhammed! Sen kitap verilen o Hristiyanlara ve Yahudilere, Kâbe'ye yönelmenin Allah'ın emri olduğu hususunda her türlü mucizeyi getirmiş olsan bile, yine de inkârda diretir, senin kıblene yönelmezler. Zira onlar arzularının yönlendirdiği, menfaatlerinin körüklediği ve kinlerinin bilediği kör bir inatçılığın tutsağıdırlar. Sanma ki onlar İslâm'ı bilmedikleri ya da bu din onlara inandırıcı bir biçimde sunulmadığı için inkâr ediyorlar. Bilakis onlar, çok iyi bildikleri bu dinin, menfaatlerine ve saltanatlarına dokunacağından korktukları için ona karşıdırlar. 

O hâlde, bâtılda direten bu inkârcılar karşısında, sen de hak yolda azim ve kararlılıkla sabredecek, onların kıblesine asla yönelmeyeceksin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine yönelmezler. Zira onların her biri, aslında kendi menfaatlerini, arzu ve ihtiraslarını kıble edinmişlerdir. Dış yönüyle birlik ve beraberlik içinde gözükseler bile, içten içe didişme, çekişme ve düşmanlık hâlindedirler. Aralarında gerçek anlamda uyum ve birlik yoktur.

Ey Peygamber! Sana bu Kur'ân aracılığıyla gerçek ilim geldikten sonra, eğer onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, yemin olsun ki, o takdirde sen de zalimlerden olursun! Ve bu durumda, kendini Allah'ın gazabından kurtaracak ne bir dost bulabilirsin, ne de bir yardımcı!

Onların, kendilerine ikna edici deliller sunulmadığı için Kur'ân'ı ve Son Elçi'yi inkâr ettiklerini sanma:
145
اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَٓاءَهُمْۜ وَاِنَّ فَر۪يقاً مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu kendi öz evlatları gibi tanırlar. Yahudi ve Hristiyan din adamları ve bilginleri, kıblenin değiştirilmesine yönelik emrin Allah'tan geldiğini ve bu emre muhatap olan Muhammed (sav)'in hak Peygamber olduğunu gayet iyi bilirler. Zira önceki kutsal kitaplarda geleceği müjdelenen Son Peygamber'in vasıfları arasında, kıbleyi Kâbe'ye çevireceği hakkında delil ve işaretler de vardı.

Fakat yine de onlardan bir kısmı, kıskançlık ve bencillikleri sebebiyle hakikati bile bile gizlerler. Ve kendi uydurdukları bâtıl inançları, hak ve hakikat yerine koymaya çalışırlar.
146
اَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَر۪ينَ۟
Oysa hakikat, sizin veya onların iddia ve kuruntuları değil, Rabb'inden gelendir. Ve Rabb'in sana, hakikatin ta kendisi olan bu Kur'ân'ı göndermiştir. O hâlde, sakın şüpheye kapılanlardan olma!
147
وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلّ۪يهَا فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِۜ اَيْنَ مَا تَكُونُوا يَأْتِ بِكُمُ اللّٰهُ جَم۪يعاًۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Ey müminler! Her toplumun hayatına yön veren, değer yargılarını oluşturan bir inanç sistemi, yöneldiği bir kıblesi vardır. O hâlde, siz hayırlı işlerde yarışın! Unutmayın ki, namazda belirli bir yöne yönelmekten daha önemli olan, bu ibadetlerin kazandıracağı üstün ahlakî özelliklere sahip olmaktır. O hâlde, sizler Allah'a kulluk noktasında yapabildiğinizin en iyisini, en güzelini ortaya koyarak ve güzel ahlakınız, yardımseverliğiniz, dürüstlüğünüz, hayır ve hasenatınızla örnek birer Müslüman olarak hayırlı işlerde birbirinizle ve diğer toplumlarla yarışın ve bu yarışta daima en öne geçmeye çalışın.

Unutmayın ki, her nerede olursanız olun, Allah hepinizi Hesap Günü'nde toplayıp bir araya getirecek ve her kötülüğün cezasını, her iyiliğin mükâfatını verecektir. Hiç kuşku yok ki, Allah'ın her şeye gücü yeter.
148
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَاِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Ey mümin! Her nereden yola çıkarsan çık, yolculukta da namaz esnasında yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir.

Hiç kuşkusuz bu emir, Rabb'inden gelen gerçeğin ta kendisidir. Bu gerçeği asla zayi etmeyin! Unutmayın ki, Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

Kıblenin değişmesi, aynı zamanda ilâhî mesajı taşıma görevinin el değiştirmesi anlamına geldiğinden, yersiz tartışma ve itirazlara meydan vermemek için bakın tekrar tekrar uyararak diyoruz ki:
149
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۙ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌۗ اِلَّا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْن۪ي وَلِاُتِمَّ نِعْمَت۪ي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَۙ
Ey Peygamber! Yeryüzünün neresinde olursan ol ve nereden yola çıkarsan çık, namaz kılarken yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir! Ve ey müminler! Siz de nerede ve ne hâlde olursanız olun, namazda yüzünüzü o yöne çevirin ki, insanların size karşı mazeret olarak öne sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın. Biz bu emri tekrar tekrar vurguladık ki, hepiniz bunun Allah'tan gelen kesin bir emir olduğunu şeksiz şüphesiz bilin ve İslâm'a davet ettiğiniz kimselerin, "Müslümanlar kıble değişikliği ile ilgili emrin Allah katından geldiğini iddia ediyorlar, fakat kendileri bu emri uygulamıyorlar." diyerek inkârları için sahte mazeretler üretmelerine fırsat vermeyin.Demek ki müminler başkalarına söylediklerini öncelikle kendileri yapmalı, sözleriyle davranışları uyumlu olmalıdır. Zira böyle bir tutarsızlık, İslâm'a davet edilen insanların tereddüde düşmesine, imana meyilli olsalar bile, zihinlerinde soru işaretleri oluşmasına sebep olur.

Ancak onlardan zulüm ve haksızlık yapanlar hariç. Öyleleri, herhangi bir delile dayanmadan hakikati inatla reddeder, sizi baskı ve zorbalıkla sindirmeye çalışırlar. Fakat onlardan korkmayın; asıl benden, yani emirlerime karşı gelip azabıma uğramaktan korkun ki, ben de size verdiğim nimetleri tamamlayayım ve böylece doğru yolu bulabilesiniz.
150
كَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪يكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّ۪يكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَۜ
Nitekim size kendi içinizden, âyetlerimizi okuyan, sizi her türlü şirk ve günah kirlerinden arındıran, size kitabı, kitaptaki hükümlerin sebep ve amaçlarını kavrayarak onları doğru ve yerli yerince uygulama anlamına gelen ve Peygamber (sav)'in örnek yaşantısıyla ortaya konan hikmeti ve daha bilmediğiniz nice şeyleri öğreten bir Elçi gönderdik.
151
فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا ل۪ي وَلَا تَكْفُرُونِ۟
Öyleyse, âyetlerimi sürekli gündemde tutarak beni anın ki, ben de dünya ve âhirette nimetler bahşederek sizi anayım. Söz ve davranışlarınızla bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin!
152
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ
Ey inananlar! Kurân'ın öngördüğü adalet sistemini egemen kılma uğrunda verdiğiniz mücadelede, sabırla ve namazla Rabb'inizden yardım dileyin. Yaratıcınızla aranızdaki irtibatı namazla, duayla, zikirle sürekli canlı tutmaya çalışın. Zorluklar karşısında asla yılgınlığa kapılmadan, umudunuzu ve direncinizi kaybetmeden hedefe doğru adım adım ilerleyin! Unutmayın ki, Allah sabredenlerle beraberdir. Sabredenler, hak uğrunda karşılaşabilecekleri sıkıntılara, acılara, ayrılıklara katlanmasını da bilmelidirler:
153
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ
Allah yolunda öldürülenlere "ölü" demeyin. Allah'ın dinini yeryüzünde egemen kılmak için mücadele edip bu uğurda şehit olanları ölü olarak nitelendirmeyin. Tam aksine; onlar bu hayattan bir üst hayata geçiş yapmışlardır. Hayat mertebelerinin farklı bir boyutunda, sonsuz nimetler içinde yaşıyorlar ve gerçek anlamda hayattadırlar. Fakat siz bu olağanüstü durumu tam olarak kavrayamazsınız.
154
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ
Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık ile ve mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğim. İlâhî yasalara göre, insan bu dünya hayatında bazen korku, bazen açlık ve yoksullukla, kimi zaman da servetinden, sağlığından ve sahip olduğu diğer nimetlerden bir kısmını veya tamamını kaybederek imtihan edilecektir. Zorluk ve sıkıntılar karşısında sabırla direnerek imtihanı başarıyla tamamlayanlar,  ebedî saadet ve kurtuluşu hak edeceklerdir.O hâlde, sabredenleri müjdele!
155
اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ
Onlar ki, bu imtihanın neticesi olarak başlarına bir bela, bir musibet geldiği zaman, "Bizler zaten Allah'a aitiz ve sonunda hepimiz O'na döneceğiz. Sahip olduğumuz her şey bize Allah'ın emanetidir ve Allah, emanetini istediği zaman elbette geri alacaktır. Hepimiz eninde sonunda bu dünya hayatını terk edecek ve yaptıklarımızın hesabını vermek üzere Rabb'imizin huzuruna çıkacağız." derler.
156
اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ
İşte onlara Rablerinden bağışlanma ve rahmet vardır ve onlar, hidâyet üzere olanlardır. Rablerinin rahmet, nimet ve bereketleri hep onlarla birliktedir; doğru yolda olanlar da ancak onlardır.

Şimdi de, en çetin imtihanlar karşısında yılmadan sabretmesini bilen bir mümin hanımın ibret verici kıssasına kulak verin:

Allah'ın emri gereğince Hz. İbrahim, eşi Hacer'i bebeğiyle birlikte ıssız Mekke vadisine bırakıp gitmişti. Kızgın çölde tek başına kalan Hacer, yavrusu İsmail'e su bulabilmek amacıyla Safa ile Merve tepeleri arasında defalarca koşuşturup durdu. Sonunda Allah, yerden tatlı bir su kaynağı çıkararak kullarının yardımına yetişti. Sonra da, güven ve umudunu yitirmeden sabırla mücadele etmenin sembolü olan bu fedakâr annenin anısına, Safâ ile Merve arasında sa'y etmeyi bir hac ibadeti olarak İbrahim (as)'a emretti. Sa'y, hac veya umre ibadeti için Mekke'ye gelen kimsenin Kâbe yakınındaki Safâ ile Merve tepeleri arasında Safâ'dan başlayarak dört gidiş üç dönüş olmak üzere yedi kere gidip gelmesi demektir. Bu ibadet, Mekke müşriklerince de hâlâ uygulanmaktaydı. Fakat zamanla müşrikler, Safâ ile Merve tepeleri üzerine birer put dikerek bu ibadete birtakım şirk unsurları katmışlardı. Bu yüzden Müslümanlar, sa'y edip etmeme konusunda tereddüde düştüler. Bunun üzerine, aşağıdaki âyetler nâzil oldu:
157
اِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَٓائِرِ اللّٰهِۚ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ اَوِ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ اَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَاۜ وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْراًۙ فَاِنَّ اللّٰهَ شَاكِرٌ عَل۪يمٌ
Kuşkusuz Safâ ile Merve, Allah'ın emirlerine bağlılık ve itaati simgeleyen alâmetlerindendir.

O hâlde, Hac veya Umre için Kâbe'yi ziyaret edenlerin, bunlar arasında sa'y etmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Bilakis bu, —farz olmamakla beraber— haccın önemli unsurlarındandır. Müşriklerin yanlış uygulamaları, sizi yanıltarak bu ibadetten alıkoymasın.

Zira her kim yapmakla yükümlü olmadığı hâlde fazladan bir iyilik yaparsa, bunun mükâfatını elbette görecektir. Çünkü Allah, bütün iyiliklerin karşılığını verendir, her şeyi en ince ayrıntısıyla bilendir.

Allah'tan gelen hakikati gizleyen sözde din âlimlerine gelince:

Yahudi ve Hristiyan din adamları, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu ve insanlara tebliğ ettiği emirlerin doğru olduğunu ellerindeki kutsal kitabın verdiği bilgilere dayanarak kesinlikle biliyorlardı. Fakat birtakım dünyevî çıkar kaygıları sebebiyle bunu açıklamaktan çekiniyorlardı. Allah tarafından gönderilen hakikati gizli tutan, Allah'ın kitabında yer alan kimi ayetleri görmezlikten gelip kimilerini sessizce geçiştiren böyle kimseler hakkında aşağıdaki âyetler nâzil oldu:
158
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْتُمُونَ مَٓا اَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدٰى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِۙ اُو۬لٰٓئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللّٰهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَۙ
Göndermiş olduğumuz apaçık belgeleri ve dosdoğru yola ulaştıran hidâyeti, Biz onları gerek Tevrat, İncil ve gerekse Kur'ân gibi kitaplarda tüm insanlara açıkça bildirmemize rağmen basit dünyevî çıkarları uğruna gizleyenler var ya; işte hem Allah lânet eder onlara, hem de insan, cin ve melek gibi lânet edebilen diğer bütün varlıklar!
159
اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا فَاُو۬لٰٓئِكَ اَتُوبُ عَلَيْهِمْۚ وَاَنَا التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ
Ancak tövbe edip kendilerini düzelten ve gizlemiş oldukları gerçekleri açıklayanlar bunun dışındadır. İşte onların tövbesini kabul edeceğim. Çünkü ben çok bağışlayıcı, çok merhametliyim.
160
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَع۪ينَۙ
Âyetlerimi inkâr eden ve hayatı boyunca inkârda direterek kâfir olarak ölenlere gelince; hem Allah'ın, hem meleklerin ve hem de bütün insanların lâneti onların üzerinedir!
161
خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۚ لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ
Onlar sonsuza dek o lânetin içinde kalacaklar ve ne azapları hafifletilecek ne de yüzlerine bakılacaktır.
162
وَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ۟
Ey insanlar!Artık inkâr ve inattan vazgeçip hepiniz tevhid dairesine giriniz. Zira hepinizin ilâhı, bir tek ilâh olan Allah'tır. Hepinizin yaratıcısı ve Rabb'i olan Allah, bunca peygamberi insanlar parçalanıp düşman gruplara ayrılsınlar diye değil, tevhid inancı etrafında birleşsinler diye göndermiştir. O'ndan başka ilâh yoktur; O çok şefkatli, pek merhametlidir. Yeryüzünde, bu hakikati gözler önüne nice deliller ve mucizeler vardır:
163
اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Şüphesiz göklerin ve yerin o muhteşem yaratılışında, gece ile gündüzün mükemmel bir uyum ve ahenk ile birbirini takip etmesinde,

İnsanlara faydalı yüklerle göllerde, nehirlerde ve denizlerde akıp giden gemilerde,

Allah'ın, gökten indirdiği yağmurlarla ölü toprağa hayat vererek yeryüzünde rengârenk, çeşit çeşit canlıları üretip yaymasında,

Gök ile yer arasında görevlendirilmiş rüzgârların ve bulutların, belli güzergâhlarda düzenli olarak hareket etmesinde,

Evet, işte bütün bunlarda, aklını kullanan bir toplum için Allah'ın varlığını, birliğini, sonsuz ilmini, kudretini, adaletini, merhametini gözler önüne seren nice ibretler, nice mucizeler ve âyetler vardır. Fakat bütün bu delillere rağmen:
164
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
İnsanlardan öyleleri vardır ki, en büyük tanrı kabul ettikleri Allah ile birlikte, O'nun katında sözünün geçtiğine inandıkları,her emrine kayıtsız şartsız boyun eğdikleri ve tıpkı Allah'ı sever gibi sevdikleri birtakım ilahlar edinirler.

İman edenlerin Allah sevgisi ise, bütün sevgilerden dahaüstün, daha coşkulu ve daha güçlüdür.

Şayet o zalimler, kendilerine vaad edilen azabı gördükleri zaman, şimdi huzurunda secdeye kapandıkları o sözde ilahların yok olup gideceğini, bütün güç ve kudretin yalnızca Allah'a ait olacağını ve Allah'ın azabının çok çetin olacağını bugünden akledip görmüş olsalardı, kesinlikle Allah'a ortak koşmazlardı.
165
اِذْ تَبَرَّاَ الَّذ۪ينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا وَرَاَوُا الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْاَسْبَابُ
Nitekim Diriliş Günü gelip çatınca, vaktiyle peşinden gidilen ve bir ilâh gibi sevilip yüceltilen dinî ve siyasî liderler, azîzler, efendiler ve önderler, kendilerini izleyenlerden o gün uzak duracaklar. İşte o zaman, cehennem azabını tüm dehşetiyle karşılarında görecekler ve aralarındaki menfaate dayalı ilişkiler yok olacak, sahte saygı ve sevgi bağları paramparça olacaktır. Dünyadayken övüp yücelttikleri ve uğruna canlarını vereceklerini söyledikleri o sözde ilahları, o gün onların can düşmanı olacaktır.
166
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا لَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّاَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُ۫ا مِنَّاۜ كَذٰلِكَ يُر۪يهِمُ اللّٰهُ اَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْۜ وَمَا هُمْ بِخَارِج۪ينَ مِنَ النَّارِ۟
Vaktiyle o önderleri körü körüne takip edenler, o gün büyük bir pişmanlıkla, "Ah keşke bizim için dünyaya geri dönüş imkânı olsaydı da, onların şimdi bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık!" diyecekler.

İşte böylece Allah, yaptıkları o çirkin işleri onlara derin bir üzüntü, pişmanlık ve hayal kırıklığı olarak gösterecektir. Onlar, ateşten çıkacak da değiller.
167
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْاَرْضِ حَـلَالاً طَـيِّباًۘ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
Ey insanlar! Allah'ın açıkça haram kılmadığı hiçbir şeyi haram ve yasak kabul etmeyin! Yeryüzündeki helâl ve temiz yiyeceklerden gönül huzuruyla yiyin için; sakın şeytanın adımlarını izlemeyin! Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır. Size düşman olan bir varlığın telkinlerine kapılıp da haramı helâl, helâli haram kılmayın.
168
اِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّٓوءِ وَالْفَحْشَٓاءِ وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
O size ancak kötülüğü, fuhşiyatı, ahlâksızlığı ve Allah adına bilgisizce sözler söyleyerek aslı olmayan farzlar ve haramlar icat etmenizi emreder.
169
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا بَلْ نَـتَّبِـعُ مَٓا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَاۜ اَوَلَوْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْـٔاً وَلَا يَهْتَدُونَ
İnkârcılar, hiçbir aklî ve naklî delile dayanmadan şeytanı adım adım takip ederler. Onlara, "Dünya ve âhirette kurtuluşa ermek istiyorsanız, Allah'ın indirdiğine uyun! O'nun göndermiş olduğu bu Kur'ân'ı okuyup inceleyin ve hayatınızın her alanında uygulayın!" denildiği zaman, "Hayır; biz Kur'ân'a değil, atalarımızı üzerinde bulduğumuz dini, siyasi, ahlaki gelenek ve kurallara uyarız! O yüce insanlardan bize miras kalan ve yüzyıllardan beri uygulanagelen ilkeleri, töreleri, anlayışları, âdet ve gelenekleriasla sorgulamaz; onları hiçbir eleştiriye tabi tutmadan olduğu gibi kabul ederiz!" derler.

Peki, ataları akıllarını yerli yerince kullanmayan ve doğru yolu bulamamış kimseler olsalar da mı onların izinden gidecekler? Kendileri gibi birer insan olan ataları yanılıp hak yoldan sapmış; doğruyu, aydınlığı, refahı bulamamış olsalar da mı onların izinden gidecekler?Atalarından miras kalan anlayış ve hayat tarzı Allah'ın gönderdiği ilkeler ile çelişiyor, akıl ve sağduyu ile çatışıyor olsa da mı onları takip edecekler? ‎
170
وَمَثَلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذ۪ي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءًۜ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ
O inkârcıları hakka çağıran davetçinin durumu, anlamsız bir ses ve gürültüden başka bir şey işitmeyen birhayvan sürüsüne seslenen ve onlara bir şeyler anlatmaya çalışan kimsenin hâline benzer. Hak ve hakikat karşısında inatla direten bu insanlara nasihat etmek, tıpkı çobanın sesini duyan, fakat onun sözlerini anlamsız bir ses ve gürültü olarak algılayan hayvanlara nasihat etmek gibidir.

Öyle ki, onlar akıl, idrak ve vicdan bakımından sağır, dilsiz ve kördürler. Hak ve hakikati ne duymak, ne dile getirmek, ne de görmek isterler. Çünkü akıllarını kullanmazlar. Böylece bu taklitçi ve tutucu insanlar, körü körüne atalarının izinden giderek haramı helâl, helâli haram kılarlar:
171
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Ey iman edenler! Eğer gerçekten yalnızca Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, size bahşettiği helâl ve temiz yiyeceklerden gönül huzuruyla yiyin için ve cömertçe istifadenize sunduğu bunca nimetlere karşılık, kulluk görevinizi hakkıyla yerine getirerek O'na şükredin. Allah tarafından haram kılındığına dair açık ve kesin delil bulunmayan hiçbir şeyi haram ve yasak olarak nitelendirmeyin! Ruhbanların yaptığı gibi, güya Allah'a yaklaşma adına, O'nun helâl kıldığı temiz yiyeceklerden kendinizi mahrum etmeyin! Unutmayın ki;
172
اِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْز۪يرِ وَمَٓا اُهِلَّ بِه۪ لِغَيْرِ اللّٰهِۚ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
O size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kılmıştır.

Leş, İslâmî usullere göre boğazlanmadan ölmüş hayvandır. Fakat çekirge gibi böcek cinsinden küçük canlılar ve devamlı suda yaşayan hayvanlar boğazlanmadan ölmüş olsalar bile leş kapsamına girmezler. Âyette haram olduğu bildirilen kan, akıcı kandır. Ete, dalağa, ciğere sinmiş olan kan ise helâldir. Domuzun sadece eti değil; yağı, kemiği, iliği vb. diğer bütün uzuvları da haramdır. Allah'tan başka bir varlık adına veya Allah'ın adı kasten terk edilerek yahut O'nun adıyla olsa bile putların önünde kurban edilen hayvanın eti de yenmez.

Fakat her kim yiyecek başka bir şey bulamama, başkası tarafından zorlanma, hayatî tehlikeye maruz kalma gibi sebeplerle bunlardan yemeye mecbur kalırsa, insanları tehlikeye düşürecek şekilde başkalarının hakkına saldırmamak ve yemek zorunda kaldığı ölçüyü aşmamak şartıyla, ona bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, pek merhametlidir.
173
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْتُمُونَ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِه۪ ثَمَناً قَل۪يلاًۙ اُو۬لٰٓئِكَ مَا يَأْكُلُونَ ف۪ي بُطُونِهِمْ اِلَّا النَّارَ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Allah'ın indirdiği kitabın herhangi bir hükmünü gizleyen ve onu, âhiret nimetlerine nazaran çok küçük bir kazanç olan servet, makam, şan, şöhret gibi dünyalık çıkarlarla değişenler var ya, işte onlar, midelerine ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. GerekHz. Muhammed'in peygamberliğine işaret eden Tevrat ve İncil âyetlerini çarpıtan Yahudi ve Hristiyan din adamları olsun, gerekse Kur'ân'ın bazı hükümlerini örtbas eden sözde din âlimleri olsun, Allah'ın gönderdiği herhangi bir hükmü dünyevî menfaatler karşılığında gizleyen herkes bu âyetin tehdidi altındadır. Öyle ki, Diriliş Günü'nde Allah onlarla rahmet lisanıyla konuşmayacak ve onları günah kirlerinden arındırmayacaktır. İşte bunlara, can yakıcı bir azap vardır.
174
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِۚ فَمَٓا اَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ
Zira onlar, hidâyet yerine dalâleti; bağışlanma yerine azabı tercih eden kimselerdir. Doğru yolu terk ederek bâtıl yollara dalan bu insanlar, Allah'ın sonsuz merhametine sığınıp ebedî kurtuluşa nail olmak yerine, bile bile cehennem azabına girmeyi tercih etmişlerdir. Bunlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıymış!
175
ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اخْتَلَفُوا فِي الْكِتَابِ لَف۪ي شِقَاقٍ بَع۪يدٍ۟
Bu azap, sebepsiz ve haksız değildir. Çünkü Allah, gerçeğin ta kendisi olan kitabı hak olarak, hak ve hakikat anlaşılsın, yaşansın ve hayata egemen olsun diye indirmiştir. Allah'ın gönderdiği hak kitabın hükmünü gizleyerek hakikati örtbas edenlerin hakkı da elbette cehennem azabıdır.

Doğrusu, Allah'ın gönderdiği kitapların bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ederek kitap hakkında ayrımcılık yapanlar, derin bir isyankârlığın pençesinde, haktan çok uzak bir ayrılık içindedirler. [29] Haktan bu kadar uzak bir ayrılık içinde bocalayan bâtıl ehlinin hakkı da azaptır. Bu azaptan kurtulup ebedî saadete ulaşmak için gerçek anlamda hayır ve iyilik ehli olmak gerekir. Peki, asıl hayır ve iyilik nedir?
176
لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّ۪نَۚ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪ ذَوِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِ وَالسَّٓائِل۪ينَ وَفِي الرِّقَابِۚ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَۚ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُواۚ وَالصَّابِر۪ينَ فِي الْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَح۪ينَ الْبَأْسِۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُواۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
Ey insanlar! Yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmeniz bizatihi iyilik ve erdemlilik değildir. İbadetlerde Kâbe'ye veya başka bir tarafa yönelmeniz yahut birtakım dinî formalite ve törenleri yerine getirmeniz amaç ve hedef değil, hedefe götüren bir araçtır. Araç ise, ancak amaca ulaştırdığı takdirde değerli ve önemlidir. İnsanı sahih bir imana ve güzel davranışlara sevk etmeyen, birey ve toplum vicdanında etkisini göstermeyen birtakım kuru ibadet görüntüleri ne erdemli olmanızı sağlar, ne de size Allah katında değer kazandırır.

Asıl iyilikve erdemlilik sahibi odur ki; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve Peygamberlere tüm kalbiyle inanır.

Yüreğinde dünya malına karşı sevgi duymasına rağmen, sırf Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için malının bir kısmını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve kölelerin özgürleştirilmesi uğrunda harcar.

Namazını güzelce kılar, zekâtını verir.

Bir de söz verdiği zaman sözünde duranlar; hele o sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında zorluklara karşı kahramanca göğüs gererek sabreden fedakâr müminler var ya,

İşte onlar doğru sözlü olanlardır; kötülüklerden titizlikle sakınıp korunan gerçek erdem sahibi kullar da yine onlardır. Fakat kişisel ahlâk ve erdemlilik, hukuk kuralları şeklinde toplumsal hayata egemen olmadıkça gerçek anlamda huzur ve mutluluğa ulaşamazsınız:
177
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلٰىۜ اَلْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالْاُنْثٰى بِالْاُنْثٰىۜ فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ اَخ۪يهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَاَدَٓاءٌ اِلَيْهِ بِاِحْسَانٍۜ ذٰلِكَ تَخْف۪يفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌۜ فَمَنِ اعْتَدٰى بَعْدَ ذٰلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Ey iman edenler! Öldürülen kimseler hakkında kısas, yani suçsuz bir insanı kasten öldüren kişinin işlediği suça denk bir ceza olarak öldürülmesi, yetkili merciler tarafından yerine getirilmesi gereken bir yasa olarak size farz kılınmıştır.

Hüre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın kısas edilir. Yani cinayeti kim işlemişse, cezasını da yalnızca o çekmelidir. Katil hür bir insan ise sadece o hür; köle ise sadece o köle; kadın ise yine sadece o kadın cezalandırılmalıdır. Katilin mahkeme tarafından cezalandırılmasını yeterli görmeyip onun akrabalarından, kabilesinden, ailesinden intikam almaya kalkışılmamalıdır. Ve bu suç sabit olduğunda, suçlu kadın da olsa, köle de olsa, efendi de olsa mutlaka cezalandırılmalıdır.

Ancak katil,insanlık ve din yönüyle kardeşi sayılan maktulün varisleri tarafından herhangi bir şekilde affedilirse, o zaman kısas cezası uygulanmaz. Maktulun varislerinden biri dahi affetse kısas düşer. Bu durumda, tarafların İslâm'a aykırı olmayan gelenek ve örfe uyarak aralarında anlaşıp diyet miktarını belirlemeleri ve katilin, kendisini bağışlayan bu insanları bir nebze teselli etmek üzere onlara kan bedelini [30] güzellikle ödemesi gerekir.

Bu bağışlama yetkisinin verilmesi, Rabb'iniz tarafından sizlere bahşedilmiş bir hafifletme ve rahmettir. Fakatbu yetki, sadece maktulün yakın akrabalarına tanınmış bir haktır; yoksa yetkili merciler de dâhil, bir başkasının katilleri affetme yetkisi yoktur.

Ama her kim, bütün bunlara rağmen yine de saldırganlık etmeye kalkışırsa, sözgelimi, katil yerine başkasını öldürürse ya da katili öldürmekle yetinmeyip onun akrabalarına da saldırırsa veya katili affedip diyeti aldıktan sonra onu öldürmeye kalkarsa yahut katil diyeti ödemeye yanaşmazsa, işte onun için de can yakıcı bir azap vardır!

İnsan öldürmek, -öldürülen kişi katil bile olsa- elbette kötü ve istenmeyen bir şeydir. Fakat bir katilin öldürülmesi yüzlerce masum insanın hayatını kurtaracaksa, o zaman bu bir öldürme değil, bilakis hayat kurtarmadır. Yani:
178
وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيٰوةٌ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl ve sağduyu sahipleri! Ki böylece toplumsal güven ve huzuru sağlayarak kötülük ve günahlardan, anarşi ve terörden korunabilesiniz.Yani ilk bakışta bir cana kıyma şeklinde algılanan kısas, caydırıcı bir ceza olarak birçok muhtemel cinayetleri önlediğinden, aslında bir hayat kaynağıdır. Ayrıca, devletin kısası uygulaması veya öldürülen kişinin akrabalarına affetme yetkisi verilmesiyle intikam ateşlerinin söndürülmesi sağlanacak ve çoğu zaman nesiller boyu süregelen ve onlarca masum insanın ölümüne yol açan kan davaları da önlenecektir.
179
كُتِبَ عَلَيْكُمْ اِذَا حَضَرَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ اِنْ تَرَكَ خَيْراًۚ اَلْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَ بِالْمَعْرُوفِۚ حَقاًّ عَلَى الْمُتَّق۪ينَۜ
Ey iman edenler! Sizden birinize ölüm vakti geldiğinde, eğer geride bırakacağı kayda değer miktarda malı varsa ve bırakacağı mirasın adil olarak taksim edilmeyeceğinden endişe ediyorsa, ana babaya ve diğer yakın akrabaya uygun biçimde vasiyet etmenizve bunun için gerekli önlemleri almanız size farz kılınmıştır. Bu, haksızlık etmekten özenle sakınıp korunanlar için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

Daha sonra inen miras âyetleriyle (Nisâ, 4/11-12) buradaki vasiyet zorunluluğu kaldırılmış ve vasiyetin kapsamı daraltılmıştır. Bununla birlikte, gün gelir yeniden mirasın adil bir şekilde taksim edilmeme ihtimali ortaya çıkarsa, bu âyet tekrar devreye girer ve yakın akrabaya vasiyet yine farz olur. Peygamber (sav)'in uygulamalarında da görüldüğü üzere, vasiyetin üç şartı vardır: 1- Vasiyet edilen miktar mirasın üçte birini aşmamalıdır. 2- Mirastan pay alan akrabalar için vasiyet yapılamaz. 3- İslâm'a göre meşru kabul edilmeyen kişi ve kurumlara yapılan vasiyet geçersizdir.
180
فَمَنْ بَدَّلَهُ بَعْدَ مَا سَمِعَهُ فَاِنَّمَٓا اِثْمُهُ عَلَى الَّذ۪ينَ يُبَدِّلُونَهُۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۜ
Her kim vasiyeti işittikten sonra onu değiştirirse, bunun günahı, ancak onu değiştirenlerin boynunadır. Vasiyetin değiştirildiğini bildiği hâlde, vasiyetten haksız pay alan kişi de elbette bundan sorumludur.

İyi bilin ki, Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
181
فَمَنْ خَافَ مِنْ مُوصٍ جَنَفاً اَوْ اِثْماً فَاَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟
Fakat her kim vasiyet eden kişinin yanılmış veya adaletsizlik edip günaha girmiş ve böylece yanlış vasiyette bulunmuş olduğundan endişe eder de, bu durumu mirasçılara güzelce izah ederek veya vasiyette gizlice düzeltmeler yaparak aralarında uzlaşma sağlarsa, ona da bir günah yoktur.

Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
182
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ
Ey iman edenler! Oruç sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi, günah ve kötülüklerden korunabilmeniz için size de farz kılınmıştır. Oruç nefsanî ve şehevî arzuları dizginler, insanı azgınlıktan, kötülükten menedip hayırlı amellere yöneltir. Kalbin Allah'a bağlılığını artırır, ona bir meleklik zevki ve saflığı bahşeder. Orucun bu şekilde birtakım ruhî ve bedenî faydaları; sosyal ve ahlâkî yönden güzel neticeleri bulunmakla beraber, bunların hepsi birer fayda olup, farz oluşunun sebebi ve hikmeti değildirler. Bunun için mümin, bu sayılan faydaları elde etmek amacıyla değil, Allah'ın emrine uyup O'na kulluk görevini yerine getirmek amacıyla orucunu tutmalıdır.
183
اَيَّاماً مَعْدُودَاتٍۜ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَر۪يضاً اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ وَعَلَى الَّذ۪ينَ يُط۪يقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْك۪ينٍۜ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْراً فَهُوَ خَيْرٌ لَهُۜ وَاَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Size farz kılınan bu oruç, belirli ve sayılı günlerdedir. Bu da Ramazan ayının tamamıdır ki, genellikle 30, bazen de 29 gün çeker.

İçinizden her kim hasta veya yolcu olur ve bu sebeple orucunu tutamazsa, Ramazan'dan sonraki diğer günlerde tutamadığı her gün için bir gün kaza etmelidir. Hamile veya süt emziren kadınlar da hasta hükmündedir ve daha sonra kaza etmek üzere Ramazan'da oruç tutmayabilirler. Yolcuların, hastaların, hamile ve süt emziren kadınların oruç tuttukları takdirde zarar görme veya sağlıklarının tehlikeye düşme ihtimali varsa, o zaman oruç tutmamaları gerekir.

Orucun daha sonra kaza edilmesi hükmü, iyileşme ümidi olan hastalar ve yolculuk hâlinde olan kimseler gibi geçici özrü olanlar içindir. İhtiyarlık, bünye zayıflığı, iyileşme ümidi olmayan hastalık gibi sebeplerle oruç tutmakta zorlanan ve bu yüzden ancak sıkıntıyla, güçlükle oruç tutabilen kimselere gelince, onlar ne oruç, ne de kaza ile yükümlüdürler. Onların özürleri devamlı olduğu için, daha sonraki günlerde orucu kaza etme imkânları yoktur. Bunlar, tutamadıkları her gün için, imkânlarının elverdiği ölçüde bir yoksulu doyurarak fidye vermelidirler. Bir günlük orucun fidyesi, kendi ailesine yedirdiği ölçüde bir günlük yiyeceği veya buna denk parayı bir fakire vermektir. Böyle devamlı özürlü olan kişi eğer fakir ise, fidye vermesi de gerekmez.

Fakat her kim vermesi gerekenden daha fazla fidye verip daha çok fakiri doyurarak gönülden bir iyilik yaparsa, elbette bu kendisi için daha hayırlıdır.

Bununla birlikte, eğer orucun size kazandıracağı dünyevî ve uhrevî yararları biliyorsanız, tüm zorluğuna rağmen oruç tutmanız, sizin için fidye vermekten daha iyidir. Bu hüküm, oruç tutmalarında sağlık açısından bir sakınca bulunmayan kimseler için geçerlidir. Oruç tuttukları takdirde hastalıkları artacak, sıhhatleri bozulacak olan kimselere gelince, onlar oruç tutmayıp fidye vermelidirler. Bu tehlikeyi bile bile oruç tutup zarar gördükleri takdirde, sevap yerine günah kazanmış olurlar. Ancak böyle devamlı özürlü olan kimseler oruçtan dolayı sağlık sorunları yaşamayacaklarsa, oruç tutmaları fidye vermelerinden daha hayırlıdır. Zira İslâm ümmetinin büyük bir coşku içinde yaşadıkları Ramazan ayı öyle muhteşem, öyle rahmet ve bereketlerle dolu bir aydır ki:
184
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Oruç tutmanız gereken o sayılı günler, Ay takvimine göre Ramazan ayıdır ki, insanlığa yol göstermek, hidâyetin apaçık delillerini ve doğruyu yanlıştan ayırt etmenin şaşmaz ölçüsü olan Furkan'ı beyan etmek üzere, Kur'ân ilk olarak o aydakiKadir Gecesi'nde indirilmiştir. Ve her Ramazan ayında Kur'ân adeta yeniden nâzil olurcasına, şefkat ve rahmetiyle İslâm ümmetini dört bir yandan kucaklamaktadır.

O hâlde, içinizden her kim o aya sağ salim erişirse, onu baştan sona oruçlu geçirsin.

Fakat her kim hasta veya yolcu olursa, tutamadığı gün sayısınca diğer günlerde orucunu kaza etsin. Unutmayın ki, Allah bu ibadetleri sizin iyiliğiniz için ve size olan merhametinden dolayı emretmiştir:

Zira Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. Size emrettiği ibadetleri kendinizi zorlamadan, huzur ve huşu içinde yerine getirmenizi ister; sıkıntıya düşüp zarar görmenizi istemez. Bundan dolayıdır ki, oruç günleri olarak belirlenen sayıyı diğer günlerde kaza ederek veya fidye vererek tamamlamanız, size öğrettiği şekilde kendisini saygıyla anıp yüceltmeniz ve bunca nimetleri karşılığındaO'na şükretmeniz için her türlü kolaylığı gösterir. Zira Allah, kullarına karşı çok merhametlidir. Onların ihtiyaçlarını, zaaflarını, arzu ve isteklerini bilmekte, dualarını işitmektedir:
185
وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
Ey Peygamber! Eğer kullarım sana beni sorarlarsa, şunu hiç iyi bilsinler ki, ben insana şah damarından daha yakınım. O hâlde, hiçbir aracıya başvurmadan, doğrudan bana yalvarıp benden istesinler. Çünkü ben, bana dua edip yalvaranın yakarışına cevap veririm. Kullarımın dualarını işitir, değerlendirir ve uygun görürsem gerçekleştiririm. Fakat kendisi için faydalı olduğunu düşünerek benden istediği şey aslında zararlıysa, o zaman o arzusunu gerçekleştirmez, ama yine de duasının mükâfatını ona mutlaka veririm.

Öyleyse, onlar da benim çağrıma uyup bana ve gönderdiğim kitaplara iman etsinler ki, böylelikle dünyada doğruluk ve olgunluğa, âhirette ebedî saadete ulaşabilsinler.

Başlı başına bir ibadet olan dua, kulun acziyetini itiraf ederek Rabb'inin huzurunda boyun eğmesi ve tüm benliğiyle O'nu zikretmesidir. Bunun için, "Allah benim durumumu ve ne isteyeceğimi zaten biliyor." diyerek duadan uzak kalınmamalıdır. Zira Allah, kullarına vereceği nimetleri muayyen sebep ve şartlara bağlamıştır. Bilgi sahibi olmak için çalışıp öğrenmeyi, ürün elde etmek için ekip biçmeyi, cennete girebilmek için inanıp iyi işler yapmayı vesile kıldığı gibi, birtakım hayırları elde etmek için kendisine dua etmeyi sebep ve vesile kılmıştır. Öyleyse, ibadetlerin özü olan duadan gâfil kalınmamalı, O'na el açıp yalvarmalı, istenilen her şey yalnızca O'ndan istenmelidir. Fakat bütün bunları yaparken de gereksiz yükümlülükler icat ederek hayatı çekilmez hâle getirmekten kaçınmalıdır:

Allah tarafından herhangi bir yasaklama getirilmediği hâlde, bazı Müslümanlar oruç gecelerinde cinsel ilişkinin yasak olduğuna inanıyorlardı. Bununla birlikte, zaman zaman kendilerine hâkim olamayıp bu yasağı çiğniyorlardı. İşte bu yanlış anlayışı düzeltmek ve konuya açıklık getirmek üzere, aşağıdaki âyetler nazil oldu:
186
اُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ اِلٰى نِسَٓائِكُمْۜ هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَاَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّۜ عَلِمَ اللّٰهُ اَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ اَنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْۚ فَالْـٰٔنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْۖ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِۖ ثُمَّ اَتِمُّوا الصِّيَامَ اِلَى الَّيْلِۚ وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ وَاَنْتُمْ عَاكِفُونَۙ فِي الْمَسَاجِدِۜ تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَقْرَبُوهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ اٰيَاتِه۪ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
Oruç geceleri kadınlarınızla birlikte olmanız size helâl kılınmıştır. Zira onlar sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü gibisiniz. Yani doğal olarak eşinizle içli dışlı olur, birbirinize sarılıp kucaklaşırsınız.

Allah, sizin gereksiz yasaklamalarlaboş yere sıkıntılar üreterek kendinize haksızlık ettiğinizi bildiğinden, tövbenizi kabul ederek sizi bağışlamıştır.

Bundan böyle, Ramazan gecelerinde dahî onlara yaklaşabilir, Allah'ın sizin için takdir ettiği ve uygun gördüğü cinsel lezzet elde etme ve çocuk sahibi olma ve gibi nimetlerini arzu edebilirsiniz.

İşte böyle oruç gecelerinde, şafağın beyaz çizgisi siyah çizgisinden sizce seçilinceye, yani tan yeri ağarıp ufuktaki şafak çizgisi iyice belirginleşinceye kadar yiyip içebilir ve dilerseniz eşinizle birlikte olabilirsiniz.

Şafak söktükten sonra, yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durarak akşam güneş batıncaya kadar oruca devam edin.

Oruç tuttuğunuzu günün gecesinde eşinizle birlikte olabilirsiniz. Fakat Ramazan ayında mescitlerde veya evlerinizdeki mescit odalarında ibadete çekildiğiniz sırada, yani itikâf hâlindeyken, ne gece ne de gündüz vakti kadınlarınıza yaklaşmayın.

Bunlar, bizzat Allah'ın belirlediği yasalar ve çizdiği sınırlardır. O hâlde, bu sınırları çiğnemek şöyle dursun, onlara yaklaşmayın bile.

İşte Allah insanlara, günah ve kötülüklerden sakınıp korunabilsinler diye âyetlerini böyle açıklıyor.

Yeme içme yasağı sadece Ramazan ve oruç için geçerli değildir. Yenilmesi haram kılınan başka şeyler de vardır:
187
وَلَا تَأْكُلُٓوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُوا بِهَٓا اِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُوا فَر۪يقاً مِنْ اَمْوَالِ النَّاسِ بِالْاِثْمِ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ۟
Ey iman edenler! Aranızda mallarınızı haksız yollarla yemeyin! İnsanların servetlerinden bir kısmını günah yoluyla yemek için, hem de bunun günah olduğunu bile bile, hâkimlere ve yöneticilere rüşvet vermeye kalkmayın!
188
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِۜ قُلْ هِيَ مَوَاق۪يتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّۜ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقٰىۚ وَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ اَبْوَابِهَاۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Ey Muhammed! Sana hilallerin niçin sürekli değişip durduğunu,yani ayın geçirdiği evreleri ve bunun hikmetini soruyorlar. De ki: "Onlar, doğal bir takvim olarak insanların yıl, ay ve günleri belirlemesine yarayan ve hem yapacakları işlerin, hem de oruç ve hac ibadetinin vaktini gösteren ölçülerdir."
189
وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ الَّذ۪ينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُواۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ
Ey iman edenler! Size karşı düşmanlık beslemeyen, sizinle iyi geçinmek isteyen toplumlarla barış içinde yaşayın. Fakat size saldıran, yurdunuzu işgal eden ve size savaş açanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın! Ancak taşkınlık edip haksız yere saldırmayın! Hiç kuşkusuz Allah, saldırganlık edenleri sevmez.
190
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَاَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِۚ وَلَا تُقَاتِلُوهُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتّٰى يُقَاتِلُوكُمْ ف۪يهِۚ فَاِنْ قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْۜ كَذٰلِكَ جَزَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ
Size saldıranlarla harp meydanında savaşırken, onları gördüğünüz yerde öldürün. Sizi zorla çıkardıkları yerden, siz de onları sürüp çıkarın. Anayurdunuz Mekke'den sizi nasıl sürgün ettilerse, siz de onları oradan sürüp çıkarın. Gerçi savaşmak, son derece meşakkatli ve istenmeyen bir şeydir. Fakat zulüm ve haksızlıkları engellemenin başka yolu kalmamışsa, o zaman savaşmak en asil, en erdemlice davranış olur. Çünkü küfür ve şirk temeline dayanan ve yeryüzünde inkârcılığın, zulmün, fesadın yaygınlaşmasına sebep olan şer güçlerin dünyaya egemen olması, yani fitne, adam öldürmekten kötüdür.

Bununla birlikte, Mescid-i Haram civarında düşmanlarınız size saldırmadıkları sürece, siz orada onlarla savaşmayın. ZiraMescid-i Haram, Allah tarafından kutsal ve güvenli ilan edilen bir bölgedir. Ama eğer bu bölgenin kutsallığını ihlal edip size saldırırlarsa, siz de karşı saldırıda bulunun ve onları yakaladığınız yerde öldürün! İşte yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kâfirlerin cezası budur!
191
فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Ancak düşmanlık ve saldırganlıktan vazgeçerlerse, onları affedip serbest bırakın. Unutmayın ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Zalimlerle yapılan mücadele ne zaman sona erer, bilir misiniz?
192
وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ لِلّٰهِۜ فَاِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِم۪ينَ
Ey iman edenler! İslam'a ve Kur'ân'a karşı savaş açan, insanî ve ahlakî değerleri hiçe sayan, baskı ve işkencelerle inanç, ibadet ve düşünce özgürlüğüne zincir vuran bütün fitne ve kötülük odakları tamamen yok edilip ortadan kaldırılıncaya ve hayatın her alanında mutlak otorite ve egemenlik anlamına gelen din, tamamenve yalnızca Allah'ın iradesine uygun bir hâle gelinceye ve böylece Kurân'ın öngördüğü adâlet, özgürlük ve barış ortamı tüm dünyada egemen oluncaya kadar onlarla savaşın!

Fakat zulüm ve haksızlıktan vazgeçerlerse, o zaman onlarla barış içinde yaşayın. Zira düşmanlık, sadece zalimlere karşı gösterilmelidir. Dostunuzu düşmanınızı belirlerken temel ölçünüz dürüstlük ve adalet olmalı; insanlarla kâfir ve dinsiz oldukları için değil, zalim ve saldırgan oldukları için savaşmalısınız. Dürüst ve adil kimseler kâfir bile olsalar, onlarla barış içinde yaşamalısınız. İlâhî iradeye başkaldırarak haksızlık ve zulme sapanlara gelince, bunlar hangi dine, hangi ırka, hangi toplumsal sınıfa mensup olurlarsa olsunlar, karşılarında sizin öfke ve düşmanlığınızı bulmalıdırlar.

Arap geleneklerine göre Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında her ne sebeple olursa olsun savaşmak haram kabul ediliyordu. Temel amaçlarından biri yeryüzünde barış ve esenliği sağlamak olan İslâm Dini, bizzat Allah tarafından Hz. İbrahim'e emredilen ve onun aracılığıyla bütün Arabistan'a yayılan bu güzel uygulamanın aynen sürdürülmesini ve bu aylarda savaş yasağına uyulmasını ister. Ancak bu yasak düşman tarafından çiğnendiği takdirde, onlara da gereken karşılık verilmelidir:
193
اَلشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌۜ فَمَنِ اعْتَدٰى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدٰى عَلَيْكُمْۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ
Savaş yasağına uymanız gereken haram ay, ancak düşmanlarınızın uyduğu haram aya karşılık olmalıdır. Yani muhatabınız hangi aya hürmet gösterip ondaki savaş yasağına uyuyorsa, siz de o aya hürmet gösterip yasağa uymalısınız. Onların hürmet göstermediği haram aylarda, siz tek taraflı olarak ateşkes ilan etmek zorunda değilsiniz. Çünkü yasaklara saygı, karşılıklı olmalıdır.

Öyleyse, haram aylarda size saldıranlara karşı, size saldırdıkları ölçüde saldırın; fakat sakın aşırıya gidip haksızlık etmeyin. Aksi hâlde, Allah'a başkaldıran o zalimlerle aynı konuma gelirsiniz. Dikkat edin, Allah'a karşı gelmekten ve insanlara haksız yere saldırmaktan sakının. Bilin ki Allah, her türlü günah, zulüm ve haksızlıktan sakınanlarla beraberdir.
194
وَاَنْفِقُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا تُلْقُوا بِاَيْد۪يكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِۚۛ وَاَحْسِنُواۚۛ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ
Malınızı ve canınızı Allah yolunda harcayın da, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Çünkü cimrilik eder de, zalimlere karşı yapılan mücadeleyi malınızla canınızla desteklemezseniz, hem bu dünyada hem de ahirette zillet ve perişanlığa mahkûm olursunuz.

Bunun için, yaptığınız her işi en güzel, en uygun şekilde yapın ve her hususta iyilikle, güzellikle davranın. Hiç kuşkusuz Allah, güzel davrananları sever. Sizden asıl istenen iyiliktir. Bunun için yıkmayı ve yok etmeyi değil; onarmayı, ıslah etmeyi ve kazanmayı amaç edinin. Kötülükleri en güzel biçimde gidermeye çalışın. Savaşmak gerektiği zaman da, tam hakkını vererek, en güçlü silahları ve en ileri taktikleri kullanarak Hak yolunda savaşın.
195
وَاَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّٰهِۜ فَاِنْ اُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِۚ وَلَا تَحْلِقُوا رُؤُ۫سَكُمْ حَتّٰى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُۜ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَر۪يضاً اَوْ بِه۪ٓ اَذًى مِنْ رَأْسِه۪ فَفِدْيَةٌ مِنْ صِيَامٍ اَوْ صَدَقَةٍ اَوْ نُسُكٍۚ فَاِذَٓا اَمِنْتُمْ۠ فَمَنْ تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ اِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِۚ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلٰثَةِ اَيَّامٍ فِي الْحَجِّ وَسَبْعَةٍ اِذَا رَجَعْتُمْۜ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌۜ ذٰلِكَ لِمَنْ لَمْ يَكُنْ اَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ۟
Ey müminler! Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. İbadetler başta olmak üzere, başladığınız her işi en güzel biçimde bitirmeye çalışın. Hiçbir işinizi yarım ve eksik bırakmayın ve yaptığınız işleri yalnız Allah için yapın. Umre farz olmamakla birlikte, eğer umreye başlanmışsa, sonuna kadar tamamlanması gerekir. Zira hiçbir ibadet, nasıl olsa farz değildir diye sebepsiz yere yarım bırakılamaz. Aynı şekilde gerek farz gerek nafile hacca niyet edenin de, haccını tamamlaması gerekir.

Fakat eğer başladığınız hac veya umreyi tamamlamaktan sizi alıkoyan düşman, hastalık, doğal afet gibi bir engelle karşılaşırsanız, o zaman gücünüzün yeteceği bir kurban kesmeli veya yapabilirseniz, böyle bir kurbanı kesilmek üzere Kâbe'ye göndermelisiniz. Kurbanlık hayvan bulamazsanız, onun bedelini göndermeli veya bulunduğunuz yerdeki yoksullara vermelisiniz. Yarım kalan hac veya umrenizi bu şekilde tamamlamış olursunuz.

Bu arada, kurbanlık hayvan kesileceği yere ulaşıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin. Çünkü hacı adayı ihrama girdikten sonra kurban kesip ihramdan çıkıncaya kadar tıraş olmamalı, koku sürünmemeli, tırnağını kesmemelidir. Ancak kurban gönderen kişi, kurbanının yerine ulaşıp kesildiğine kanaat getirdiği zaman başını tıraş edip ihramdan çıkabilir.

Fakat sizden her kim tıraş olmaya, koku sürünmeye veya elbise giymeye muhtaç olacak şekilde hastalanır veya başında yara, saçkıran, bitlenme gibi bir rahatsızlık meydana gelir ve bu yüzden saçlarını keserek ihramdan çıkmak zorunda kalır ise, ya üç gün oruç tutarak yahut gücü ölçüsünde sadaka vererek veya maddî imkânlarına göre bir deve, sığır, koyun veya keçi kurban ederek fidye vermelidir. Bu hüküm, ister hac yolunda bir engelle karşılaşsın, ister Kâbe'ye ulaşsın, ihramdan çıkmasını gerektirecek bir mazereti olan bütün hacılar için geçerlidir.

Eğer haccınızı tamamlamanıza mani olan hastalık, kaza, düşman gibi engellerden kurtulup güvene kavuşursanız, hac mevsimine kadar umreden yararlanmak isteyen, yani hem Kâbe'ye gelmişken umre yapıp sevabını kazanmak, hem de umreden sonra ihramdan çıkarak, hac başlayana dek ihram yasaklarından muaf kalmak ve ihram yasaklarından yararlanmak suretiyle temettü haccı yapmak isteyen kişi, kurban günlerinde gücünün yettiği bir kurban kesmelidir.

Kurban edebileceği herhangi bir hayvan bulamayan ise, üç gün hacda, yedi gün de memleketine döndüğü zaman olmak üzere, toplam on gün oruç tutmalıdır. Hacdaki üç günlük orucun, Zilhicce'nin 7, 8 ve 9. günlerinde tutulması müstehaptır. Ancak sağlık durumu müsait olmayanların oruç tutmalarına gerek yoktur.

Bu hükümler, kendisi veya ailesi Mescid-i Harâm'da oturmayan kimseler içindir. Çünkü Mekke'de ve çevresindeki kutsal Harem Bölgesi'nde yaşayanlar için hacdan önce umre yapma, yani temettü haccı yoktur. Dolayısıyla, onlara fidye ve oruç da yoktur. Ayrıca onların sürekli olarak ihramlı hâlde bulunmaları da mümkün değildir. Bütün bu hükümler, size şu bilinci kazandırmak içindir:

Allah'tan gelenemir ve uyarılar karşısındason derece titiz ve duyarlı olun, O'na karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah'ın azabı çok şiddetlidir. Hac ile ilgili diğer ayrıntılara gelince:
196
اَلْحَجُّ اَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌۚ فَمَنْ فَرَضَ ف۪يهِنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّٰهُۜ وَتَزَوَّدُوا فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوٰىۘ وَاتَّقُونِ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْبَابِ
Hac, öteden beri bilinen aylardadır. Bunlar da herkesçe bilindiği üzere Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk on günüdür. Hac ile ilgili ibadetler yalnızca bu sınırlı süre içinde yapılabilir. Hac vaktinden önce hac için ihrama girmek caiz ise de, Peygamber (as)'ın uygulamasına aykırı olduğu için mekruhtur.

Her kim o aylarda ihrama girmek, telbiye getirmek veya kurbanlık göndermek suretiyle haccı tamamlamayı kendisine gerekli kılarsa, şunu iyi bilsinki, hac sırasında kadına yaklaşmak, günah işlemek, kavga ve münakaşa etmek yoktur. Gerçi günah işlemek ve kavga etmek her zaman yasaktır ama, bunlar hac esnasında işlenirse çok daha büyük günaha sebep olurlar.

Öyleyse iyi ve yararlı işler yapın. Unutmayın ki, her ne iyilik yaparsanız, Allah onu bilmektedir ve karşılığını muhakkak verecektir.

Bir de, kendiniz için azık hazırlayın. "Allah'a tevekkül ediyoruz!" diyerek hac yolculuğu için gereken hazırlıkları ihmal etmeyin. Fakat her zaman ve her yerde olduğu gibi, hac yolculuğunda da kuşkusuz en iyi azık, kişiyi kötülüklerden, günahlardan koruyarak iyiliklere, güzelliklere sevk eden ihlâs ve samimiyet, yani takvadır.

O hâlde, bana karşı gelmekten sakının ey akıl sahipleri!
197
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَبْتَغُوا فَضْلاً مِنْ رَبِّكُمْۜ فَاِذَٓا اَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ عِنْدَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِۖ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدٰيكُمْۚ وَاِنْ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلِه۪ لَمِنَ الضَّٓالّ۪ينَ
Bu arada, hac esnasında ticari, kültürel, siyasi ve bilimsel etkinliklerde bulunarak Rabb'inizin lütuf ve nimetini aramanızda size bir günah yoktur. İslam'a göre hac ibadetini yerine getirirken aynı zamanda bu tür faaliyetlerde bulunmanın hiçbir mahzuru yoktur.

Arafat'tan Müzdelife'ye doğru sel gibi akın akın inerken, Müzdelife'de bulunan Meşar-i Harâm'ın yanında akşam ve yatsı namazlarını birlikte kılarak, Kur'ân okuyarak ve telbiyeler getirerek Allah'ı anın.

Fakatatalarınızdan gördüğünüz gibi değil, Allah'ın size gösterdiği biçimde onu anın! Size doğruları ve güzellikleri öğrettiği için Rabb'inizin adını yücelterek O'na şükredin. Gerçek şu ki, bundan önce siz, doğru yolu şaşırmış kimselerden idiniz. Rabb'iniz sizi bu âyetlerle eğitip olgunlaştırmadan önce, siz iman ve ibadetten habersiz idiniz.
198
ثُمَّ اَف۪يضُوا مِنْ حَيْثُ اَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Sonra Müzdelife'den Mina'ya doğru yönelin. Bu arada, mensup olduğunuz ırk, sınıf veya sosyal statü sebebiyle kibirlenip halktan ayrı durmayın. Siz de insanların akın akın gittiği yerden gidin ve hatta kibirlenmek şöyle dursun, günahlarınızdan dolayı Allah'tan bağışlanma dileyin. Doğrusu Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
199
فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَذِكْرِكُمْ اٰبَٓاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ ذِكْراًۜ فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ
Hac ibadetlerinizi bitirince, tıpkı Cahiliye Devri'nde atalarınızı üstün meziyetleriyle överek andığınız gibi, hatta daha büyük bir coşkuyla Allah'ı anın.

İnsanlardan öyleleri vardır ki, "Ey Rabb'imiz, bize vereceğini bu dünyada ver!" diye dua eder ve yaşantılarını bu temel düşünceye göre biçimlendirirler. Onlara, âhiretteki ebedî nimetlerden hiçbir pay yoktur.
200
وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
Buna karşılık öyle insanlar da vardır ki, "Ey Rabb'imiz! Bize dünyada da ahirette de iyilikler bahşet ve bizi cehennem azabından koru!" diye duaederler.
201
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ نَص۪يبٌ مِمَّا كَسَبُواۜ وَاللّٰهُ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
İşte onlara, kazandıklarından bir pay vardır. Rablerinden hem dünyada hem de ahirette iyilikler isteyen bu insanlara, işledikleri salih amellere ve yaptıkları samimi dualara karşılık, dünya ve âhirette paylarına düşen mutluluk ve nimetler mutlaka verilecektir. Hiç kuşkusuz Allah, iyilikleri ve kötülükleri asla karşılıksız bırakmayan,yeri ve zamanı geldiğinde hesabı çabuk görendir.
202
وَاذْكُرُوا اللّٰهَ ف۪ٓي اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍۜ فَمَنْ تَعَجَّلَ ف۪ي يَوْمَيْنِ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۚ وَمَنْ تَاَخَّرَ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۙ لِمَنِ اتَّقٰىۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Ey müminler! Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kurban bayramının ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerini Mina'da tekbirler getirerek, dualar ve zikirler ederek, şeytan taşlayarak geçirin.

Her kim acele edip bayramın ikinci ve üçüncü günlerinde bu ibadetleri tamamlayıp iki gün içinde memleketine hareket etmek üzere Mina'dan Mekke'ye dönerse, ona bir günah yoktur.  

Kim de şeytan taşlamayı üçüncü güne, yani bayramın dördüncü gününe ertelerse,  kötülüklerden dikkatlice sakınıp korunduğu takdirde ona da günah yoktur. Mina'dan Mekke'ye, kurban bayramının üçüncü veya dördüncü gününde dönebilirsiniz. Önemli olan Mina'da kaldığınız gün sayısı değil, niyet ve davranışlarınızdaki güzelliktir.  

Bu yüzden, Allah'tan gelen emirlere harfiyen riayet ederek kötülüğün her çeşidinden titizlikle sakının ve bilin ki, hepinizyaptıklarınızın hesabını vermek üzereeninde sonunda O'nun huzurunda toplanacaksınız.

200-201. âyetlerde, Allah'tan sadece dünya nimetlerini isteyen kötü insan modeli ile hem dünyada hem âhirette iyilik isteyen iyi insan modeli anlatılmıştı. Aşağıdaki dört âyette ise, kötülüğün ve iyiliğin en uç noktasında bulunan iki insan karakteri ele alınmaktadır:
203
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا ف۪ي قَلْبِه۪ۙ وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَامِ
İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatıyla ilgili sözleri senin hoşuna gider. Üstelik insanları aldatmak için, kendisinin ne kadar iyi niyetli ve samimi olduğu konusunda yeminler ederek kalbindeki duygu ve düşüncelerin samimiyetine Allah'ı şahit tutar. Hâlbuki o, gerçekte en tehlikeli düşmandır. Çünkü keskin zekâsı ve tatlı diliyle kamuoyunu yanıltarak insanları dilediği gibi yönlendirmektedir.
204
وَاِذَا تَوَلّٰى سَعٰى فِي الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ ف۪يهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ
Bu yapmacık sözlerinden sonra günlük yaşantısına dönüp gidince, hele bir de güç ve yetki elde edip yönetimi ele geçirince, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Bencillik ve açgözlülüğü yüzünden, doğayı tahrip edecek, sağlıklı ve erdemli bir neslin yetişmesini önleyecek, verimli bir üretimi ve adil paylaşımı baltalayacak eylemlerde bulunur. Oysa Allah bozgunculuğu ve fesadı sevmez.
205
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْاِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُۜ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ
Ona, "Allah'tan kork da yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan, ekini ve nesli yok etmekten vazgeç!" dense, kendini kaptırdığı o ahmakça gururu, onu iyice günaha sürükler. Artık ona cehennem yeter, ne kötü bir yataktır o!
206
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ
İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için O'nun uğrunda canını, malını ve tüm varlığınıseve seve feda eder. Allah da kullarına karşı çok şefkatlidir ve bu fedakârca davranışı elbette ödüllendirecektir. Onun için:
207
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَٓافَّةًۖ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
Ey iman edenler, hepiniz topyekün İslâm'a girin! Bütün varlığınızla ve tam bir teslimiyetle Allah'a boyun eğin. Her şeyinizi tümüyle O'na adamak suretiyle barış, esenlik ve huzurun teminatı olan ve bir tek Allah'a boyun eğme esasına dayanan İslâm'a girin. Bu teslimiyet, yüce Allah'ın hükmüne ve yazgısına razı olmayan en ufak bir düşünce, duygu, niyet, eylem, arzu ve endişe kırıntısına yer vermeyen kesin bir teslimiyet olmalıdır. Hayatınızı, bir bölümünde Allah'a, diğer bölümünde başka varlıklara itaat edecek şekilde parçalara ayırmayın. Düşüncelerinizi, kültürünüzü, biliminizi, ekonominizi, siyasetinizi, aile hayatınızı, hukukunuzu, eğitim sisteminizi; kısacası her yönüyle hayatınızı Allah'ın gönderdiği kurallara göre düzenleyin. Sakın Allah'ın emir ve uyarılarımı gözardı edip de şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır.
208
فَاِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
Size bunca açık deliller geldikten sonra haktan sapacak olursanız, şunu iyi bilin ki, Allah azîz ve hakîmdir. Günahkârları cezalandırma kudretine sahiptir ve onlarla nasıl ilgileneceğini çok iyi bilir. Zira O, sonsuz kudret ve hikmet sahibidir. Hükmüne karşı gelinemez; dilediğini yapar, emrini derhal yerine getirir. Bununla birlikte, hikmet ve adalet sahibidir. Yaptığını hikmetle, yerli yerince ve sağlam olarak yapar. İnsanların İslâm nizamı altında barış ve selamet içinde yaşaması da hikmetindendir. Eğer günahkârları hemen cezalandırmayıp geriye bırakıyorsa, bu da hikmetindendir.

Evet, hak ve hakikat apaçık ortadayken, o inkârcılar Allah'ın kelamına iman ve itaat etmek için daha ne bekliyorlar?
209
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَأْتِيَهُمُ اللّٰهُ ف۪ي ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَقُضِيَ الْاَمْرُۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟
Yoksa onlar, beyaz buluttan örtüler, tüller ve gölgelikler içinde Allah'ın ve meleklerin onlara gelmesini ve nihaî hükmün verilip işlerinin bitirilmesini mi bekliyorlar? Acaba bu insanlar, kendilerine vaad edilen korkunç gün gelip çatıncaya kadar inatlarını sürdürüp bekleyecekler mi? Şunu iyi bilin ki,bütün işler zorunlu olarak Allah'a döndürülür. Her konuda son sözüsöyleyecek, nihaî hükmü verecek olan Allah'tır. Madem her şey ister istemez O'nun huzuruna gidecektir, o hâlde O'na sığınıp emirlerine boyun eğmekten başka çareniz yoktur.
210
سَلْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ كَمْ اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ اٰيَةٍ بَيِّنَةٍۜ وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُ فَاِنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ
Aksine davrananların nasıl bir akıbete uğradığını görmek istersen, İsrailoğulları'na sor; onlara hak ve hakikati açıkça gösteren nice mucizeler ve nice açık deliller vermiştik de, hepsini bile bile inkâr etmişlerdi. Bundan dolayı da dünya ve âhirette lanete uğramışlardı.

Kim Allah'ın İslam ve iman nimeti kendisine ulaştıktan sonra onu inkâr ve isyankârlık ile değiştirirse, şunu iyi bilsin ki, Allah'ın azabı çok şiddetlidir.

İnsanın inkâr bataklığına saplanmasının en önemli sebebi şudur:
211
زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۢ وَالَّذ۪ينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
İnkâr edenlere dünya hayatı süslü gösterilmiştir. Onlar dünya nimetlerden uygun biçimde faydalanarak bunları kendilerine bahşeden yüce Yaratıcı'ya şükredecekleri yerde, gözlerini sadece bu nimetlere diker ve sahip oldukları mal ve servetle gurura kapılarak inananlarla alay ederler.

Oysa kötülükten, haksızlıktan titizlikle sakınıp korunan o takva sahipleri, Diriliş Günü'nde onlardan çok daha üstün konumda olacaklardır.

Hiç kuşkusuz Allah, dilediğine hadsiz hesapsız rızıklar bahşeder. Öyleyse, bütün nimetlerin Allah'tan geldiğini bilin; şımarıp insanları küçümseyerek, haktan yüz çevirip inkâra saparak bölücülüğe, ayrımcılığa yol açmayın. Hatırlayın ki:
212
كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّ۪نَ مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۖ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ ف۪يمَا اخْتَلَفُوا ف۪يهِۜ وَمَا اخْتَلَفَ ف۪يهِ اِلَّا الَّذ۪ينَ اُو۫تُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْياً بَيْنَهُمْۚ فَهَدَى اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا ف۪يهِ مِنَ الْحَقِّ بِاِذْنِه۪ۜ وَاللّٰهُ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
İnsanlar, başlangıçta yalnızca Allah'a ibadet eden ve aynı inanç ve ilkeler etrafında birleşen bir tek ümmet idi. Dinlerin çok tanrıcılıktan tek tanrı inancına doğru evrimleştiğini öne süren materyalistlerin iddiasının aksine, Allah ilk insan Âdem (as)'ı yarattığında, O'na Hak Dini vahyederek doğru yolu göstermişti. Âdem (as)'ın torunları, uzun bir süre onun yolunda gitmişler ve hepsi de bir ve aynı ümmete bağlı kalmışlardı. Fakat sonraları hak dinden sapmalar başlayınca, insanlar birbirine düşman gruplara ayrıldılar. Bunun üzerine Allah, insanlığın sapmaya başladığı her yol ayrımında, hak dinde sebat edenleri her iki âlemde kurtuluş ile müjdeleyen ve bâtıl yollara sapıp ayrılık çıkaranları dünyada zillet, âhirette cehennem azabı ile uyaran peygamberleri gönderdi. O peygamberlerle birlikte, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmeleri için, hak ve hakikati ortaya koyan Kitab'ı indirdi. İşte bugün de aynı amaçla size bu Kur'ân'ı göndermiş bulunuyor.

Fakat Kitap verilen Hristiyanlar ve Yahudiler, kendilerine gerçeği gösteren apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki ihtiras ve azgınlıktan dolayı Allah'ın dinini paramparça ederek onda ayrılığa düştüler. Böylece Allah, onların ihtilafa düştükleri o hakikate, kendi izni ve iradesiyle Son Peygambere ve Kur'ân'a iman edenleri ulaştırdı. Çünkü Allah, hangi ırktan ve hangi toplumdan olursa olsun, hak dinin sancağını taşımaya lâyık gördüğü ve başarıya, kurtuluşa, zafere ulaşmasını dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir

Demek ki insanlık tarihi, iyilerle kötüler arasında süregelen ve kıyamete kadar sürecek olan çetin bir mücadeleden ibarettir. Bu mücadelede başarılı olup ebedî saadete ulaşmak için birçok zorluklara göğüs germek, zalimlerin baskı ve işkencelerine sabretmek zorunda kalacaksınız.
213
اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ
Yoksa siz ey iman edenler, sizden önceki ümmetlerin başına gelen sıkıntılar, bela ve musibetler sizin de başınıza gelmeden, öyle kolayca cennete girebileceğinizi mi sandınız? Hayır; cennete girmenin bir bedeli vardır ki, sizden önceki ümmetler bu bedeli ödediler:

Onlar öyle zorluk ve sıkıntılarla karşılaşmış, öylesine ağır ve çetin imtihanlarla sarsılmışlardı ki, nihayet o zamanki peygamber ve beraberindeki müminler, "Artık dayanacak gücümüz kalmadı, Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek hâle gelmişlerdi. Dayanın, sabredin! Şunu iyi bilin ki, Allah'ın yardımı pek yakındır!
214
يَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَۜ قُلْ مَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَ وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ
Ey Muhammed! Sana, Allah yolunda hangi tür mallardan vereceklerini, ne harcayacaklarını soruyorlar. Onlara de ki: "Hayır olarak her ne verirseniz verin fark etmez, yeter ki temiz ve helal mallardan olsun. Fakat asıl önemli olan, bunun kimlere verileceğidir. Bu vereceğiniz mallar, ana baba, diğer akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Öyleyse, az çok demeyin iyilik edin.Unutmayın ki, her ne iyilik yaparsanız Allah onu bilmektedir ve karşılığını mutlaka verecektir."
215
كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـٔاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـٔاً وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ۟
Ey müminler! Her ne kadar hoşunuza gitmese de, zulüm ve haksızlıklara karşı Allah yolunda savaşmak size farz kılınmıştır. Gerçi savaşın sıkıntı ve acılarına katlanmak zordur ve savaşmak, ölmek, öldürmek aslında kötü bir şeydir. Fakat zulmü engellemenin başka bir yolu kalmamışsa, daha büyük acıları önlemek için gerekirse savaşılmalıdır. Çünkü sizin hoşlanmadığınız bir şey, aslında sizin için hayırlı olabilir; hoşunuza giden bir şey de sonuç itibariyle sizin için kötü olabilir. Neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu en iyi Allah bilir, siz bilemezsiniz. Öyleyse,bilgi ve tecrübesi sınırlı olan insanoğlu, her şeyi bilen Allah'ın rehberliğine muhtaçtır.

Hz. Peygamberin keşif amacıyla gönderdiği Abdullah bin Cahş komutasındaki sekiz kişilik bir gözcü grubu, müşriklere ait küçük bir ticaret kervanıyla karşılaşmıştı. Savaşmanın haram olduğu Recep ayına henüz girmediklerini sanan Müslümanlar, geçmişte uğradıkları işkencelerin ve haksız yere yurtlarından sürülmenin intikamını alma hırsıyla kervana saldırarak müşriklerden birini öldürdüler, ikisini de esir alıp ganimetlerle Medine'ye döndüler. Müşriklerin, Hz. Peygamber'in ve müminlerin asla onaylamadığı bu olayı fırsat bilerek Müslümanlar aleyhinde yoğun bir propagandaya girişmesi üzerine, aşağıdaki âyetler nazil oldu:
216
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ ف۪يهِۜ قُلْ قِتَالٌ ف۪يهِ كَب۪يرٌۜ وَصَدٌّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِه۪ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِه۪ مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِۚ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِۜ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّٰى يَرُدُّوكُمْ عَنْ د۪ينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُواۜ وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَـالِدُونَ
Ey Peygamber! Sana, Arapların öteden beri kutsal kabul ettikleri haram aylarda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: "Temel hedeflerinden biri yeryüzünde barış ve esenliği sağlamak olan İslâm dini, kan dökülmesini engelleyen böyle güzel geleneklere titizlikle uyulmasını ister. Bu yüzden, bizzat Allah tarafından haram kılınan o aylarda savaşmak büyük günahtır. Bu günahı işleyen kâfir de olsa Müslüman da olsa, şiddetle kınanmalı ve gerekirse cezalandırılmalıdır.Bununla birlikte,insanları Allah yolundan alıkoymak, Allah'a ve O'nun tarafından kutsal ilan edilen Mescid-i Haram'a saygısızca davranmak ve Mekke halkını oradan sürüp çıkarmak, Allah katında haram aylarda savaşmaktan daha büyük bir günahtır. Bu gibi fitne ve bozgunculuklar, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. İnsanları inançlarından dolayı işkencelere uğratan, acımasızca katleden, müminlere Kâbe ziyaretini yasaklayan, onları anayurtlarından çıkarıp mallarına mülklerine el koyan zalimler, birkaç Müslüman'ın —hem de haram aya girdiklerinin farkında olmadan— gerçekleştirdiği bu saldırıyı fırsat bilerek bütün Müslümanlar aleyhinde propaganda yapıyorlar. Birer barış ve iyilik havarisi edasıyla hak ve hukuktan dem vuran bu zalimlerin, eğer sözlerinde samimi iseler, öncelikle kendi işledikleri bunca zulüm ve haksızlığın hesabını vermeleri gerekmez mi?

O hâlde, müşriklerin kopardıkları bu yaygaraya bakıp da, onların gerçekten hak ve hukuka saygılı, barış yanlısı kimseler olduklarını sanmayın. Çünkü onlar, eğer güçleri yetse, sizi dininizden döndürene dek sizinle savaşmaktan geri durmazlar. Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların tüm yaptıkları iyilikler ve kazandıkları sevaplar, dünyada da âhirette de boşa gidecektir. Onlar cehennem halkıdırlar ve sonsuza dek orada kalacaklardır.
217
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ اُو۬لٰٓئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Allah'a ve âyetlerine yürekten iman edenler, Allah yolunda zulüm ortamını terk ederek İslam diyarına hicret edenler ve Kur'ân'ın öngördüğü adalet sistemini yeryüzünde egemen kılmak için mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler var ya, işte onlar Allah'ın rahmetini umabilirler. Onlar bu yolda mücadele ederken ellerinde olmadan birtakım hatalar işleseler bile affedileceklerdir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

Hicret, zulüm ve şirkin egemen olduğu ortamı terk ederek, zulme karşı mücadelenin kalesi olarak belirlenen İslam diyarına göç etmek demektir. Hicret, müminin, Rabb'ine kulluğa mani olan her şeyini; içinde yaşadığı toplumunu, ülkesini, ailesini, çevresini, arkadaş ortamını, alışkanlıklarını, hayat tarzını vs. terk ederek İslâm'ı yaşayabileceği yepyeni bir ortama geçiş yapmasıdır. Buna göre, Allah'ın hoşnut olmadığı her şeyden uzaklaşarak O'nun razı olacağı bir ortama geçiş yapmak, özellikle kötülüklerin anası olan şu haramlardan sakınmak da hicretin bir parçasıdır:
218
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِۜ قُلْ ف۪يهِمَٓا اِثْمٌ كَب۪يرٌ وَمَنَافِـعُ لِلنَّاسِۘ وَاِثْمُهُمَٓا اَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَاۜ وَيَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَۜ قُلِ الْعَفْوَۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَۙ
Ey Muhammed! Sana, şarap ve benzeri sarhoşluk verici, uyuşturucu maddelerin, alkollü içeceklerin ve loto, piyango, bahis, kumar gibi şans oyunları oynamanın, şansa bağlı bir işlem sonucunda bir mal veya para kazanmanın hükmünü soruyorlar. De ki: "Gerek sarhoşluk verici maddeler ve gerekse kumar olsun, her ikisinde de büyük bir günah ve aynı zamanda insanlar için bazı küçük faydalar vardır. İçki ve kumarda insanları eğlendirme, ticarî hayatı canlandırma gibi birtakım nisbî faydalar bulunabilir. Fakat bunların günahları veyol açtığı zararları, sağladığı faydalarından çok daha büyüktür. [31] Küçük ve hayalî bir fayda için, kesin ve genel bir zarara düşmek de akıl işi değildir.Öyleyse, içkinin ve kumarın azı da çoğu da kesinlikle haramdır."

Yine sana Allah yolunda neyi infak edeceklerini, fakir ve muhtaçlara hangi mallarından ne kadar vermeleri gerektiğini soruyorlar. Onlara de ki: "Malınızın tamamını değil, ihtiyacınızdan arta kalanı harcayın. Aç gözlülük edip servet üstüne servet yığmayın; ama iyilik edeceğiz diye kendinizi ve ailenizi muhtaç duruma düşürecek şekilde tasaddukta bulunmaya da kalmayın. Ancak seferberlik, doğal afet gibi olağanüstü durumlarda, aslî ihtiyacınız olan mallardan da infak edebilirsiniz."

İşte Allah, güzelce düşünüp ibret alabilesiniz diye size âyetlerini böyle açık ve ayrıntılı bir şekilde bildiriyor.

Dünya ve âhiret hakkında güzelce düşünüp ibret alabilesiniz ve her iki âlemde huzura, mutluluğa, kurtuluşa ulaşabilesiniz diye.
219
فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْيَتَامٰىۜ قُلْ اِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌۜ وَاِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَاِخْوَانُكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَاَعْنَتَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
Ey Muhammed! Sana, yetimlere karşı nasıl davranmak gerektiğini soruyorlar. De ki: "Onların durumunu iyileştirmek için kendileriyle ilgilenmeniz,günaha gireriz diye onlardan uzak durmanızdan çok daha iyidir. Eğer onlara karışırsanız, yani onlarla bir arada içli dışlı yaşıyorsanız, onları incitecek, rencide edecek söz ve davranışlardan sakının. Unutmayın ki, onlar sizin akrabanız ve din kardeşlerinizdir. Onların mallarıyla ticaret yapıp kazancını birlikte yiyebilirsiniz. Fakat sakın haksızlığa yeltenmeyin.

İyi bilin ki, Allah kimin fesatçı, kimin dürüst olduğunu bilmektedir. Dolayısıyla, herkese hak ettiği karşılığı mutlaka verecektir. Allah'ın size gösterdiği bu kolaylıkların kıymetini bilin.Çünkü Allah dileseydi, hiçbir şekilde mallarından faydalanmanıza müsaade etmeksizin yetimlere bakmanızı emrederek sizi zora sokabilirdi, fakatöyle yapmadı. Kuşkusuz Allah, sonsuz kudret ve hikmet sahibidir. Her konuda en güzel hükmü veren, her işi yerli yerince yapan mutlak yetki ve egemenlik sahibidir."

İşte Allah, sonsuz ilim ve hikmetiyle size şu kanunları uygun görüyor:
220
وَلَا تَنْكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتّٰى يُؤْمِنَّۜ وَلَاَمَةٌ مُؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكَةٍ وَلَوْ اَعْجَبَتْكُمْۚ وَلَا تُنْكِحُوا الْمُشْرِك۪ينَ حَتّٰى يُؤْمِنُواۜ وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكٍ وَلَوْ اَعْجَبَكُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ يَدْعُونَ اِلَى النَّارِۚ وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِاِذْنِه۪ۚ وَيُبَيِّنُ اٰيَاتِه۪ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ۟
Ey müminler!Allah'ın birliğine ve âhiret gününe iman etmedikleri sürece, Allah'a eş ve ortak koşan o müşrik kadınlarla evlenmeyin. Çünkü özgürlüğünden yoksun olsa bile inançlı bir kadın, özgür ama müşrik olan bir kadından daha hayırlıdır; o müşrik kadın, bazı özellikleriyle hoşunuza gitse de. Toplumsal statüsü ne kadar düşük olursa olsun inançlı bir kadın; güzelliği, asaleti, zenginliği gibi özellikleri ile hoşunuza giden müşrik bir kadından çok daha hayırlıdır. Dolayısıyla, mümin erkekler ve kadınlar, Allah'a ortak koşan kimselerle hiçbir şekilde evlenmemelidirler. Fakat mümin erkekler, zaruri durumlarda, Allah'ın varlığına ve birliğine inanan Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla evlenebilirler (Mâide, 5/5).

Bir de Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmedikleri sürece, müşrik veya kâfir erkeklerin mümin hanımlarla evlenmesine izin vermeyin. Zira Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir köle, Allah'a ortak koşan bir müşriktençok daha hayırlıdır; o müşrik, özgürlüğü, gücü, itibarı, zenginliği ve yakışıklılığı gibi maddi üstünlük ve meziyetleriyle gözünüze cazip görünse de. Çünkü o müşrikler, hayat tarzlarıyla, her türlü hâl ve hareketleriyle sizi cehennem ateşine çağırırlar; o fakir ve zayıf Müslümanların inanıp boyun eğdiği Allah ise, sizleri izniyle cennete ve sonsuz merhametiyle bağışlamaya çağırıyor.  O hâlde, Allah'ın çağrısını bırakıp da o müşriklerle evlenmek suretiyle kendinizi ateşe atmayın.

İşte Allah, âyetlerini ve hükümlerini insanlara böyle açık ve net olarak bildiriyor ki, düşünüp öğüt alsınlar da, kendilerini dünyada ve âhirette zarara uğratacak davranışlardan uzak dursunlar.
221
وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْمَح۪يضِۜ قُلْ هُوَ اَذًىۙ فَاعْتَزِلُوا النِّسَٓاءَ فِي الْمَح۪يضِۙ وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتّٰى يَطْهُرْنَۚ فَاِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ اَمَرَكُمُ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ
Ey Peygamber! Sana kadınların aybaşı hâlini soruyorlar. De ki: "Bu, cinsel ilişkiye mani bir kirlilik ve kadına eziyetveren bir çeşit hastalık durumudur. O hâlde, aybaşı dönemlerinde kadınlarınızdan cinsel ilişki anlamında uzak durun ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Zira aybaşı döneminde cinsel ilişkide bulunmak, her iki taraf için de tehlikeli ve zararlıdır. Fakat cinsel ilişki dışındaki öpüşme, kucaklaşma gibi olağan karı koca ilişkilerini sürdürebilirsiniz.Âdet kanaması tamamen kesilip iyice temizlendikleri ve boy abdesti aldıkları zaman, cinselliğin fıtrî seyrine uygun bir şekilde, yaratılışınızdaki doğal içgüdü ve eğilimlere göre, yani Allah'ın emrettiği şekilde onlara yaklaşabilirsiniz. Hiç şüphesiz Allah, insanlık gereği meydana gelebilecek kusurlardan dolayı tövbe edipkendisineyönelenleri ve maddî manevî her türlü pislikten, çirkinlikten kaçınıp temiz olmaya çalışanları sever."
222
نِسَٓاؤُ۬كُمْ حَرْثٌ لَكُمْۖ فَأْتُوا حَرْثَكُمْ اَنّٰى شِئْتُمْۘ وَقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ مُلَاقُوهُۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ
Ey iman edenler!  Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Sizin için sağlıklı bir nesil yetiştirmeleri yönüyle hanımlarınız, bereketli ve güzel ürünler veren bir bahçeye benzerler. Öyleyse, hedef üreme organı olmak şartıyla, tarlanıza dilediğiniz zaman dilediğiniz biçimde varabilirsiniz. Karı koca ilişkilerini yalnızca cinsel bir haz aracı olarak değerlendirmeyin. Aynı zamanda, ileride size fayda verecek sağlıklı bir nesil yetiştirmek veâhirette sizi kurtaracak güzel davranışlarda bulunmak suretiyle kendiniz için ileriye hazırlık yapın. Allah'a karşı gelmekten sakının ve sonunda O'na kavuşacağınızı bilin. Allah'ın emir ve yasaklarına riayet edin, kötülüğün, günahın her çeşidinden uzak durun. Bir gün mutlaka Allah'ın huzuruna çıkacağınızı ve o gün, yapıp ettiğiniz her şeyin hesabını vereceğinizi asla unutmayın.Ey Peygamber, bu ilkelere bağlı kalan müminleri, dünyada sağlık, huzur ve başarı; âhirette ebedî kurtuluş ve saadet ile müjdele!
223
وَلَا تَجْعَلُوا اللّٰهَ عُرْضَةً لِاَيْمَانِكُمْ اَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Olur olmaz ettiğiniz yeminleriniz sebebiyle, Allah'ın adını iyilik yapmanızın, kötülüklerden kaçınmanızın ve insanlar arasında barış ve uzlaşma sağlamanızın önünde bir engel hâline getirmeyin. Sizi herhangi bir iyilikten alıkoyacak veya bir kötülüğe, zulme sürükleyecek yeminler etmeyin. Eğer bilinçli ve kasıtlı olarak böyle bir yemin etmişseniz, derhâl kefaretini ödeyip bu yemini bozmalısınız. Unutmayın ki, Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
224
لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللّٰهُ بِاللَّغْوِ ف۪ٓي اَيْمَانِكُمْ وَلٰكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ حَل۪يمٌ
Allah sizi, yemin amacıyla olmaksızın yahut ağzınızdan kaçıveren ya da doğru olduğunu zannederek ettiğiniz, fakat daha sonra öyle olmadığı anlaşılan yeminlerinizdeki yanılgıdan dolayı sorumlu tutmaz. O sizi ancak, kalplerinizin kazandıklarından ve bilerek, isteyerek ettiğiniz yeminlerden sorumlu tutacaktır. Çünkü Allah ğafûrdur, halîmdir. Çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Sonsuz şefkatiyle kullarına yumuşak ve hoşgörülü davranır, onlara ceza vermekte asla acele etmez.

İşte Allah'ın sizi sorumlu kıldığı yeminle ile ilgili konulardan biri:

İslâm öncesi Arap geleneklerine göre, erkek karısına sinirlenip ona yaklaşmamaya yemin ederdi de, bu yemininden dönünceye veya onu boşayıncaya kadar eşi kendisine haram olurdu. Bu süre zarfında zavallı kadıncağız ne kocasıyla aile hayatı yaşayabilir, ne de ondan boşanıp bir başkasıyla evlenebilirdi. Îlâ adı verilen ve tamamen erkeğin vereceği keyfî karara bağlı olan bu durum, bazen yıllarca sürerdi. Allah, aşağıdaki âyetleri göndererek bu zulme son verdi. Böyle bir yeminin doğru olmadığını, ancak yemin edildiği zaman da ona uyulması gerektiğini, fakat bu sürenin dört ayı geçemeyeceğini bildirdi. Buna göre, bu süre bitinceye kadar erkek karısına dönmediği takdirde evlilik sona erer ve kadın başka biriyle evlenebilir:
225
لِلَّذ۪ينَ يُؤْلُونَ مِنْ نِسَٓائِهِمْ تَرَبُّصُ اَرْبَعَةِ اَشْهُرٍۚ فَاِنْ فَٓاؤُ۫ فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Eşlerine yaklaşmamaya yemin edenlerin, en fazla dört ay bekleme hakları vardır. Eğer bu süre içinde pişman olup hanımlarına yeniden dönerlerse, elbette Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Bu çirkin duruma son verdiği için koca bağışlanacaktır. Fakat yemininden döndüğü için yemin kefaretini ödemesi gerekir.
226
وَاِنْ عَزَمُوا الطَّـلَاقَ فَاِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Eğer bu süre içinde eşlerini boşamaya karar verirlerse, şunu hiç unutmasınlar ki, Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir. Buna göre iyice düşünüp doğru karar versinler, eşlerine haksızlık etmesinler. Eğer dört ay içinde eşlerine geri dönmezlerse, bu süre biter bitmez boşanma otomatik olarak gerçekleşecek ve evlilik sona erecektir. Bundan sonra şayet kadın da isterse, yeni bir mihr ve nikâh ile tekrar evlenebilirler.
227
وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ ثَلٰثَةَ قُرُٓوءٍۜ وَلَا يَحِلُّ لَهُنَّ اَنْ يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّٰهُ ف۪ٓي اَرْحَامِهِنَّ اِنْ كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ وَبُعُولَتُهُنَّ اَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ اِنْ اَرَادُٓوا اِصْلَاحاًۜ وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذ۪ي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِۖ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟
Boşanmış kadınlar, başkasıyla evlenmeden önce, kocalarının evinde üç qar' (aybaşı dönemi) [32] kendilerini gözetirler. Üçüncü aybaşını gördükleri anda bekleme süresi sona ermiş ve boşanma gerçekleşmiş olur. Adet görmeyen veya adetleri çok düzensiz olan kadınların bekleme süresi ise üç aydır.

İddet bekleyen bu kadınların, eğer Allah'a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığını, yani hamile veya aybaşı olduklarını gizlemeleri onlara helâl değildir.

Kadının, iddet adı verilen bu süreyi beklemesinin amacı, hamile olup olmadığının anlaşılması ve boşanma gibi önemli bir konuda kocaya bir kez daha düşünüp kararını gözden geçirme fırsatının verilmesidir. Boşanmış kadınlar, bir başkasıyla evlenmek için; 1- Âdet görmekte olanlar üç âdet dönemi, 2- Herhangi bir sebeple âdet olmayanlar üç ay, 3- Hamile olanlar doğum yapıncaya kadar, 4- Kocası ölmüş kadınlar ise dört ay on gün iddet beklerler. Gerdeğe girmeden boşanmış kadınların beklemelerine gerek yoktur, onlar boşanır boşanmaz bir başkasıyla evlenebilirler.

İddet bekleyen kadın, üçüncü âdeti görmeye başladığı anda boşanma gerçekleşmiş olur ve artık dilediği kişiyle evlenmekte serbesttir. İster bir başkasıyla evlenir, isterse —üç talak hakkı da kullanılmamışsa— yeni bir nikâh ve mihr (erkeğin evlilik bedeli olarak kadına verdiği mal veya para) ile eski kocasına geri döner.

İster bâin (cayılamayan) ister ric'î (cayılabilir) talakla boşanmış olsun, iddet bekleyen kadına açıktan evlilik teklifi yapmak yahut dünür göndermek haramdır. Ancak böyle bir niyetin, üstü kapalı olarak kadına hissettirilmesinde bir sakınca yoktur (Bakara, 2/235). Kadının beklemesi gereken bu süre içinde kocaları barışmak isterlerse, onları geri almaya, kadına talip olabilecek diğer erkeklerden daha öncelikli hak sahibidirler. Çünkü boşanma henüz gerçekleşmemiştir. Koca, yeni bir nikâha ve mihre gerek kalmaksızın talaktan dönüp eşini tekrar alabilir. Bu süre zarfında kadın hâlâ kocasının nikâhı altındadır.

Bilinen adalet ve hukuk kuralları çerçevesinde veİslam'a aykırı olmayan örfe uygun olarak, kadınların kocalarına karşı yükümlülükleri olduğu gibi, meşru hakları da vardır. Fakat erkeklerin görev ve sorumlukları daha ağır olduğu için, onların kadınlar üzerindeki hakları bir derece daha fazladır. Çünkü ailenin geçimini sağlamak, yuvayı tehlikelerden korumak ve benzeri görevler, ruhsal ve bedensel özellikleri itibariyle bu göreve daha uygun olan erkeğin omuzlarındadır. Bu hükümler, doğrudan doğruya Allah tarafından belirlenmiştir.Unutmayın ki, Allah azîzdir, tartışmasız yetki ve otorite sahibidir, hakîmdir, yersiz ve uygunsuz hüküm vermez, her işi yerli yerince yapar.
228
اَلطَّـلَاقُ مَرَّتَانِۖ فَاِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ اَوْ تَسْر۪يحٌ بِاِحْسَانٍۜ وَلَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَأْخُذُوا مِمَّٓا اٰتَيْتُمُوهُنَّ شَيْـٔاً اِلَّٓا اَنْ يَخَافَٓا اَلَّا يُق۪يمَا حُدُودَ اللّٰهِۜ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا يُق۪يمَا حُدُودَ اللّٰهِۙ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا ف۪يمَا افْتَدَتْ بِه۪ۜ تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَعْتَدُوهَاۚ وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Kocaya, pişman olduğu takdirde eşine yeniden dönme imkânı veren boşama, iki defadır. Yani erkek, birinci ve ikinci boşamadan sonra hanımına geri dönebilir. Bundan sonra ya eşini bir daha boşamadan iyilikle tutmalı, ya da onu üçüncü kez boşadığı takdirde güzellikle serbest bırakmalıdır.

Hanımlarınıza mihr ya da hediye olarak verdiğiniz herhangi bir şeyi, onları boşarken geri almanız size helâl değildir. Ancak, karı kocanın her ikisi de evliliğin devam etmesi hâlinde günaha girerek veya birbirlerinin hakkının çiğneyerek Allah'ın çizdiği sınırları çiğneyeceklerinden endişe ediyorlarsa ve bu yüzden koca, karısının talebi üzerine onu boşayacaksa, o zaman başka.

Ey İslâm toplumunun hâkimleri, yöneticileri ve aile büyükleri! Bu tür sorunlar yaşayan çiftlerin, evlilikleri devam ettiği sürece Allah'ın çizdiği sınırları çiğneyeceklerinden siz de endişe ederseniz, bu durumda kadının, kendisini boşaması karşılığında kocasına bir bedel ödemesinde ikisine de günah yoktur. Kadının erkek gibi doğrudan boşama yetkisi yoktur. Ancak kendi isteği ile evliliği sona erdirmek isteyenkadın, evlilik bedelini kocasına iade etmek şartıyla, İslâm'a göre yetkili sayılan hâkim aracılığıyla evliliği sona erdirebilir. Bu durumda, kocalık görevini ihmal etmediği hâlde, sırf karısından kaynaklanan sebeplerle eşini boşamak zorunda kalan kişi, karşılıklı anlaşmaya bağlı olarak, verdiği mihrin bir kısmını veya tamamını geri alabilir. Tarafların anlaşamaması durumunda, erkeğe iade edilecek mihr miktarına hâkim karar verir.

İşte bunlar Allah'ın çizdiği sınırlardır, sakın onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

Evet, kadının bekleme süresi sona erinceye kadar kocası onu boşamaktan vazgeçip evliliği sürdürme hakkına sahiptir. Fakat bekleme süresi dolduktan sonra pişman olup hanımını geri almak isterse, ancak eşinin rızasıyla ve yeniden nikâh kıyıp yeni bir evlilik bedeli ödeyerek onunla tekrar evlenebilir. Bu hüküm, birinci ve ikinci boşamalar için geçerlidir. Ancak:
229
فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا تَحِلُّ لَهُ مِنْ بَعْدُ حَتّٰى تَنْكِحَ زَوْجاً غَيْرَهُۜ فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَٓا اَنْ يَتَرَاجَعَٓا اِنْ ظَـنَّٓا اَنْ يُق۪يمَا حُدُودَ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Kocası onu üçüncü kez boşarsa, bundan böyle kadın başka bir erkekle —formalite icabı değil, gerçek bir nikâhla— evlenmedikçe, bir daha kendisine helâl olmaz. [33] Kadının evlendiği bu ikinci kocası da kendi rızasıyla onu boşarsa, şayet eski kocası onu geri almak isterse ve her ikisi de yeniden evlendikleri takdirde Allah'ın sınırlarını koruyabileceklerine inanıyorlarsa, kadının bekleme süresi dolduktan sonra yeniden evlenmelerinde ikisine de günah yoktur.

Bunlar, bilinçli ve duyarlı bir toplum için Allah'ın açıkça ortaya koyduğu sınırlar ve yasalardır, sakın bu yasaları çiğnemeyin!
230
وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَٓاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَاَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ اَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍۖ وَلَا تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَاراً لِتَعْتَدُواۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُۜ وَلَا تَتَّخِذُٓوا اٰيَاتِ اللّٰهِ هُزُواًۘ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَمَٓا اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُـكُمْ بِه۪ۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟
Hanımlarınızı boşadığınız zaman, bekleme sürelerinin sonuna geldiklerinde onları ya boşamaktan vazgeçerek güzellikle tutun ya da sürenin sona ermesini bekleyip güzellikle serbest bırakın.

Yoksa sırf haklarını çiğnemek ve kendilerine zarar vermek için onları nikâhınız altında tutmayın! Kim böyle bir şey yaparsa, başkasına değil, yalnızca kendisine zulmetmiş olur.

Sakın bu tür çirkin davranışlarla Allah'ın hükümlerini oyuncak haline getirip de O'nun âyetlerini alay konusu edinmeyin! Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini; öğüt ve ibret almanız için size gönderdiği kitabı ve hikmeti [34] yani ilahi hükümleri ve hikmetli öğütleri düşünün. Bunları düşünün de, O'nun kitabına lâyık, güzel ve erdemlice davranışlar göstermeye çalışın.

Allah'a karşı gelmekten de sakının ve bilin ki, Allah her şeyi bilmektedir.
231
وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَٓاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا تَعْضُلُوهُنَّ اَنْ يَنْكِحْنَ اَزْوَاجَهُنَّ اِذَا تَرَاضَوْا بَيْنَهُمْ بِالْمَعْرُوفِۜ ذٰلِكَ يُوعَظُ بِه۪ مَنْ كَانَ مِنْكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ ذٰلِكُمْ اَزْكٰى لَكُمْ وَاَطْهَرُۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
Kadınlarınızı boşadığınız zaman, bekleme süreleri sona erince, eğer kendi aralarında uygun biçimde anlaşırlarsa, anlamsız bir kıskançlığa kapılıp da onların başka bir erkekle veya daha önceki kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. Yahut ey veliler ve aile büyükleri! Velisi olduğunuz bir kadın boşandığı eski kocasıyla yeniden evlenmek isterse, sakın bu evliliğe mani olmayın.

Sizden Allah'a ve âhiret gününe inananlara öğütlenen işte budur. Zira bu, size yakışan en erdemli ve en temiz davranıştır. Öyleyse, yersiz kıskançlıklara kapılarak Allah'ın yasalarını çiğnemeyin. Unutmayın ki, her şeyi en ince ayrıntısıyla ve mükemmel biçimde ancak Allah bilir, siz bilemezsiniz.
232
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ اَرَادَ اَنْ يُـتِمَّ الرَّضَاعَةَۜ وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِۜ لَا تُكَلَّفُ نَفْسٌ اِلَّا وُسْعَهَاۚ لَا تُضَٓارَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلَا مَوْلُودٌ لَهُ بِوَلَدِه۪ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذٰلِكَۚ فَاِنْ اَرَادَا فِصَالاً عَنْ تَرَاضٍ مِنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَاۜ وَاِنْ اَرَدْتُمْ اَنْ تَسْتَرْضِعُٓوا اَوْلَادَكُمْ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِذَا سَلَّمْتُمْ مَٓا اٰتَيْتُمْ بِالْمَعْرُوفِۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Nikâh altında olsun boşanmış olsun bütün anneler, emzirme süresini tamamlamak isteyen kocaları için çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Çocuğun fizyolojik ve psikolojik gelişimi için en uygun emzirme süresi iki yıldır. Eşler karşılıklı anlaşıp bu süreyi kısaltabilirler. Fakat çocuğun iki yıldan daha uzun süre emzirilmesi uygun olmaz. Bu süre, hem evli hem de boşanmış ailelerin çocukları için geçerlidir. Boşanma durumunda çocuk, anne evleninceye veya çocuk temyiz çağına ulaşıncaya kadar anneye verilir. Şayet anne bakamayacak durumdaysa, annenin en yakın kadın arkabasına verilir. Bu arada baba, temyiz çağına  ulaşıncaya kadar çocuğun masraflarını karşılamakla yükümlüdür. [35]

Boşanmış kadın çocuğunu emzirdiği sürece, onların yiyecek, giyecek ve barınma gibi ihtiyaçlarını uygun biçimde karşılamak çocuğun babasına düşen bir görevdir. Bununla birlikte, hiç kimse gücünün yettiğinden fazlasıyla yükümlü tutulamaz.

Ne anne çocuğundan dolayı sıkıntıya uğratılsın, ne de çocuğun babası. Çocuğunu iki yıl emzirme dışında, onun bakımı, yetiştirilmesi, eğitimi gibi esasen babaya ait olan sorumluluklar anneye yüklenmemelidir. Ayrıca, gücünün üzerinde nafakayla yükümlü tutularak babaya sıkıntı verilmemelidir. Bu ihtiyaçları karşılayacak nafaka miktarının belirlenmesi, takip ve denetimi, İslâmî yönetimin ve mahkemelerin görevidir. Baba ne ile yükümlüyse, mirasçılar da aynısıyla yükümlüdür. Baba öldüğü takdirde, onun bu görevini mirasçıları üstlenmelidir.

Eğer eşler kendi aralarında danışıp anlaşarak henüz iki yıl dolmadan çocuğu sütten kesmeye karar verirlerse, bunun da bir sakıncası yoktur. Ayrıca, boşanmış kadın çocuğunu emzirirken, eski kocası ile istişare ederek iki yıl dolmadan çocuğu sütten kesip babasına verirse, bu da günah değildir.

Eğer çocuklarınızı başka bir sütanneye emzirtmek isterseniz, hak ve adalet ölçülerine uygun olarak ücretini ödediğiniz takdirde, bunun da bir sakıncası yoktur. Yeter ki, bütün bunları yaparken Allah'akarşı gelmekten sakının ve Allah'ın, yaptığınız her şeyi görmekte olduğunu ve tüm yapıp ettiklerinizin hesabını mutlaka soracağını bilin. Dünyanın hukuk ve adalet sisteminden bir şekilde kaçıp cezadan kurtulabilir veya onları aldatabilirsiniz. Fakat her şeyi bilen ve gören Allah'tan gizlenemez, O'nu aldatamazsınız.

İslâm öncesi Arap geleneklerine göre, kocası ölen kadın bir yıl boyunca bakımsız bir hücreye kapanır, en çirkin elbiselerine bürünür ve neredeyse hiçbir temiz şeye el süremezdi. Ayrıca gerek kendi akrabaları gerek kocalarının yakınları tarafından ağır baskılara maruz kalırdı. İşte bu soruna çözüm olmak üzere Allah, dul kadının bekleme süresini kısaltarak ve üzerindeki baskıları kaldırarak onun huzur ve güven içinde yeni bir aile hayatına kavuşmasını sağlayan âyetleri gönderdi:
233
وَالَّذ۪ينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاً يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ اَرْبَعَةَ اَشْهُرٍ وَعَشْراًۚ فَاِذَا بَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪يمَا فَعَلْنَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ
İçinizden ölen birinin geriye bıraktığı hanımı, evlenmeden, süslenmeden ve görücüye çıkmadan kendi başına dört ay on gün bekler. Bu süre içinde hem hamile olup olmadığını anlamış, hem de çabucak evlendiği takdirde incinebilecek olan kocasının yakınlarının yaslı duygularını hafifletmiş olur. Yine bu süre içinde renkli ve gösterişli elbiseler giymemeli, dikkat çekici takılar takmamalı, evlilik teklifi almak arzusu ile süslenip ortaya çıkmamalıdır. Bu arada koca ölmeden önce, eşinin bir yıllık geçimini sağlayacak miktarda nafakayı vasiyet etmiş olmalıdır (Bakara, 2/240). Eğer bu vasiyet yapılmamışsa, hâkim onun mirasından nafakayı alıp kadına verir.

Bu bekleme süresinin asıl gerekçesi "kocanın ölümü"dür. Bunun için, kocası ölmüş olan kadın gerdeğe girmiş olsa da olmasa da, âdet görse de görmese de, evlenmeden önce dört ay on gün bekler. Eğer kadın hamileyse, çocuğunu doğuruncaya kadar beklemelidir. Dört ay on gün dolmadan önce doğum yapsa bile, bu süreyi tamamlaması gerekir. Bekleme süresini dilerse kocasının evinde, dilerse başka bir yerde geçirebilir.

Kocası ölmüş olan kadınlar bu dört ay on günlük bekleme sürelerini bitirdikleri zaman, artık kendileri için mârûf olanı [36] yapmalarından dolayı ne onlara ne de size bir günah yoktur. Bundan böyle ne kendi ailelerinden ne de ölmüş kocalarının akrabalarından hiç kimse onlara karışamaz. Mümin bir hanıma yaraşır biçimde süslenebilir, yeni evlilik teklifi alabilir ve istediği kimse ile evlenebilirler.Bu gibi hususlarda onları sakın engellemeye kalkmayın.Unutmayın ki, Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
234
وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪يمَا عَرَّضْتُمْ بِه۪ مِنْ خِطْبَةِ النِّسَٓاءِ اَوْ اَكْنَنْتُمْ ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ عَلِمَ اللّٰهُ اَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلٰكِنْ لَا تُوَاعِدُوهُنَّ سِراًّ اِلَّٓا اَنْ تَقُولُوا قَوْلاً مَعْرُوفاًۜ وَلَا تَعْزِمُوا عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتّٰى يَبْلُغَ الْكِتَابُ اَجَلَهُۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ حَل۪يمٌ۟
Böyle kocası ölmüş olan ve bekleme süreleri hâlen devam eden kadınlarla evlenme isteğinizi üstü kapalı olarak onlara bildirmenizde veya içinizde böyle bir niyeti gizlemenizde size bir günah yoktur. Böyle kadınlarla evlenme isteğinizi, "Seninle evlenmek istiyorum, nikâhına talibim" gibi sözlerle açıkça söylemek caiz değildir. Ancak örneğin, "Ben evlenmeyi düşünüyorum" veya "Sen iyi, hoş bir kadınsın" gibi kinaye yoluyla bu niyetinizi onlara bildirebilirsiniz. Sizin iç dünyanızı sizden daha iyi tanıyan Allah, o kadınları gönlünüzden geçireceğinizi bilmekte ve bu doğal tepkinizden dolayı sizi mazur görmektedir. O hâlde, evlilik isteğinizi onlara üstü kapalı olarak bildirebilirsiniz. Fakat onlarla köşe bucakta gizlice buluşmak üzere sözleşmeyin. Ancak bu, onlarla hiçbir şekilde görüşmeyeceksiniz anlamına gelmez.Beşerî ilişkilerin gerektirdiği ölçüde ve İslâm'ın öngördüğü ahlâk ve edep kuralları çerçevesinde onlarla görüşüp konuşabilir, uygun bir ortamda onlara meşru ve güzel sözler söyleyebilirsiniz. Bu arada, beklemeleri gereken süre dolmadan, yani önceki kocalarından hukuken tamamen ayrılmadan, aranızda nikâhı kararlaştırmayın. Bu konuyu açıkça konuşup aranızdaevlilik kararı almayın.

İyi bilin ki, Allah gönlünüzden geçen her şeyi bilmektedir. O hâlde, O'ndan gelen emirler doğrultusunda yaşayın; günahın ve kötülüğün her çeşidinden sakının. Şunu da iyi bilin ki, Allah çok bağışlayıcıdır, hilm sahibidir. Sonsuz şefkatiyle kullarına yumuşak ve hoşgörülü davranır. Ceza vermekte acele etmez, tövbe etmesi için kuluna bir daha, bir daha mühlet verir.
235
لَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ طَلَّقْتُمُ النِّسَٓاءَ مَا لَمْ تَمَسُّوهُنَّ اَوْ تَفْرِضُوا لَهُنَّ فَر۪يضَةًۚ وَمَتِّعُوهُنَّۚ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدَرُهُۚ مَتَـاعاً بِالْمَعْرُوفِۚ حَقاًّ عَلَى الْمُحْسِن۪ينَ
Kendilerine henüz dokunmadan, yani gerdeğe girmeden veya evlilik bedeli olan mihr miktarını belirlemeden yahut her ikisini de yapmadan hanımlarınızı boşamanız size günah değildir. Henüz gerdeğe girmeden ve mihr de belirlemeden eşinizi boşarsanız, gönüllerini hoş edecek güzel hediyelerle onları sevindirin.

İmkânları geniş olanlar kendi gücü ölçüsünce, kısıtlı olanlar da yine kendi ölçüsünce teselli edici hediyeler vererek onları faydalandırmalıdır. Bu, iyilik ve erdem sahibi kimseler için insanî ve ahlâkî bir görevdir.

Koca cinsel ilişkide bulunmadan ve mihr miktarını da belirlemeden eşini boşarsa, teselli edici güzel hediyelerle onu sevindirmelidir. Cinsel ilişkide bulunduğu, fakat mihr belirlemediği eşini boşadığı takdirde, sosyal konumu ona benzeyen kadınları ölçü alarak ona ortalama bir mihr vermelidir. Cinsel ilişkide bulunduğu ve mihr miktarını da belirlediği eşini boşarsa, ona mihrin tamamını vermelidir. Mihr belirlediği, fakat cinsel ilişkide bulunmadan boşadığı kadına gelince:
236
وَاِنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَر۪يضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ اِلَّٓا اَنْ يَعْفُونَ اَوْ يَعْفُوَا الَّذ۪ي بِيَدِه۪ عُقْدَةُ النِّكَاحِۜ وَاَنْ تَعْفُٓوا اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۜ وَلَا تَنْسَوُا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Eğer mihrlerini kararlaştırdıktan sonra henüz kendilerine dokunmadan onları boşarsanız, bu durumda mihrin yarısını vermelisiniz. Ancak boşanan kadın alacağı mihr hakkından vazgeçerse yahut nikâh bağı elinde olan koca mihrin tamamını eşine bağışlarsa, o zaman başka. Erkek, mihr miktarını belirlediği, fakat cinsel ilişkide bulunmadan boşadığı kadına isterse mihrin yarısını değil tamamını verebilir. Yahut kadın mihr hakkından vaz geçerse, o zaman hiç mihr vermeyebilir de. Bu, tamamen karşılıklı rıza ve anlaşmaya bağlıdır.Fakat ey erkekler, sizin kendihakkınızı bağışlamanız, yani cömertlik edip mihrin tümünü eşinize bırakmanız, dürüst ve erdemli kişilerin özelliği olan takvaya daha uygundur. Her şeyi katı hukuk kuralları çerçevesinde değerlendirmeyin. Bu kurallara riayet etmekle birlikte, zaman zaman alicenaplık göstererek birbirinize lütuf ve ikramda bulunmayı da ihmal etmeyin. Hiç kuşku yok ki, Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.

Buraya kadar sayılan toplumsal görevleri, ancak Allah'a karşı sorumluluğunun idrakinde olan bir ümmet yerine getirebilir. Bu sorumluluğun idrakine ise, en mükemmel şekilde ancak namaz ile ulaşılabilir:
237
حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلٰوةِ الْوُسْطٰى وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِت۪ينَ
Ey iman edenler! Namazları ve özellikle de orta namazı titizlikle muhafaza edin; yürekten bir saygı ve bağlılıkla Allah'ın huzurunda kıyama durun. Dinin direği olan namazları, her türlü aşınmaya, yıpranmaya, gevşemeye karşı titizlikle koruyun. Namazı mekanik hareketlere dönüştürmeden, okuduklarınızı anlayıp özümsemeye çalışarak, vaktinde ve gereği gibi kılın. Özellikle de, iş hayatının insanı en çok meşgul ettiği, namazın geciktirilmesine, çabucak kılınıp geçiştirilmesine ve hatta terk edilmesine sebep olan vakitlerdeki namazlara, örneğin, ikindi namazına gereken dikkat ve özeni mutlaka gösterin. Daha da önemlisi, namazınızın, ibadetin bütün güzelliklerini içinde barındıran, bireyi ve toplumu her türlü aşırılıktan, kötülükten uzak tutan bir namaz olmasına gayret edin. Sizi üstün ahlâkî meziyetlerle donatarak orta yolu izleyen dengeli, ölçülü, uyumlu, âdil ve iyiliksever bir ümmet konumuna yükseltecek olan bu namazları derin bir bilinç ve duyarlıkla kılarak muhafaza edin.
238
فَاِنْ خِفْتُمْ فَرِجَـالاً اَوْ رُكْبَـاناًۚ فَاِذَٓا اَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
Ama eğer düşman, yırtıcı hayvan, doğal afet ve benzeri önemli bir tehlikeden korkar da durup namaz kılacak imkânı bulamazsanız, o zaman yürüyerek veya binek üzerinde, yani durum neyi gerektiriyorsa, gücünüz yettiği kadarıyla namazınızı kılın (Nisâ, 4/102). Ancak bariz ölüm tehlikesi, düşmanla göğüs göğse çarpışma gibi daha acil ve tehlikeli durumlarda namazı kazaya bırakabilirsiniz. Bu gibi tehlikeli durumlardan kurtulup güvene kavuştuğunuz zaman, Allah size daha önce bilmediklerinizi nasıl öğrettiyse, siz de namazı güzelce kılarak ve O'nun âyetlerini sürekli gündemde tutarak O'nu öylece anın.
239
وَالَّذ۪ينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاًۚ وَصِيَّةً لِاَزْوَاجِهِمْ مَتَاعاً اِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ اِخْرَاجٍۚ فَاِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪ي مَا فَعَلْنَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
İçinizden, geride hanımlarını bırakarak öleceklerini düşünenler, eşlerinin koca evinden çıkarılmaya ihtiyaç duymaksızın bir yıl boyunca geçimlerini sağlayacak kadar nafakayı vasiyet etsinler. Gerçi bu kadınların, sözü edilen bir yıl zarfında kendi arzularıyla kocalarının evini terk ederek kendileri hakkında hukuk ve ahlâk kurallarına uygun işler yapmalarından —mesela evlenmelerinden— dolayı size bir günah yoktur. Çünkü kocasının evinde kalmak kadının görevi değil hakkıdır ve kadın hakkını kullanıp kullanmamakta özgürdür.

Bu hükümleri iyi belleyin ve harfiyen uygulayın. Unutmayın ki, bunları size emreden Allah azizdir, hakîmdir. Sonsuz izzet ve kudret sahibidir, gücüne asla karşı konulamaz. Bununla birlikte, hikmet ve adalet sahibidir de. Yaptığını hikmetle, yerli yerince ve en sağlam biçimde yapar. Daima en güzel, en doğru ve en faydalı hükmü verir.

Daha sonra inen ve kadına, ölen kocasının mirasından belli bir pay verilmesini öngören miras âyetlerinin, bu vasiyet zorunluluğunu kaldırdığı zannedilmemelidir. Çünkü miras ayrı bir hak, nafaka ayrı bir haktır. O hâlde koca, kendi ölümünden sonra hanımının bu hakkını garantiye almak üzere vasiyette bulunmak zorundadır. Vasiyet etmemiş olsa bile, hâkim onun mirasından nafakayı alıp kadına vermelidir. Nitekim:
240
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِۜ حَقاًّ عَلَى الْمُتَّق۪ينَ
Boşanmış kadınların, adalet ölçülerine uygun biçimde kocalarından nafaka alma hakları vardır. İslâmî ölçülere göre meşru ve yetkili sayılan bir hâkim, eşlerin durumunu ve içinde bulundukları toplumsal şartları göz önüne alarak nafakanın süresini ve miktarını belirler. Kadın, bu süre dolmadan evlenecek olursa nafaka sona erer. Yeme içme, giyinme, barınma gibi ihtiyaçlardan ibaret olan bu hakkı ödemek ve ödenmesini sağlamak, haksızlıktan sakınanların boynunun borcudur.
241
كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ۟
İşte Allah, düşünüp ibret alabilesiniz diye âyetlerini size böyle açıklıyor.

Aile hayatınızı düzenleyen hükümlerden sonra, gelelim toplumsal hayatınızı düzenleyen hükümlerin açıklanmasına:

İlâhî yasalara göre, büyük tehlikeler karşısında ölüm korkusuyla paniğe kapılarak mücadeleden kaçan toplumlar, çok daha büyük zararlara uğrar, hatta yok olup giderler. Bu gerçeği daha iyi anlamak için, İsrailoğulları'nın geçmişte yaşadığı şu çarpıcı örneğe kulak verin:
242
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِۖ فَقَالَ لَهُمُ اللّٰهُ مُوتُوا ثُمَّ اَحْيَاهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
Binlerce kişi oldukları hâlde, düşman orduları karşısında paniğe kapılıp ölüm korkusuyla yurtlarını terk eden Yahudilerin ibret verici hâline bir baksana! Bu yüzden Allah, hayatın ve ölümün yalnızca kendi elinde olduğunu, dolayısıyla, ölüm korkusuyla görevi terk edenlerin, korktuklarından çok daha büyük felaketlerle yüz yüze geleceklerini göstermek üzere, onlara "Ölün!" dedi, ölümlerinden sonra da onları yeniden diriltti. İnsanlık tarihi, ölümden korkarak vatanlarını savunmaktan ve Allah'ın emrini yerine getirmekten kaçınan, sürü sürü yurtlarını terk ederek kısa zamanda dağılıp perişan olan; fakat ölümcül tehlikeler karşısında sebat ve kahramanlık gösterip direndikleri, canlarını ve korunması gereken diğer değerleri savundukları zaman Allah'ın izniyle yeniden hayat bulan nice milletlerin örnekleriyle doludur. Demek ki, Allah'ın hükmünden kaçılmaz ve hiç bir zaman O'ndan ümit de kesilmez. Allah'ın hükmünden kurtulmak için ne ölümden kaçmak ne de ölüme koşmak akıl işi değildir.

Doğrusu Allah, insanlara karşı sonsuz lütuf sahibidir. Böyle çarelerin tükendiği, artık yaşama imkânının kalmadığı zannedilen anlarda bile yeniden hayat verir. Ne var ki, insanların çoğu, bunca nimetleri kendilerine bahşeden Rablerine gereğince şükretmezler.

Nitekim şehit olma arzusuyla savaşan Müslümanlar, sayıca ve silahça kendilerinden daha üstün olan, fakat şehadet bilincine sahip olmadıkları için can derdine düşen, sırf ölmemek için savaşan nice orduları bozguna uğratmışlardır. O hâlde ey inananlar, belâlara uğrayıp darmadağın olmak istemiyorsanız ölümden korkmayın, aksine:
243
وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Allah yolunda malınızla, canınızla savaşın. Yaşama sevgisi ve ölüm korkusu, sizi Allah yolunda savaşmaktan, küfre ve zulme karşı mücadele etmekten alıkoymasın. Şunu iyi bilin ki, ölüm de hayat da Allah'ın elindedir ve Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.
244
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُٓ اَضْعَافاً كَـث۪يرَةًۜ وَاللّٰهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُۣطُۖ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Kim Allah'a güzelce bir borç vermek ister ki, Allah da bu borcu ona kat kat fazlasıyla geri ödesin? Her kim ihlas ve samimiyetle malını, canını ve sahip olduğu nimetleri Allah yolunda feda ederse, Allah bunu kendisine verilmiş mukaddes bir borç kabul edecek ve bu fedakârlığı yapan kulunu, sonsuz cennet nimetleri ve hoşnutluğu ile ödüllendirecektir.

"Allah yolunda harcama yaparsak malımız azalır, fakir düşeriz" diye düşünmeyin. Unutmayın ki, kullarından dilediğinin rızkını kısan da, açan da yalnızca Allah'tır. Ayrıca hepiniz O'na döndürülecek ve yapıp ettiklerinizin hesabını mutlaka vereceksiniz.
245
اَلَمْ تَرَ اِلَى الْمَلَأِ مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ مِنْ بَعْدِ مُوسٰىۢ اِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكاً نُقَاتِلْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ اَلَّا تُقَاتِلُواۜ قَالُوا وَمَا لَـنَٓا اَلَّا نُقَاتِلَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَقَدْ اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَٓائِنَاۜ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا اِلَّا قَل۪يلاً مِنْهُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ
Musa'dan sonraki dönemde yaşayan İsrailoğulları'nın ileri gelenlerinin korkaklıklarına, nefse tapınmalarına ve disiplinsizliklerine bir baksana:

Milattan Önce 1000 yıllarında Amalikalılar İsrailoğulları'na saldırmış ve Filistin'in büyük bölümünü ele geçirmişlerdi. Hani onlar, Samuel adındaki Peygamberlerine peygamberliği öğretircesine, "Bize diğer milletlerde olduğu gibi bir hükümdar tayin et de, onun önderliği altında Allah yolunda savaşalım." demişlerdi. Oysa böyle cüretkâr bir tavırla Peygamber'e talimat vermeleri değil; onun emir ve talimatlara uymaları gerekiyordu. Zira savaşmaları gerekseydi Peygamber onlara bunu zaten emredecekti.

İsrailoğulları'nın daha önceki dönekliklerini gayet iyi bilen ve onların bu savaşma taleplerinin altında da Allah rızasından başka niyetlerin yattığını sezinleyen Peygamberleri, "Ya size savaş emredilir de savaşmazsanız?" dedi. Buna karşılık onlar:

"Bizler düşman tarafından yurtlarımızdan çıkarılmış, çoluk çocuğumuzdan ayrı bırakılmışken ne diye Allah yolunda savaşmayalım ki?" dediler. Bunu söylerken, aslında Allah'ın adının yücelmesi ve dininin yeryüzüne egemen olması için değil; topraklarını, ailelerini, menfaatlerini korumak ve düşmandan intikam almak için savaşmak istediklerini itiraf ediyorlardı. Allah da onları imtihan etmek ve bu küstahça tavırlarından dolayı cezalandırmak üzere, Peygamberine onların isteğini kabul etmesini vahyetti.

Fakat onlara savaş emredilince, içlerinden pek azı hariç, Allah'ın emrinden yüz çevirdiler. Fakat Allah, zalimleri çok iyi bilmektedir ve hak ettikleri cezayı onlara mutlaka verecektir.Demek ki, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için değil de kişisel çıkarları korumak veya düşmandan intikam almak amacıyla yola çıkanlar, sıkıntılarla yüz yüze gelir gelmez mücadeleyi terk edeceklerdir.

İsrailoğulları'nın istedikleri hükümdarın nasıl tayin edildiğine ve Allah'ın emrinden nasıl yüz çevirdiklerine gelince:
246
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّٰهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاًۜ قَالُٓوا اَنّٰى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِۜ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِۜ وَاللّٰهُ يُؤْت۪ي مُلْكَهُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
Peygamberleri onlara, "Allah size hükümdar olarak Tâlût'u seçti." dedi. Onlar, "Biz bu göreve ondan daha lâyık olduğumuz hâlde, o bizim başımıza nasıl hükümdar olabilir? Üstelik onun malı mülkü de yok!" diye itiraz ettiler.

Peygamber, "Doğrusu onu size hükümdarolarak ben değil, bizzat Allah seçti ve hem bilgi hem de beden gücü bakımından onu hepinizden üstün kıldı. Allah mülkünü, yani yeryüzünde egemenlik güç ve yetkisini kullarından dilediğine verir. Allah'ın lütuf ve merhameti pek geniştir, O her şeyi bilendir. Kimlerin hükümdarlığa layık olup olmadığını da çok iyi bilir. İşte her şeyi bilen Allah, sıradan bir köylü çocuğu olmakla birlikte, yönetim ve savaş tekniğini çok iyi bilen ve aynı zamanda güçlü bir cengâver olan Tâlût'u size hükümdar olarak seçti." dedi.
247
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اٰيَةَ مُلْكِه۪ٓ اَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ ف۪يهِ سَك۪ينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ اٰلُ مُوسٰى وَاٰلُ هٰرُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلٰٓئِكَةُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ۟
Peygamberleri, sözlerine devamla onlara dedi ki: "Onun hükümranlığının alâmeti, öteden beri savaşırken yanınızda bulundurduğunuz, fakat uzun zaman önce düşmanın eline geçmiş olan kutsal sandığın onun vasıtasıyla size ulaşması olacaktır. Meleklerin yönlendirdiği sürücüsüz bir arabanın taşıdığı o sandığın içinde, Rabb'inizden müminin kalbine güven ve cesaret veren bir sekine, bir gönülferahlığı ve Musa ile Harun ailesinden kalan bazı önemli eşyalar, kutsal emanetler ve hatıralar vardır. O sandığın bu şekilde size getirilmesi, kalplerinizin huzur ve güvenle dolmasını sağlayacaktır. Eğer gerçekten inanıyorsanız, bu aynı zamanda, Tâlût'un komutanlığı konusunda sizin için kesin bir işaret ve apaçık bir delildir." Böylece, sözü edilen sandık geldi ve Tâlût komutan olarak ordunun başına geçti.
248
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِۙ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ مُبْتَل۪يكُمْ بِنَهَرٍۚ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنّ۪يۚ وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَاِنَّهُ مِنّ۪ٓي اِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِه۪ۚ فَشَرِبُوا مِنْهُ اِلَّا قَل۪يلاً مِنْهُمْۜ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۙ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ۜ قَالَ الَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ
Tâlût o orduyla yola çıkınca, "Allah sizin sadakat ve sabrınızı bir ırmakla imtihan edecektir. Kim o ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir. Kim onunsuyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse, işte o bendendir.Yani beni seven ve emirlerime uyan disiplinli bir askerdir." dedi. Fakat ırmağa varır varmaz, içlerinden pek azı hariç, Tâlût'un emrini hiçe sayıp o ırmağınsuyundan doya doya, kana kana içtiler.

Nihayet, Tâlût ve beraberindeki müminler ırmağı geçince, emre karşı gelerek o sudan doyasıya içmiş olanlar, "Bu gün Câlût ve ordusuna karşı savaşacak gücümüz yok!" dediler. Ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün savaşta ölmeseler bile başka bir gün mutlaka öleceklerini ve Mahşer Günü Allah'ın huzuruna çıkacaklarını bilen müminler ise, "Arkadaşlar; kendilerini süper güç zanneden bu kâfir orduları karşısında asla korkuya kapılmayın! Nice küçük ve inançlı topluluklar vardır ki, büyük fakatinançtan yoksun dev gibi orduları Allah'ın izniyle bozguna uğratmıştır. Zorluk ve sıkıntılar karşısında dayanır, direnç gösterir, inancınızı kaybetmeden mücadele devam ederseniz, Allah'ın izniyle zafer bizim olacaktır. Hiç kuşkusuz Allah, sabredenlerle beraberdir." dediler. Onların bu konuşması, korku ve ümitsizliğe kapılan müminlerin kalplerine yeniden kuvvet ve cesaret verdi.
249
وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ قَالُوا رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَۜ
Böylece müminler Câlût ve ordusuyla karşılaştıklarında, "Ey Rabb'imiz, bu çetin imtihanda üzerimize sabır yağdır, zorluklar karşısındabizedayanma gücü bahşet! Dizimize derman, yüreğimize cesaret vererek adımlarımızı sağlam kıl ve bu inkârcı topluluğa karşı bize yardım eyle!" diye dua ettiler.
250
فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِۙ وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُۜ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُوفَضْلٍ عَلَى الْعَالَم۪ينَ
Nihayet Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar ve o sırada genç bir asker olan Davud, teke tek çarpıştığı Câlût'u sapan taşıyla öldürdü. Daha sonra Allah ona hükümranlık kudreti ile hikmet bilgisi bahşetti ve ona dilediği şeyleri öğretti. Allah Davud'a, madenleri işleyip zırh örme, dağlara ve kuşlara hükmetme, güzel ses ve nağmelerle âyetler okuma, yerinde ve doğru hüküm verme, güzel ve etkileyici konuşma gibi bilgi ve yetenekler bahşetti.O halde, Allah yolunda mücadeleyi asla terk etmeyin, unutmayın ki:

Eğer Allah insanların bir kısmıyla diğer bir kısmını bertaraf etmemiş olsaydı, yani adaleti gerçekleştirmek isteyen iyi insanlara, zalimlere karşı savaşma yetki ve görevini vermeyip insanları birbirlerine karşı savunmasız bırakmış olsaydı, dünyada haksızlık ve zulüm egemen olur, yeryüzü fesada boğulurdu. Fakat Allah, tüm varlıklara karşı lütuf sahibidir. Bu lütfunun tecellilerinden biri de, hak ve adaletin egemen olması için zalimlere karşı savaşa izin vermesidir.
251
تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۜ وَاِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَ
İşte bunlar Allah'ın âyetleridir; onları sana hak olarak okuyoruz. Hak ve hakikat ile tam bir uyum içinde olan bu mesajları, doğruyu ve gerçeği ortaya koymak üzere sana bildiriyoruz.Çünkü ey Muhammed, elbette sen, Allah tarafından gönderilmiş elçilerdensin.
252
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۢ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍۜ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُر۪يدُ۟
O elçiler ki, biz onların bir kısmını diğerlerine üstün kıldık. Peygamberlerden her birine, diğerlerinden farklı üstün özellikler bahşettik. Onlardan kimi var ki, Allah kendisiyle aracısız ve perdesiz olarak konuşmuştur. Nitekim Allah Musa ile böyle konuşmuştu. Kimini de Allah daha başka üstünlük ve derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya da beşikte iken konuşma, ölüleri diriltme, hastalara şifa verme gibi apaçık mucizeler verdik ve onu Kutsal Ruh Cebrail'in vahiy ve ilham gücü ile destekledik.

Gerçi Allah insanların iradelerini ellerinden alıp onları zorla Hak Dine boyun eğdirmeyi dileseydi, o peygamberlerden sonrakiler, kendilerine apaçık mucizeler geldikten sonra ayrılığa düşüp birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat Allah onları seçimlerinde serbest bıraktı. İçlerinden bir kısmı, kendilerine bahşedilen bu özgürlük ve iradeyi kötüye kullanınca ayrılığa düştüler ve böylece kimileri inandı, kimileri inkâr etti.

Evet; Allah dileseydi, tabii ki birbirleriyle çatışmazlardı; fakat Allah sizin sınırlı bilginiz ve arzularınız doğrultusunda değil, sonsuz ilim ve hikmeti gereğince dilediğini yapar. Elbette Allah dileseydi bütün insanları zorla imana getirir ve aralarındaki çatışmaları durdurabilirdi. O zaman hiç kimse O'nun peygamberleri aracılığıyla gönderdiği hidayetten yüz çeviremezdi. Fakat insanları belirlenmiş bir yoldan gitmeye zorlamak, O'nun dileği değildir. Zira O, insanı yeryüzüne imtihan etmek için göndermiştir. Eğer insandan bu davranış özgürlüğü kaldırılsaydı, imtihan anlamını yitirir ve insanın meleklerden, hayvanlardan ve bitkilerden farklı irade sahibi bir varlık olarak yaratılmasının bir anlamı kalmazdı.
253
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ ف۪يهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌۜ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Ey inananlar! Hiçbir pazarlığın, dostluğun, iltimas ve aracılığın olmadığı o dehşet verici Gün gelip çatmadan önce, size verdiğimiz nimetlerden bir kısmını Allah için fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine harcayın! Unutmayın ki, Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetleri O'nun yolunda harcamaktan kaçınan nankörler, zalimlerin ta kendileridir! Demek ki, bütün sapmaların, zulüm ve haksızlıkların temelinde insanların Allah'ı gereğince tanıyamamaları yatmaktadır. O hâlde, Rabb'inizi sizlere tanıtan şu mübarek âyetleri can kulağıyla dinleyin:
254
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. O, bütün evrenin hâkimi ve mahlûkatın biricik ilâhı, kulluk ve itaate lâyık yegâne ilâh, mülkün tek sahibi olan Allah'tır. Hiç kimse hâkimiyetinde, otoritesinde, mülkünde ve yönetiminde O'na ortak değildir. O, İsa Peygamber'den sonra kilise çevreleri tarafından uydurulan Teslis (üçlü ilâh) inancında olduğu gibi üç ayrı tanrıdan ibaret değildir. Yahudilerin Tevrat'a karıştıkları bâtıl inançlarda olduğu gibi zayıflık ve sınırlılıklara sahip eksik ve muhtaç bir tanrı da değildir. [37] O hâlde insan sadece Allah'a kulluk etmeli, yalnızca O'nun sözlerini dinlemeli ve ancak O'nun rızasını kazanmak için çalışmalıdır.

O Allah ki, Hayy'dır. Daima diridir ve hayatın biricik kaynağıdır. Kayyûm'dur. Kâinatın nizamını elinde bulunduran, bütün varlıkları koruyup gözeten, yöneten ve yönlendirendir. Bütün mahlûkat, O'nun kudret ve iradesiyle varlık ve intizamını sürdürmektedir.

Ne bir uyuklama tutar O'nu, ne bir uyku. O'nun mevcudat üzerindeki hüküm ve otoritesi sınırsız; lütuf, rahmet ve bereketi kesintisizdir. Her an her şeyi görmekte, denetlemekte ve yönetmektedir.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Kâinatta var olan her şeyin yaratıcısı ve sahibidir.

O'nun izni olmaksızın, huzurunda kim şefaat edebilir? O affetmeyi dilemedikçe, günahkârları azaptan kim kurtarabilir? Cehennemi hak eden zalimlerin cezadan kurtarılması için iltimas ve aracılık etmeye kalkmak kimin haddine? Evet, evrenin Hâkim'inin izni olmaksızın hiçbir peygamber, hiçbir melek ve hiçbir aziz O'nun önünde bir tek söz bile söyleyemeyecektir.

O, kullarının önlerinde ve arkalarında olan her şeyi bilir. Onların geçmişte ve gelecekte, yaptıkları ve yapacakları, bildikleri ve bilmedikleri, açıkladıkları ve gizledikleri, yapıp gönderdikleri ve geride bıraktıkları her şeyi bilir. Oysa onlar Allah'ın ilminden, O'nun dilediğinden başka hiçbir şey kavrayamazlar. İnsan Allah'ın ilminden, ancak O'nun izin verdiği kadarını bilebilir. Allah insana, yeryüzü halifeliği için ihtiyaç duyacağı bazı evrensel kanunları, enerjileri ve güçleri keşfetmesine imkân tanımıştır.  Bununla birlikte insanın içinde yaşadığı kâinat hakkındaki bilgisi, bilmediklerine oranla milyonda bir mesabesindedir.

O'nun Kürsü'sü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Sonsuz kudret ve hükümranlığı bütün kâinatı kapsamaktadır.

Bunların korunup gözetilmesi O'na asla ağır gelmez.

Yüce ve büyük olan ancak O'dur. Gerçek anlamda yücelik, ululuk ve azamet sadeceO'na aittir.

İşte insanlık, Allah'ı bu vasıflarıyla tanımadığı ve O'nun gönderdiği Son Mesaj'a iman etmediği sürece, asla kurtuluşa ulaşamayacaktır. Bunun için ey müminler, insanları açık ve ikna edici delillerle hak dine davet etmelisiniz. Fakat çağrınızı kabul etmedikleri takdirde, iman etmeleri için onlara baskı ve zorlamada bulunmamalısınız:
255
لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Dinde zorlama yoktur. Başkalarının hakkını açıkça çiğnemedikleri sürece, insanlar diledikleri dini veya hayat tarzını seçip uygulamakta özgür bırakılmalı ve hiç kimseye herhangi bir din, mezhep veya ideolojiyi kabul veya reddetme konusunda baskı yapılmamalıdır. Ancak kişi özgür iradesiyle İslâm'ı kabul ettiği takdirde, bir inanç sistemi ve yaşam tarzı olan bu dinin gereklerini yerine getirmekle elbette yükümlüdür. Gerçekler açıkça anlatılıp zihinler aydınlatıldıktan sonra, her insan kendi özgür iradesiyle bir tercihte bulunur ve bunun sorumluluğunu da yine kendisi taşır. Çünkü doğru yol, eğri yoldan tamamen ayrılıp açıkça ortaya konmuştur. Buna göre, size düşen hak dini güzelce tebliğ etmektir.

Artık her kim, kelime-i tevhidin ilk rüknünde ifade edildiği gibi, Allah'ın otoritesini ve hükümlerini hiçe sayan insan ve cin şeytanlarının egemenliğini, yani tâğûtları inkâr eder (Lâ ilâhe…) ve hayatın her alanında tek egemen güç olarak Allah'a inanırsa (…illallah), kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa tutunmuş olur. Hiç kuşkusuz Allah, her şeyi işitendir, bilendir.

Evet, insanlar iman edip etmemekte serbesttirler, fakat şunu iyi bilmelidirler ki:
256
اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ الطَّاغُوتُۙ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟
Allah, inananların koruyucusu, yardımcısı, rehberi, dostu ve velisidir. Onları zulüm, cehalet ve dalâlet karanlıklarından ilim, iman ve hidâyet aydınlığına çıkarır.

İnkâr edenlere gelince, onların velisi de Allah'ın otoritesini ve hükümlerini hiçe sayarak kendilerini ilâhlaştıran insan ve cin şeytanları, yani tâğûtlardır. Bu azgın şeytanlar, onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte bunlar cehennem halkıdırlar ve sonsuza dek orada kalacaklardır.

Mümin ile kâfiri daha iyi tanımak üzere, şu yaşanmış örneğe kulak verin:
257
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۙ قَالَ اَنَا۬ اُحْـي۪ وَاُم۪يتُۜ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ
Allah kendisine hükümdarlık verdi diye O'nun bahşettiği zenginlik ve güçle şımarıp azgınlaşarak Rabb'i hakkında İbrahim'le tartışmaya girişen Nemrut adındaki adamın hâline bir baksana:

Hani İbrahim, "Benim Rabb'im tüm canlılara hayat veren ve zamanı gelince onları öldürendir. Hayatın ve ölümün sahibi olan Allah'a iman ve itaat etmelisin!" demişti. Nemrut, "Ben de tıpkı senin Rabb'in gibi diriltir ve öldürürüm!" dedi. Sonra güya iddiasını ispatlamak için, ölüm cezası almış iki mahkûmu zindandan çıkarttı. Birini öldürdü, diğerinin de hayatını bağışladı.

Buna karşılık İbrahim, onunla kısır tartışmalara hiç girmeden:

"Peki, Allah güneşi doğudan getirir; haydi sen de ilah olduğunu iddia ediyorsan onu batıdan getirsene!" deyince, o inkârcı İbrahim'e verecek bir cevap bulamadı, şaşırıp kaldı. Allah, hakikati bile bile reddeden böyle zalimleri asla doğru yola iletmez.

İkinci örneğe gelince:
258
اَوْ كَالَّذ۪ي مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَاۚ قَالَ اَنّٰى يُحْـي۪ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَاۚ فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُۜ قَالَ كَمْ لَبِثْتَۜ قَالَ لَبِثْتُ يَوْماً اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْۚ وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِلنَّاسِ وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْماًۜ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُۙ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Yahut hakikate ulaşmak için çaba harcayan, doğruyu görünce de inat etmeden hakka teslim olan şu kimsenin misâline ibretle bir bak, bir düşünsene: Hani o, altı üstüne gelmiş virane bir şehrin yanından geçerken kendi kendine, "Allah bu şehrin çürüyüp toprağa karışmış halkını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" diye sordu.

Bunun üzerine Allah onu derhâl öldürdü ve tam yüz yıl sonra yeniden dirilterek, "Söyle bakalım, sence ölü vaziyette kaç yıl kaldın?" diye sordu. Adam, "Olsa olsa bir gün, ya da birkaç saat kalmışımdır!" dedi. Allah buyurdu ki:

"Hayır, aslında yüz yıl kaldın. Fakat yiyeceğine ve içeceğine bak, daha bozulmamışlar bile. Bir de şu etleri çürümüş, kemikleri dağılmış eşeğine bak! İşte bütün bunları, seni insanlığa sınırsız kudretimizi gösteren bir mucize, bir ibret belgesi kılmak için yaptık. Şimdi o çürümüş kemiklere bir bak; nasıl onları üst üste yerleştiriyor, sonra da üzerlerine et giydiriyoruz!"

Nihayet, ölüm ötesi hayat ile ilgili hakikat ona apaçık belli olunca, "Artık kesinlikle anladım ki, Allah'ın her şeye gücü yetermiş!" dedi. [38]

Demek ki Allah sizden körü körüne iman etmenizi değil, vahyin ışığında aklınızı kullanarak ve tüm kalbinizle ikna olarak inanmanızı istiyor. Bakınız, imanın sembolü olan atanız İbrahim, size bu konuda nasıl yol gösteriyor:
259
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اَرِن۪ي كَيْفَ تُحْـيِ الْمَوْتٰىۜ قَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْۜ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْب۪يۜ قَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلٰى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءاً ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْت۪ينَكَ سَعْياًۜ وَاعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟
Hani bir vakit İbrahim, "Ey Rabb'im, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster!" demişti.

Allah, "Yoksa yeniden dirilişe inanmıyor musun ey İbrahim?" dedi. İbrahim, "Elbette inanıyorum; fakat kalbimin iyice yatışması için bunu gözlerimle görmek istedim ya Rab!" diye cevapladı.

Bunun üzerine, Allah buyurdu ki:

"Öyleyse dört tane kuş yakala ve onları iyice kendine alıştır. Sonra bu kuşları kesip parçalara böl ve her bir parçasını birer tepeye bırak. Ardından da onları çağır, Allah'ın izniyle hepsi dirilecek ve hızla koşarak sana gelecekler. Şunu iyi bil ki, Allah sonsuz kudret ve hikmet sahibidir."

Evet, tüm evreni şaşmaz bir ölçü ve mükemmel bir uyum içinde yaratan sonsuz ilim, kudret, hikmet ve adalet sahibi Allah, elbette insanları öldükten sonra yeniden diriltecek ve iyileri cennetle ödüllendirip kötüleri cehennemle cezalandıracaktır. Böylece zalimlerin kötülükleri yanlarına kalmayacak, iyilik yapanların iyilikleri de boşa gitmeyecektir. O halde, yeryüzünde ezilen, hakları çiğnenen çaresiz ve yoksul insanların kurtuluşu için Allah yolunda harcadığınız hiçbir malın, hiçbir emeğin boşa gitmeyeceğinden emin olun:
260
مَثَلُ الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ اَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ ف۪ي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍۜ وَاللّٰهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, tıpkı buğday tohumu eken bir çiftçinin durumuna benzer: Toprağa atılan bu tek tohum, her başağında yüz buğday tanesi olmak üzere tam yedi başak filiz verecektir. Yani Allah yolunda harcama yapan kişi de mükâfatını en az yedi yüz katıyla alacaktır.

Hatta Allah, dilediğine bundan kat kat fazlasını da verir. Çünkü Allah, lütuf ve merhametiyle sınırsızdır, her şeyi bilendir.
261
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ ثُمَّ لَا يُتْبِعُونَ مَٓا اَنْفَقُوا مَناًّ وَلَٓا اَذًۙى لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Mallarını Allah yolunda harcayan ve bu harcamalarının ardından yaptığı iyilikleri başa kakmayan, gönül incitmeyen kimseler var ya, işte Rableri katında onlara nice ödüller vardır. Ve Hesap Günü'nde onlar ne korkuya kapılacak, ne de üzüleceklerdir.
262
قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَٓا اَذًىۜ وَاللّٰهُ غَنِيٌّ حَل۪يمٌ
Gönül alıcı tatlı bir söz söylemek veya bir kimsenin ayıbını örtüp kusurunu bağışlamak, peşinden başa kakma ve incitme gelen bir sadakadan daha değerlidir. Öyle ya, Allah hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir; her bakımdan sınırsız kudret ve zenginlik sahibidir. Dolayısıyla, sizin vereceğiniz sadakalara da elbette ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte halimdir, kullarına ceza vermekte acele etmez, sonsuz şefkatiyle yumuşak davranır. O hâlde, siz de Allah'ın kullarına merhametli, tatlı dilli ve güler yüzlü davranın:
263
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَالْاَذٰىۙ كَالَّذ۪ي يُنْفِقُ مَالَهُ رِئَٓاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَاَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْداًۜ لَا يَقْدِرُونَ عَلٰى شَيْءٍ مِمَّا كَسَبُواۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
Ey inananlar! Sadakalarınızı ve yaptığınız iyilikleri, onları insanların başına kakarak, gönül inciterek boşa çıkarmayın; tıpkı Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde, sırf insanlara gösteriş olsun diye malını güya Allah yolunda harcayan ve böylece tüm iyilikleri boşa giden münafıklar gibi sadakalarınızı geçersiz kılmayın.

Böylesi bir iyilik, tıpkı üzerinde biraz toprak bulunan kayalığa atılmış tohuma benzer ki, ansızın yağan bir yağmur, tohumu filizlendireceği yerde, kaya üzerindeki toprağı silip süpürerek onu çıplak bir taş hâlinde bırakır. İşte bu tür sadakalar, böyle bir kaya üstüne atılmış tohum gibi boşa gitmeye mahkûmdur. Dolayısıyla, gösteriş amacıyla iyilik yapanlar veya yaptıkları iyilikleri insanların başına kakanlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemeyeceklerdir. Allah, inkâra sapan ve cömertçe sunduğu nimetleri yoksullarla paylaşmaktan kaçınarak nankörlük eden bir toplumu asla doğru yola iletmez. O'nun doğru yola ileteceği kimseler şunlardır:
264
وَمَثَلُ الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ وَتَثْب۪يتاً مِنْ اَنْفُسِهِمْ كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ اَصَابَهَا وَابِلٌ فَاٰتَتْ اُكُلَهَا ضِعْفَيْنِۚ فَاِنْ لَمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ فَطَلٌّۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve yüreklerindeki iman, ihlas ve samimiyet hissini kökleştirip pekiştirmek için mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yaylalık bir tepe üzerindeki verimli bir bahçeye tohum eken bir çiftçinin durumuna benzer ki, oraya kuvvetli bir yağmur yağınca, normal bahçelerin en az iki katı ürün verir. Hatta yağmur değmese bile, yüksekliğinden dolayı ince bir yağmur ya da çiy gibi hafif bir çisenti düşer, yine de ürününü verir. Öyleyse, az çok demeyin, malınızı Allah yolunda harcayın. Unutmayın ki, Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.

Yaptığı iyilikleri insanların yüzüne vurup gönül inciterek sadakalarını boşa çıkaran ve bu sadakaların sevabına en çok muhtaç olduğu Mahşer Günü'nde hepsinin yok olup gittiğini gören kişinin durumu neye benzer, bilir misiniz?
265
اَيَوَدُّ اَحَدُكُمْ اَنْ تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۙ لَهُ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۙ وَاَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَٓاءُۖ فَاَصَابَهَٓا اِعْصَارٌ ف۪يهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ۟
İçinizden hanginiz arzu eder ki, içerisinde ırmakların aktığı, çeşit çeşit ürünlerin yetiştiği hurma bahçelerine, üzüm bağlarına sahip olsun da,

Çoluk çocuğunun bakıma muhtaç olduğu bir sırada, tam da üzerine ihtiyarlık çökmüşken,

Aniden alevli bir kasırga kopsun ve biricik geçim kaynağı olan o bahçeyi yakıp kül ediversin? Herhâlde hiçbiriniz böyle acınacak bir duruma düşmek istemezsiniz, değil mi?

İşte Allah, düşünesiniz de bugünden tedbirinizi alıp yarın Hesap Günü'nde pişman olmayasınız diye âyetlerini size böyle açıklıyor. O hâlde;
266
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّٓا اَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْاَرْضِۖ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَب۪يثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِاٰخِذ۪يهِ اِلَّٓا اَنْ تُغْمِضُوا ف۪يهِۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ
Ey iman edenler! Gerek sizin çalışıp üreterek kazandığınız gerekse yerden sizin için çıkardığımız toprak ürünleri, maden, define ve petrol gibi nimetlerin temiz ve helâl olanlarından bir kısmını Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine harcayın.

Size verilecek olsaydı, beğenmediğiniz için yüzünüzü buruşturmadan almayacağınız döküntü, bozuk, çürük ve değersiz malları sadaka olarak vermeye kalkışmayın. Şunu iyi bilin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, dolayısıyla sizin iyiliklerinize de ihtiyacı yoktur. Asıl buna muhtaç olan sizsiniz. Ve gerçek anlamda yüceltilmeye, şükredilmeye ve övülmeye lâyık olan sadece O'dur. O hâlde, Allah'ın bahşettiği nimetleri yoksullarla paylaşmaktan sizi alıkoymaya çalışan insan ve cin şeytanlarının sözlerine aldanmayın:
267
اَلشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَٓاءِۚ وَاللّٰهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ وَفَضْلاًۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌۚ
Şeytan, fakirlik ihtimali ile gözünüzü korkutarak size cimrilik, hırsızlık, hayâsızlık gibi kötülükleri telkin eder.

Allah ise, kendi katından size bir bağışlama ve büyük bir lütuf vaadetmektedir. Öyle ya, Allah lütuf ve merhameti bakımından sınırsızdır, her şeyi bilendir. Öyleyse ne yapıp edin O'nun hoşnutluğunu kazanmaya bakın. Unutmayın ki;
268
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِيَ خَيْراً كَث۪يراًۜ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
O, ilâhî bilgiyi pratik hayata uygulama anlayış ve yeteneği olan hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmiş ise, gerçekten ona pek çok iyilik bahşedilmiş demektir. Ne var ki, idrak ve sağduyu sahibi olanlardan başkası bunları düşünüp ibret almaz.
269
وَمَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ اَوْ نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُهُۜ وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ اَنْصَارٍ
Ey iman edenler! Allah, yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı kesinlikle bilmektedir ve ona göre karşılığını verecektir. Öyleyse, sakın iyilik etmekten uzaklaşarak zulme sapmayın! Unutmayın ki, zalimlerin ahirette hiçbir yardımcıları olmayacaktır. Dolayısıyla, bu dünyada da sizden asla destek görmemelidirler.
270
اِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَۚ وَاِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَـرَٓاءَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيِّـَٔاتِكُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ
Sadakalarınızı—gösteriş amacı gütmemek şartıyla— açıktan verirseniz, ne güzel! Fakat onu fakirlere gizlice vermeniz, sizin için daha hayırlıdır. Çünkü bu, bazı günahlarınızın bağışlanmasını ve kalplerde sevgi, şefkat, kardeşlik gibi duyguların filizlenerek, müminler arasında birlik, beraberlik ve dayanışma ruhunun canlanmasını, böylece, kötülüklerin, zulüm ve haksızlıkların silinip yok olmasını sağlar. Bunun için, sadakaları gizlice vermek daha güzeldir. Ancak İslâm devletinin topladığı resmî bir vergi olan zekât açıktan verilmelidir. Böylece hem yanlış anlaşılmaların ve kötü zannın önüne geçilmiş, hem de insanlar zekât vermeye teşvik edilmiş olur.Hiç kuşkusuz Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.
271
لَيْسَ عَلَيْكَ هُدٰيهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَلِاَنْفُسِكُمْۜ وَمَا تُنْفِقُونَ اِلَّا ابْتِغَٓاءَ وَجْهِ اللّٰهِۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ
Ey İslâm davetçisi! Bütün öğüt ve uyarılarına rağmen inkârcıların haktan yüz çevirmeleri seni üzmesin. Senin görevin, onları her ne pahasına olursa olsun hidayete erdirmek değildir. Sen sadece uyarmakla yükümlüsün, dilediğini imana erdirme yetkisine sahip değilsin. Fakat Allah, imana lâyık gördüğünü doğru yola iletir.

Ey inananlar! İyilik namına yaptığınız her harcama, aslında kendi iyiliğiniz içindir. Çünkü siz yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için harcama yapıyorsunuz. O hâlde, size müjdeler olsun:

Yaptığınız bütün iyilikler size tam olarak —hem de kat kat fazlasıyla— geri ödenecek ve kesinlikle haksızlığa uğratılmayacaksınız.
272
لِلْفُقَـرَٓاءِ الَّذ۪ينَ اُحْصِرُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ لَا يَسْتَط۪يعُونَ ضَـرْباً فِي الْاَرْضِۘ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ اَغْنِيَٓاءَ مِنَ التَّعَفُّفِۚ تَعْرِفُهُمْ بِس۪يمٰيهُمْۚ لَا يَسْـَٔلُونَ النَّاسَ اِلْحَافاًۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ۟
Fakat bu yardımlar, öncelikle Allah yolunda mücadele eden, sınır boylarında düşmana karşı nöbet bekleyen, ilim öğrenme ve öğretme faaliyetleriyle meşgul olan, kısacası, kendisini İslâm yolunda hizmete adayan, bu yüzden de darlığa düşen ve geçimini kazanmak amacıyla yeryüzünde gezip dolaşacak gücü ve imkânı olmayan yoksulların hakkıdır. Yardıma hiç ihtiyaçları yokmuş gibi sadaka istemekten çekindikleri için, işin içyüzünü bilmeyenler onları zengin sanır. Onları, yüzlerine ve kıyafetlerine dikkatlice bakınca simalarından tanırsın. İnsanlara el açıp dilenmezler.

İşte böyle muhtaç insanlara her ne iyilik yaparsanız, Allah hepsini bilmektedir ve mükâfatını da tam olarak verecektir.
273
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِراًّ وَعَلَانِيَةً فَلَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Mallarını gece gündüz, gizli açık demeyip ne zaman ve ne durumda olursa olsun, ihtiyaç sahibini görür görmez derhâl harcayanlar var ya, onlar için Rableri katında muhteşem ödüller vardır ve mahşer günü onlar ne korkuya kapılacak ne de üzüleceklerdir.

Yoksulları gözetmeyen, hele hele faiz ve tefecilikle onların kanını emerek sömüren zalimlere gelince:
274
اَلَّذ۪ينَ يَأْكُلُونَ الرِّبٰوا لَا يَقُومُونَ اِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذ۪ي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُٓوا اِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبٰواۢ وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰواۜ فَمَنْ جَٓاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّه۪ فَانْتَهٰى فَلَهُ مَا سَلَفَۜ وَاَمْرُهُٓ اِلَى اللّٰهِۜ وَمَنْ عَادَ فَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
İnsanların acil paraya ihtiyaç duydukları zayıf anlarını fırsat bilerek, verdikleri borç karşılığında faiz alıp insafsızca tefecilik yapanlar, yani ribâ yiyenler, Mahşer Günü kabirlerinden ancak şeytan çarpmış yani cinnet geçirmiş kimsenin kalktığı gibi rezil ve perişan bir hâlde kalkacaklardır.

Bunun sebebi, "Sizin helâl gördüğünüz kâr ortaklığına dayalı borçlanmalar, ticaret ve kira gelirleri de tıpkı faiz gibidir. Eğer faiz almak haramsa, bunların da haram olması gerekir. Zira ikisinde de sermayenin para kazanması söz konusudur!" demeleridir. Dikkat edilirse, kâfirler, faizin ticaret gibi helâl olduğunu ifade etmek için "Faiz ticaret gibidir." demeleri gerekirken, sanki iktisadi hayatın temel ve vazgeçilmez unsuru faizmiş de yasaklığı tartışılan konu ticaretmiş gibi, "Ticaret faiz gibidir." diyorlar. Oysa Allah ticareti helâl, faizi ise haram kılmıştır. Çünkü faiz, sermayeye para kazandırması yönüyle ticarete benzese de, sermaye sahiplerini kolay yoldan para kazanmaya sevk ederek uzun vadeli üretime yönelik girişimleri baltalaması, üretimin maliyetini yükseltmesi, haksız kazanca yol açması... gibi yönleriyle, ticari faaliyetlerden tamamen farklıdır.

O hâlde, her kim kendisine Rabb'inden bir öğüt ulaşır da o öğüdü dinleyip tefecilikten, faizcilikten vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir. Cezalar geçmişe yönelik olarak uygulanmadığı için, bu âyet inmeden önce faiz yoluyla elde ettiği kazanç kendisinden geri alınmayacaktır. Onun ahiretteki durumu ise Allah'a kalmıştır. Allah, tövbesindeki samimiyete ve tövbe ettikten sonraki davranışlarına göre ona hak ettiği karşılığı verecektir.

Fakat kim de Allah'ın emrini hiçe sayarak yeniden tefecilik ve faizciliğe dönerse, işte onlar da cehennem halkıdır ve sonsuza dek orada kalacaklardır! Faizden vazgeçmeyenler, bunun cezasını sadece ahirette görecek de değiller:
275
يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبٰوا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ اَث۪يمٍ
Allah, faiz ve tefecilikle elde edilen kazancı yani ribâyı bereketsiz kılar, sadakaları ise kat kat artırır. Nitekim faiz ve tefeciliğin yaygınlaştığı toplumlarda, çıkarcılık ve bencillik duyguları egemen olur. Sürekli sınıf çatışmaları, anarşi ve toplumsal bunalımlar yaşanır. Karşılıksız yardım ve iyiliklerin yaygınlaştığı toplumlarda ise kardeşlik, birlik ve dayanışma duyguları hâkim olur; refah ve zenginlik toplumun her kesimine yayılır. İşte bu yüzdendir ki, fakirlere verilen sadakalar cennet nimetlerine, faiz kazançları ise cehennem azabına sebep olur. Çünkü Allah, nankörlüğe batmış günahkârların hiçbirini sevmez.
276
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
İman edip doğru ve yararlı işler yapan, namazını güzelce kılan ve zekâtını verenlere gelince, işte Rab'lerinin katında onlara muhteşem ödüller vardır. O gün onlar ne korkuya kapılacak, ne de üzüleceklerdir. O hâlde:
277
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَذَرُوا مَا بَـقِيَ مِنَ الرِّبٰٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Ey inananlar, eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, Allah'tan korkup sakının da, geçmişten kalan faiz alacaklarınızdan vazgeçin.
278
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ۚ وَاِنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُ۫سُ اَمْوَالِكُمْۚ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ
Şayet bunu yapmaz da faiz yemeye kalkarsanız, Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaş açtığınızı ve buna karşılık Allah'ın da size savaş ilân ettiğini bilmiş olun.

Fakat tövbe ederseniz, birikmiş faiz alacaklarınızdan vazgeçmeniz şartıyla anamallarınız sizindir. Bu gibi konularda temel prensip şudur: Ne haksızlık edin, ne de haksızlığa uğrayın. Borç olarak verdiğiniz para alım gücünün üzerinde gerçek bir artış sağlarsa borçluya, eksilirse size haksızlık edilmiş olacaktır. Bunun için borç veren de alan da haksızlığa uğratılmamalıdır. Ayrıca zulmetmek nasıl haramsa, ona rıza göstermek de aynı şekilde haramdır.
279
وَاِنْ كَانَ ذُوعُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ اِلٰى مَيْسَرَةٍۜ وَاَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Eğer borçlu olan kişi maddî sıkıntı içindeyse, borcunu kolayca ödeyebileceği bir zamana kadar beklemek suretiyle ona vade tanımak gerekir. Fakat eğer bilirseniz, alacağınızı tümüyle ona bağışlayıp sadaka olarak vermeniz, sizin için daha iyidir. İşte bu gibi iyilik ve erdemliliklerin toplumda tamamen yerleşmesi için:
280
وَاتَّقُوا يَوْماً تُرْجَعُونَ ف۪يهِ اِلَى اللّٰهِ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ۟
Ey insanlar! Kendinizi öyle bir Gün'e hazırlayın ki, o gün hepiniz Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. Sonra herkese hak ettiği tastamam verilecek ve hiç kimseye zerre kadar haksızlık edilmeyecektir.

Ama bu kuralların uygulanmasına yönelik bağlayıcı ve caydırıcı önlemler olarak âhiret inancının yanı sıra, yazıp kaydetme, şahit tutma, rehin bırakma gibi resmî işlemlere ve hukuki yaptırımlara da gerek vardır:
281
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُۜ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِۖ وَلَا يَأْبَ كَاتِبٌ اَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّٰهُ فَلْيَكْتُبْۚ وَلْيُمْلِلِ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُ وَلَا يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْـٔاًۜ فَاِنْ كَانَ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَف۪يهاً اَوْ ضَع۪يفاً اَوْ لَا يَسْتَط۪يعُ اَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِۜ وَاسْتَشْهِدُوا شَه۪يدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْۚ فَاِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَاَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَٓاءِ اَنْ تَضِلَّ اِحْدٰيهُمَا فَتُذَكِّرَ اِحْدٰيهُمَا الْاُخْرٰىۜ وَلَا يَأْبَ الشُّهَدَٓاءُ اِذَا مَا دُعُواۜ وَلَا تَسْـَٔمُٓوا اَنْ تَكْتُبُوهُ صَغ۪يراً اَوْ كَب۪يراً اِلٰٓى اَجَلِه۪ۜ ذٰلِكُمْ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ وَاَدْنٰٓى اَلَّا تَرْتَابُٓوا اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُد۪يرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَلَّا تَكْتُبُوهَاۜ وَاَشْهِدُٓوا اِذَا تَبَايَعْتُمْۖ وَلَا يُضَٓارَّ كَاتِبٌ وَلَا شَه۪يدٌۜ وَاِنْ تَفْعَلُوا فَاِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
Ey inananlar! Aranızda belli bir vade ile borçlandığınızda, bunu hukuki bağlayıcılığı olacak bir şekilde yazın.

Aranızdan bir yazıcı veya yetkili bir noter, adalet prensiplerine uygun biçimde onu yazsın.

Böyle bir yazı yazması için kendisine başvurulan hiçbir yazıcı, Allah'ın kendisine okuma yazma kabiliyeti bahşederek öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, Kur'ân'da belirtilen kurallar doğrultusunda o belgeyi yazsın.

Sadece borç veren kişi değil, borçlanan kişi deborcun miktarını ve vadesini yazdırsın ve Rabb'i olan Allah'tan korkup sakınsın da, borcunu olduğundan eksik göstermesin.

Eğer borçlanan kişi zihinsel özürlü veya kârını zararını bilmeksizin harcamada bulunan bir kimse ise yahut yaşının küçüklüğü, ihtiyarlığı, hastalığı gibi sebeplerle yetersiz ve güçsüz biriyse ya da dilsiz olduğu için konuşamama, aşırı derecede bilgisiz olma, o anda orada bulunamama gibi sebeplerle bizzat kendisi yazdıramayacak durumdaysa, o zaman, onun haklarını korumakla yükümlü olan velisi adalete uygun biçimde borç senedini yazdırsın.

Bu işlemleri yaparken, içinizden doğruluğuna güvendiğiniz, ergenlik çağına ulaşmış aklı başında iki erkek şahit bulundurun. Şayet iki erkek bulunamazsa, şahitliğine güvenebileceğiniz kimselerden bir erkek ve iki kadın şahit tutun. Bir erkeğin yerine iki kadın şahit tutun ki, kadınlardan biri ayrıntıları hatırlamakta güçlük çeker yahut yanılırsa, diğeri ona hatırlatabilsin. Çünkü kadınlar yaratılış bakımından aşırı merhametli, narin ve duygusaldırlar. Ayrıcaaslen erkeklerin ilgi alanı olanticaret hayatından da genellikle uzaktırlar.Özellikle Arap Yarımadası'ndaki toplumsal ve kültürel şartlarda kadınlar, ticari usullere erkeklerden daha az aşinaydılar. Bu yüzden, borçlanma ve ticaret gibi ilgi alanlarına girmeyen konularda hata yapmaya daha yatkın oldukları göz önünde tutularak bir erkeğin yerine en az iki kadının şâhitlik yapması uygun görülmüştür. Buna göre İslâm toplumunun hukukçuları, içinde bulundukları toplumsal şartları dikkate alarak şâhitlik konusunda adâlet ilkesine uygun çözümler üretmelidirler. Çünkü bütün bu hükümlerin asıl amacı, şâhitlerin doğru tespit edilerek her hak sahibine hakkının verilmesi ve adaletin tam olarak gerçekleştirilmesidir.

Şahitler, yazışma anında veya taraflar arasında anlaşmazlık çıktığında şahitlik etmeye çağrıldıkları zaman, bu görevi yapmaktan kaçınmasınlar. Zira bir kimsenin haksızlığa uğramasına yol açacak olurlarsa, bunun günahıonlara da yazılır.

Ey yazıcılar, şahitler, borç alanlar ve borç verenler! İster az, ister çok olsun, verilen borcu vadesiyle birlikte yazma konusunda üşengeçlik göstermeyin. Bu gibi borç ve alacakları yazıp kayıt altına alma işlemi, Allah katındaki ölçülere göre adalete en uygun, şahitlik görevininhakkıyla yerine getirilmesi için en sağlam ve borcun mahiyeti, miktarı, vadesi gibi konularda şüpheye düşmemeniz için en elverişli yöntemdir.

Ancak, aranızda elden ele, birebir olarak yaptığınız peşin alışverişlerinizi yazmamanızda bir sakınca yoktur. Fakat bu peşin alışveriş sırasında dahi,yapabilirseniz iki şahit bulundurun.

Bu arada ne yazıcıya ne de şahide asla zarar verilmemelidir. Eğer böyle bir fenalığı yaparsanız, zararı yine kendinize dönecek bir suç işlemiş olursunuz. Bunun için, Allah'tan gelen ilkeleri çiğnememe konusunda son derece dikkatli davranın. Dürüst ve erdemlice bir hayat sürerek kötülüğün her çeşidinden titizlikle sakının! İşte Allah, sizleri böyle eğitiyor. Unutmayın ki, Allah her şeyi en mükemmel şekilde bilendir.
282
وَاِنْ كُنْتُمْ عَلٰى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُوا كَاتِباً فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌۜ فَاِنْ اَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضاً فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ اَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُۜ وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَۜ وَمَنْ يَكْتُمْهَا فَاِنَّهُٓ اٰثِمٌ قَلْبُهُۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ۟
Eğer yolculuk veya buna benzer herhangi bir imkânsızlık durumunda olur da yazacak birini bulamazsanız, o takdirde verilen borca karşılık rehin alınan mallar da yeterli olur, yazılı belge ve şahit yerine geçer. Nitekim yazıcı ve şahitlerin bulunduğu durumlarda bile, yalnızca rehin alınmış mallarla yetinebilirsiniz.

Bununla birlikte; şahit, yazılı belge ve rehin gibi tedbirleri ihmal ederek birbirinize güvenmiş olursanız, kendisine güven duyulan kişi, Rabb'i olan Allah'tan korksun da üzerindeki emaneti sahibine versin.

Bir de, şahit olduğunuz gerçekleri örtbas ederek ya da delilleri ortadan kaldırarak şahitliği gizlemeyin. Her kim şahitliği gizlerse, onu kalbi günaha batmış ve hatta imanı tehlikeye düşmüş demektir. Unutmayın ki, Allah yaptığınız her şeyi bilmektedir. Dolayısıyla, yeri ve zamanı geldiğinde hepsinin karşılığını verecektir.

Sakın "Kalplerdeki gizlilikleri de kim bilecekmiş?" demeyin:
283
لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاِنْ تُبْدُوا مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُۜ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. İçinizdeki kötü niyet, duygu ve düşünceleri açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi ondan hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır. Elinizde olmadan aklınıza geliveren kötü düşüncelerinizi bağışlar, bilerek ve isteyerek kurduğunuz haince niyet ve düşüncelerinizden dolayı da —eğer bunlar cezayı gerektiriyorsa— sizi cezalandırır. Hiç kuşku yok ki, Allah'ın her şeye gücü yeter.

Bu âyet-i kerime nâzil olunca, Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamakta son derece duyarlı ve dikkatli olan Ashab-ı Kiram, ellerinde olmaksızın kalplerinden geçen bütün duygu ve düşüncelerinden dolayı günaha girdiklerini ve bu yüzden azaba uğrayacaklarını zannederek telaş içerisinde Peygamber'in (sav) huzuruna çıkıp gözleri yaşlı bir hâlde ona acziyetlerini arz ettiler. "İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de, Allah sizi ondan hesaba çeker." âyetinin omuzlarına yüklediği görevi yerine getirememe endişesiyle Rablerine el açıp yakardılar. Bunun üzerine, hem konuyu açıklığa kavuşturup yanlış anlamaları gidererek endişe dolu kalplere ferahlık veren ve hem de dualarının kabul edildiğini onlara müjdeleyen şu mübarek âyetler nazil oldu:
284
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ
Peygamber, Rabb'inden kendisine gönderilen her şeye gönülden iman etmiştir, ona tâbi olan müminler de… Onların hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inanırlar. Bütün peygamberlerin aynı kaynaktan geldiğini, aynı mesajı taşıdığını bilerek, "Biz Allah'ın Elçileri arasında hiçbir ayrım gözetmeyiz. Hepsine yürekten inanır, hepsini severiz." derler.

En çetin ve dayanılmaz imtihanlarda, en ağır şartlarda bile, "Çağrını işittik ve tüm kalbimizle emrine boyun eğdik, fakat yine de lâyık olduğun kulluk ve itaati hakkıyla yerine getiremedik. Affını diliyoruz, bağışla bizi ey Rabb'imiz; dönüşümüz elbet sanadır!" dediler.
285
لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ
Allah hiç kimseye, gücünün yetmeyeceği bir sorumluluk yüklemez. İnsanın kendi özgür iradesiyle bilerek ve isteyerek yaptığı iyilikler kendi lehine, bilerek ve isteyerek işlediği kötülükler de kendi aleyhinedir. Dolayısıyla, ey müminler, daha önce yaptığınız şu dualar kabul edilmiştir:

"Ey Rabb'imiz, eğer unutur veya yanılır isek, istemeden, bilmeden işlediğimiz günahlardan dolayı bizi sorumlu tutma!"

"Ey Rabb'imiz! Bizden önceki ümmetlere isyankârlıklarından dolayı yüklediğin gibi, bize de ağır görev ve yükümlülükler yükleme!"

"Ey Rabb'imiz, güç yetiremeyeceğimiz sorumluluğu bize taşıtma! İnsanın dayanma gücünü esasen aşmasa bile, bizim eksikliğimizden ve irademizin zayıflığından kaynaklanan sebeplerle başarmakta zorlanacağımız, altından kalkamayacağımız ağır sorumluluklarla, dehşet verici bela ve imtihanlarla yüz yüze getirme bizi ya Rab!

Kusur ve günahlarımızı örterek bizi affet; kulluk ve ibadetimizi tam ve mükemmel kabul ederek bizi bağışla; engin rahmet ve şefkatinle bize merhamet eyle!

Sensin bizim Mevla'mız, efendimiz ve gerçek dostumuz! O hâlde, senin âyetlerini inkâr eden kâfir topluma karşı bize yardım eyle, inkâr ve zulümde ısrar edenleri de azabınla kahreyleya Rab!"

Şimdi, bu ilâhî yardımın sizden öncekilerde nasıl tecelli ettiğini görmek üzere, şu mübarek sûreye kulak verin:
286

Sureler

Mealler